Cilt 4 - Bölüm 18: Cennet.exe

avatar
295 4

Start - Kapının Ardındaki Dünya - Cilt 4 - Bölüm 18: Cennet.exe


Nekonozwei, elflerin bu dünyaya verdiği isimdi. Sung-min ise elfler tarafından çağırılan bir kahramandı. Henüz hiç Yanıkorman’dan çıkmamıştı. Üç aydır burada elfler tarafından eğitiliyor ve bir kahraman olarak Mora’daki savaşı bitirmesi isteniyordu.

 

Elflerin istediği tek şey elbette bu değildi. Zaten düşük bir nüfusa sahip elfler saldırılara uğruyor, insanlardan daha güçlü olsalar da kimi zaman sayı üstünlüğüne karşı kaybedip köle yapılıyorlardı. Bu da yetmezmiş gibi hür elfler ormanlarından çıkıp insanlarla yaşamak istediklerinde ırkçılığa maruz bırakılıyorlar, dışlanıp ormanlarda yaşamaya sürükleniyorlardı.

 

Elfler, Sung-min’e anlattığı hikâyelerde bu topraklarda insanlardan çok önce yaşadıklarını, haklı sahipleri olmalarına rağmen insanların yaptığı gibi toprakları sadece kendileri için değil insanlarla beraber yaşamak için istediklerini söylüyorlardı.

 

Sung-min neden böyle bir istekleri olduğunu tam olarak anlayamamıştı. Ona göre güzel bir ormandaki güzel bir köyde sakin ve güzel bir hayat yaşıyorlardı. Dünyada yaşadığı şehrin gürültüsüyle deliren Sung-min için burası cennetti.

 

Tabii elflerin bu cenneti terk edip düzgünce gün ışığı alan yerlerde yaşama isteğine de saygı duyuyordu. Herkes onun gibi düşünmek zorunda değildi, bunu biliyordu.

 

“Min-min!” Harika bir ses duydu. Ses hayatı boyunca gördüğü en güzel, en tatlı kıza aitti. “Min-min! Sakın derslerinden kaytarayım deme! Senin için geliyorum!”

 

Kaldığı küçük ev bir ağacın üstüne yapılmıştı ve yukarıya merdivenler yardımıyla çıkılıyordu. Lylphia’nın aşağıdan ona seslendiğini duymuştu. Ona geldiğini söylemişti. Bunun da tek bir anlamı vardı.

 

“Bir çift meme görmek için mükemmel an!”

 

Evin girişine gitmesi için uzun bir yolu kat etmesine gerek yoktu. Hemen arkasını döndü ve ağacın gövdesinin önünde açılmış delikten aşağı baktı. Lylphia gülerek merdivenleri tırmanmaya başlamıştı bile.

 

Uzun sarı saçlarının arasına beyaz bir çiçek sıkıştırmıştı. Büyük yeşil gözleri ve yuvarlak bir yüzü vardı. Onu çok tatlı buluyordu fakat onda en çok sevdiği şey, şu anda mükemmel bir açıdan gördüğü şeydi. Büyük göğüsler.

 

Lylphia hızla yukarı tırmanırken göğüsleri sallanıyordu. Sung-min kendini Lylphia’nın göğüslerine düşecekmiş gibi hissetti. Hatta salyasının aşağı damlamasına son anda engel oldu ve Lylphia eve girmeden önce başını geri çekti.

 

“Hıhıhı!” diye kıkırdadı Lylphia. “Benden kaçabileceğini mi zannettin?”

 

“Ah, yanılmışım,” dedi Sung-min. “Senden kaçmam mümkün değil, usta!”

 

“Hıhıhı!” Lylphia bir kez daha kıkırdadı ve Sung-min’in başını yakalayıp sıkıca göğüslerine bastırdı. Elfler genellikle uzun boylu oldukları için Sung-min’in başı mükemmel bir açıyla büyük ve yumuşak göğüslerin arasına girmişti. “Öyleyse ceza olarak bunu alacaksın. Hadi, cezanı çek bakalım. Sonraki sefer ders vakti geldiğinde yerinde olmamak ne demekmiş anlarsın.”

 

“Ah~ Cennet... Paralel dünyalar en iyisi.”

 

Lylphia’nın göğsü yumuşacıktı, sıcacıktı. Sung-min bu cennet tarafından sarmalanmaya devam etmek için hayatını bile verebilirdi. Memleketindeki küçük göğüslü kızlardan sonra Lylhpia adeta bir melek gibi gözüküyordu.

 

Zaten onun gözünde elfler ve melekler arasında bir fark yoktu. Elfler de melekler de çok güzeldi, Sung-min hepsini eşit miktarda severdi. Tabii ki de Lylphia’yı biraz daha eşit severdi, buna yapacak bir şey yoktu.

 

Sung-min’in cenneti, Lylphia başını geri itene dek sürdü. Cennet sona erdiğinde Sung-min dudaklarının ucunu aşağı doğru kıvırdı.

 

“Bu kadar kısa süreli bir cezanın beni yola sokacağını düşünmüyorum. Daha uzun süreli bir ceza çok daha adil olurdu.”

 

Lylphia aniden kulağına yaklaştı ve nefesini verdi. Göğüsleri, Sung-min’in göğsüne değiyordu. Sung-min nefesinin kesileceğini hissetti.

 

“Öy-ley-se~ uslu bir çocuk gibi davranıp bizim kahramanımız olursan seni istediğin kadar cezalandıracağıma söz veriyorum.”

 

Lylphia kulağının içini yaladıktan sonra öptü ve Sung-min ruhunun vücudunu terk edeceğini düşündü. Otuzuna gelse de eline kız eli değmemiş bir erkekti ve Lylphia canını istese düşünmeden verecek durumdaydı.

 

“H-ha! Merak etme!” Sung-min ellerini beline dayadı ve göğsünü kabartarak konuştu. Kızaran suratı yüzünden havalıdan çok komik gözüküyordu. “Sizin kahramanınız olacağım, zaten bunun için çağrıldım!”

 

“Fufufu, kahramanımız ile gurur duyuyorum.” Lylphia merdivenlerden aşağı inerken Sung-min onu izledi. Göğüsleri yine gözüküyordu. “Hadi gel. Akşam antrenmanımızı yapalım. Gerçek bir kahraman olmak istiyorsan çok çalışmalısın.”

 

Sung-min, Lylphia’nın göğüslerine ne kadar bakarsa baksın onlara doymuyordu. Onları tamamen çıplak görmek, ellemek, okşamak, sıkmak ve emmek istiyordu. Lylphia’nın göğüsleri büyüleyiciydi ve Sung-min büyünün etkisinden kurtulamıyordu.

 

Lylphia’nın arkasından indi. Lylphia kendi yumuşak ve sıcak eliyle Sung-min’in elini tuttu ve eğitim alanlarına doğru koşmaya başladı. Sung-min’in yüzünde büyük bir gülümseme vardı, sanki Lylphia onun sevgilisiymiş de birlikte randevuya çıkmışlar gibi hissediyordu.

 

“Mincik, yüzünde o aptal gülümsemeyle nereye koşuyorsun?”

 

“Tabii ki de antrenman alanımıza!” Yollarını kesen kıza cevap veren kişi Lylphia’ydı. “Min-min’in şimdi benimle antrenman yapması gerekiyor.”

 

“Mincik benimle kılıç dövüşüne çalışmalı. Bugünkü dersine gelmedi.”

 

Birkaç saat önce köyden biri kendisinden bir konuda yardım istediği için Silvia’nın kılıç eğitimini ekmek zorunda kalmıştı.

 

“Olmaz! Hmph! Min-min’i büyü konusunda eğitmeliyim. Kılıcı sonra da öğrenebilir.”

 

“Onu eğitmeliyim.”

 

“Eğer kılıç dersini ektiyse daha sonra fazladan çalışarak bunu telafi edebilirsin. Bunun için benim sıramı çalmana gerek yok.”

 

“Hah! Sadece Mincik ile vakit geçirmek istediğin için böyle davranıyorsun. Bugün benim yanımda olmadı ve bunu bugün telafi etmesi lazım!” Silvia, elindeki iki kılıçtan birini Sung-min’e fırlattı. “Şimdi dövüşeceğiz, hemen! Sana eğitimi ektiğin için sağlam bir ceza vereceğim.”

 

Silvia’nın cezası, Lylphia’nın cezasının aksine korkutucu gözüküyordu. Lylphia ile benzer bir görünüme sahip olsa da göğüsleri daha küçüktü ve Sung-min’e onlarla güzel muameleler sunmaktan çekiniyordu.

 

Onun vücudunu kullanarak Sung-min’i tahrik etmekten çekinmesi, daha doğrusu utanması Sung-min’i daha fazla heyecanlandırıyordu gerçi. Yine de şimdi bahsettiği ceza kulağa korkutucu geliyordu.

 

“Hah! Min-min için savaşmaya hazırım.” Lylphia elinin üstünde bir ateş topu oluşturdu. “Hadi, gel bakalım!”

 

“Öyle olsun.”

 

Silvia kılıcını Lylphia’ya doğrulturken Lylphia ateş topunu ona fırlatmaya hazırlanıyordu. Sung-min bu kavganın hoş olmayacağına karar verdi ve ikisinin arasına geçti.

 

“Durun! Durun! Lylphia, ormanın içinde ateş yakmamalısın!” Sung-min, Lyphia’ya kızdıktan sonra Silvia’ya döndü. “Silvia, eğitimini ektiğim için özür dilerim ama bunun için bir bahanem var.”

 

“Savaşçının bahaneleri olmaz,” dedi Silvia. “Ve kahramanların hiç olmaz.”

 

“Büyüde ustalaşmak onu daha güçlü bir kahraman yapar.” Lylphia haset yaparcasına iri göğüslerini gerdi. “En görkemli zafer kılıç çekmeden kazanılan zaferdir.”

 

“O sözün tam olarak öyle olmadığını hatırlıyorum ama...” Sung-min hâlâ onları yatıştırmaya çalışıyordu. “Konuşarak bir çözüm bulabileceğimize inanıyorum.”

 

Silvia kılıcını indirdi ve başını salladı. Lylphia da ateş büyüsünü ortadan kaldırdı. İkisi aynı şeyi düşünmüş gibi birbirlerinin gözlerine baktı ve gülümseyerek Sung-min’e yaklaştı. Biri onun sol koluna, diğeri de sağ koluna sarıldı ve göğüslerini yasladı.

 

“Öyleyse,” dediler aynı anda. “Kiminle çalışmak istiyorsun, sen seç.”

 

Ona o kadar yakındılar ki ikisinin de kokusunu alabiliyordu. Yumuşak vücutlarıyla ona sarılıyor ve kendilerine doğru çekiyorlardı. Bitmesini hiç istemediği harika bir andı, burayı seviyordu ve farklı bir dünyaya çağrılmak hayatı boyunca başına gelen en iyi şeydi.

 

“Min-min!”

 

“Mincik!”

 

Onu çekiştiren iki kızın yaydığı büyü yüzünden cevap vermek için kullanması gereken kelimeleri seçemiyordu. Bir erkek olarak tamamen baştan çıkartılmıştı, yıllar boyu aklında kurduğu çıplak hayaller gerçekleşmeye çok yakındı.

 

“Hadi, birimizi seç artık!” diye bağırdı Silvia.

 

“Min-min~ cevabını ver de eğitimimize dönelim, haumm~” Lylphia, Sung-min’in kulağını emdi.

 

Silvia da güzel ve tatlıydı, yanaklarını şişirdiği tatlı hâli hoşuna gidiyordu ve bir harem fikrine açıktı ama gönlünden geçen tercih Lylphia’ydı.

 

Yine de Silvia’yı kırmak istemiyordu. Eğer onu seçmezse haksızlık edeceğine ve onu üzeceğine inanıyordu.

 

“Hey! Onu baştan çıkartma! Hile yapıyorsun! Hmph! Haumm~”

 

Silvia da diğer kulağını emmeye başladı. Sung-min bunun gittiği yeri görebiliyordu. Sonunda hayalleri gerçek olacaktı. Öylesine heyecanlıydı ki bir an önce onları yere yatırıp üstlerine çıkmak için sabırsızlanıyordu.

 

“Kahramanların da arada sırada rahatlamaya ihtiyacı var,” diye düşündü.

 

Lylphia ve Silvia önce davrandı ve onu yere yatırdılar. İş kulak emmeyi geçmişti, boynuna inmişler ve kıyafetinin üstünden göğüs uçlarına dokunmuşlardı.

 

“Auh...”

 

İlk kez böyle bir şey yaşıyor ve tuhaf hissediyordu. Göğsünde alışıldık olmayan bir gıdıklanma vardı ve kendini o gıdıklanmadan çekip kurtarmak istiyor ama vücudu buna izin vermiyordu.

 

“He~y, Min-min... Sanırım ikimizi birden istiyorsun,” dedi Lylphia.

 

“Hmph, yapacak bir şey yok. Kahramanlar istediklerini alabilirler,” dedi Silvia.

 

Sung-min kalp krizi geçirmek üzereydi. Çok heyecanlıydı. İki kız aynı anda ellerini Sung-min’in bacaklarının arasına götürdü ve okşamaya başladı. Sung-min’in penisi çoktan sertleşmişti.

 

“Bizi tatlı bir şey bekliyor sanırım,” dedi Lylphia.

 

Sung-min’in penisine ilk kez kız eli değiyordu, hem de iki kızın eli! Heyecandan terlemeye başladı, onları hemen soymak ve elbiselerinden arındırmak istiyordu ama kontrol onda değil kızlardaydı. Böylesi de iyiydi, dominant kadınlara karşı hep ilgi duymuştu.

 

“K-kahraman...”

 

Üçlünün keyif dolu anları henüz başlamadan sona erdi. Elinde mızrak tutan bir elf erkeği başuçlarına gelmişti. Normalde erkek elflerin çoğu Sung-min’in dişi elflerle yakınlaşmasından hoşlanmaz ve hoşnutsuzluklarını yüzlerinde gösterirdi ama şimdiki elf sadece endişeli gözüküyordu.

 

“Lylphia, Silvia. Köyümüze yaklaşanlar var. Çoğu ormanın çevresinde, bir grup da köyün girişine geliyor.”

 

Lylphia ve Silvia hemen ayağa kalktı ve sanki hiçbir ağırlığa sahip değilmiş gibi Sung-min’i tutup kaldırdı.

 

“Bunlar diğer köylere saldıranlar olmalı,” dedi Silvia.

 

“Öyleyse bu saldırdıkları son köy olacak,” dedi Lylphia. “Pekâlâ, kahramanımız! Karşında gerçek bir dövüş olacak, sana güveniyoruz!”

 

Sung-min hem sinirli hem de heyecanlıydı.

 

Sinirliydi çünkü Lylphia ve Silvia ile yaşamak üzere olduğu muhteşem an bölünmüştü ve bunun öcünü kesinlikle alması gerekiyordu.

 

Heyecanlıydı çünkü ilk kez gerçek bir savaşa girecekti.

 

“Ne olursa olsun bu insanlar beni berbat hayatımdan çekip aldı, güç ve sıcak bir yuva sundu. Onları korumak için savaşacağım.”

 

Sung-min az önce Silvia’nın ona attığı kılıcı eline aldı ve sıktı. Bu bir ana karakterin kötü adamları yenip parlayacağı andı.

 

***

 

“Bu zırh yeterince güvende hissettirmiyor,” dedi siyah bir atın üstünde ilerlerken. “Savaşta kullanma fırsatı bulamasam da eski zırhım daha iyiydi.”

 

Vermia için verdikleri ilk savaşta Sivina ve Link’e özenerek basit bir zırh giymiş ve bu bir koluyla iki bacağının Yu Zao tarafından kesilmesiyle sonuçlanmıştı. Yu Zao’nun muazzam gücü düşünüldüğünde bir plaka zırhın da ona karşı koyma ihtimali yüksek gözükmüyordu ama yine de basit darbeleri kaldırabilirdi.

 

Daha sonra akıllanmış ve kendisine özel olarak yaptırdığı süslü, yeşil bir plaka zırh ile Vermia’ya geri gelmişti. O zırhın içerisindeyken kendini güvenli ve güçlü hissediyordu.

 

Şimdiki zırhı ise birçok farklı zırhın parçalarının birleştirilmiş hâliydi. Toplama bir bilgisayarın içindeymiş gibi hissediyordu.

 

“Çeliği bulması kolay mı amına koyayım?” diye cevap verdi Altar. “Düzgün zırh yapacak adam bulmak da zor.”

 

Gövdesi iki farklı çelikle korunmuştu. Önünde ve arkasında yer alan çelikler birbirlerine kayışlarla bağlıydı. Eğilip kalkarken hareket kabiliyetini engellemiyordu.

 

Yalnızca sağ kolunun üstünde zırh vardı ve farklı parçalar Yu’nun kolu için adapte edilmişti. Kolunun üstündeyken çelikten bir deriye sahipmiş gibi hissediyordu.

 

Aynı şey elinin üstündeki çelik için de geçerliydi. Parmaklarını oynattıkça çeliğin parçaları da hareket ediyor ve güvende hissettiriyordu. Hoşuna gitmeyen şeyse dirseğini koruyan çeliğin çok adi durmasıydı.

 

Omuzlarını kaplayan çelik de Yu’nun vücuduna tam uymamış ve yine adi durmuştu. Boynunda da ölmüş bir Vazgeçilenden kalan örgü zırh vardı.

 

Bacaklarında, üst bacağını kaplayan çelik yalnızca bacağın ön bölümünü kaplıyordu. Bazıları atı hissetmek için bacağın arka kısmının açıkta olması gerektiğini söylese de Yu bunun içindeyken güvende olduğunu düşünmüyordu.

 

Dizinin üstünde attığı tekmeleri ölümcül hâle getirebilecek uzun dikenlerle kaplanmış çelik vardı ve çizmelerinin üstüne de çelik koymuşlardı.

 

 “Bunu al,” dedi Altar. “İhtiyacın olacak.”

 

Ona bir matara uzattı. Yu matarayı aldı ve antik yunan miğferlerine benzeyen miğferini çıkardı. Başının tamamını ve yüzünün önemli bir kısmını koruyordu ve görüş açısı harikaydı. Yine de önünde tehlikeli olabilecek bir açıklık vardı.

 

Yu ağzını kullanarak mataranın kapağını çıkardı ve içindekini içmeye başladı.

 

“Bu...” Yüzünü ekşitti. “Bira?”

 

Altar cevapladı. “Evet. Oraya gittiğimizde köyün tüm erkek ve oğlanlarını öldüreceksin. Eğer sikmek istediğin bir erkek yoksa tabii...”

 

Yu bu çirkin espriye yanıt vermedi.

 

“Kadınların da önemli bir kısmı çoğu zaman ölür, sonuçta onlar da savaşabiliyor. Her neyse, demek istediğim çok fazla kişiyi öldüreceksin.” Altar’ın zırhı Yu’nun zırhından çok daha iyiydi. Neredeyse tüm vücudunu kaplıyordu ve miğferinin gözleri için açılmış aralığından mavi gözleri görülüyordu. “Öldüreceksin, dedim. Tabii düşünüyorum ki insanları öldürmek istemeyeceksin, işte o yüzden onu iç. Seni daha güçlü hissettirecek.”

 

“Savaştan önce içmenin iyi bir şey olduğunu zannetmiyorum,” dedi Yu.

 

“Ne savaşı be aptal orospu evladı? İnsanları öldürüp yağma yapacağız. Bunun adı savaş değil.” Miğferinin yüzünü kaplayan kısmını yukarı kaldırdı ve atına bağlı başka bir matarayı alıp içindeki birayı içmeye başladı. “Eğer biri, bir kadını veya çocuğu sahiplendiğini söylüyorsa onu öldüremezsin. Herkes kendi ganimetini almakta özgür, başkasının ganimetine göz dikme.”

 

“Tüm köyü alıyorum desem...”

 

“Şakalarını kendine sakla.”

 

Şaka yapmamıştı. Ona sunulan mantıkla biri bir ‘ganimeti’ aldığını söylüyorsa o ganimet dokunulmaz olurdu. Aynı mantıkla tüm köyü ganimet olarak aldığını söyleyebilmesi gerekirdi.

 

“Kendin için yalnızca üç köle alabilirsin,” diye devam etti Altar. “Daha fazlasını alamazsın. Çoğu zaman insanlar bundan daha azını alır.”

 

Yu içti ve köle almak hakkında konuşmak istemedi.

 

“Zırh koltuk altımı korumuyor, sikimi korumuyor, götümü korumuyor... Bu hâlde oraya gitmek istemiyorum.”

 

“Senin ne istediğin önemli değil,” dedi Altar. “Bir kez daha söylüyorum. Bizden kaçamazsın. Oraya gidecek ve insanları öldüreceksin. Bundan keyif almasan bile yapacaksın. Birkaç kadını da köle olarak al. Sikmesen bile elf kadınları her zaman çok para etmiştir. Eğer bunları yapmazsan biz seni sikeriz. Anladın mı?”

 

Altar ıslık öttürerek atını durdurdu. Yu ve önlerindeki adamlar da onunla birlikte durmuştu. Altar özel olarak konuşmak istediği için ikisi grubun arkasındaydı.

 

“Geldiğimizi fark etmişlerdir. Siz önden gidip saldıracaksınız, biz de kaçmaya çalışan var mı diye bakıp dışarıdan saldıracağız.” Altar kendi grubuyla birlikte ayrılmadan önce son bir şey söyledi. “Bu arada pelerin giymek yarrak gibi bir fikir, bence çıkar.”

 

Raya söylediğini yapmış ve Yu için hazırlanan zırhın sağ omzundan sol omzunun üstüne kadar olan kısma Yurine’nin kıyafetini dikmişti.

 

Kıyafet kanlıydı ve düzgün bir pelerin olması için bir kısmı kesilmişti. Sırtının bir kısmını ve sol kolunun üstünü kapatıyordu.

 

“Hayır,” dedi Yu. “Pelerin benimle kalacak.”

 

Altar dilini şaklattı. “Kime laf söylüyoruz ki...”

 

Yeşil saçlı Vazgeçilen kendi grubuyla birlikte ayrıldı ve Yu ön tarafta onu bekleyenlere doğru atını sürdü. Oğul, Marak ve dört diğer kişiyle birlikte köye girecek ve önlerine gelen herkesi öldürmeye başlayacaklardı.

 

Onları sevmiyor ve bir insan olarak güvenmiyordu ama konu dövüşmek ve birilerini öldürmek olunca en azından Oğul ve Marak bunda iyiymiş gibi gözüküyordu. Diğer dört kişiyse sıradan insanlara benziyordu. Elbette güçlü olmalılardı ama onların arasında durduğu için kendini düşmana karşı güvende hissetmiyordu.

 

Her ne kadar güçlü gözükselerde onlarca kişiye saldıracaklardı ve Oğul ile Marak neler yapabilirdi gerçekten merak ediyordu. Kalkanını sol eline geçirirken onların yanına geldi. Oğul onu Marak ile arasına geçirmişti.

 

“Arkadaşımra mirrikte irk maskınımızı yapacağız! Çok ama çok ama çok ama çok heyecanrıyım! Ihh! Ihh!” Oğul tekrar garip sesler çıkarıyordu. “Pipim karkacak kadar heyecanrandım! Erf kızrarını dört gözre mekriyorum!”

 

Kılıcını kınından çıkardı ve sağ eline aldı. Yuvarlak bir kalkandansa uzunlamasına bir kalkan at üstündeyken daha etkili olsa da ona verilen buydu.

 

Siyah kılıç dünyanın renklerini sömürmeye devam ediyordu. Etrafındaki griliğe baktıkça kendi duygularının da kılıç tarafından emildiğini hissediyor, geriye gri bir Yu Valarfin kalıyordu.

 

İstiyorum. İstiyorsun. İstiyoruz.

 

Oğul ile tanışalı tamı tamına yirmi dört saat bile olmamıştı ama yaratığın söylediği her kelimede ondan daha fazla iğreniyor, kendini daha fazla kirlenmiş hissediyordu.

 

“Sanın pıpın karmasa daha ıyı, hahaha!” Marak ve Oğul atlara binmiyordu. Marak, yürürken Oğul’un sırtına elinde tuttuğu baltayla vurdu. “Mundar adıyorsun karıları.”

 

“Ihh...” Oğul kırgın bir ses çıkardı. “Müyük pipi sevdikrerini zannediyordum. Hiçmiri mana uygun çıkmıyor! Hıhıhı... Yine de hoşuma gidiyorrar.”

 

Oğul’un üstünde bir plaka zırh vardı, vücudunun çok az bir bölümü açıkta kalmıştı. Koca kafası bile çelikle kaplıydı. Ellerinde ise bir silah taşımıyordu, yalnızca yumruklarını kullanacaktı.

 

Üzerinde zırh yokken bile oldukça korkutucu gözüküyordu. Bir de üstünde onu diğer çeliklerden koruyacak bir zırh olduğunda düşmana kıyametin geldiğini hissettirecek bir dehşeti üstünde taşımaya başlamıştı.

 

Marak ise hafif bir zırh giymişti. Zırhının çoğu zincir ve deriden yapılmaydı. Üstteki iki elinde büyük gürzler, alttaki iki elinde ise büyük baltalar tutuyordu.

 

Beni besle. Birlikte... Birlikte beslenebiliriz...

 

Eğer kalkan taşımıyorsa bunun tek bir anlama geldiğini düşünüyordu; Marak o kadar hızlı ve çevikti ki üstüne süratle gelen oklardan bile mükemmel bir şekilde kaçınabiliyordu. Kalkan taşımayacak özgüvene sahip olmasının tek yolu bu olmalıydı.

 

Yürüdükleri esnada böcekler ve küçük hayvanlar uzaklaşıyordu. Bu esnada Yu bir şey fark etti, Oğul’un yanında tekrar değişik canlıların siluetleri belirmeye başlamıştı. Acı çekiyorlardı.

 

Sana istediğini verebilirim, beni besle.

 

Elf köyüne yaklaştıklarını ileride parlayan kızıl ışıklardan anlayabiliyordu. Onlar yaklaştıkça ışıklar yavaşça söndü ve yalnızca ağaçların arasından geçen yıldızların ışığıyla yetinmek zorunda kaldılar.

 

Köyün girişinde bekleyen birkaç düzine elf vardı. En önde ise beyaz saçları tasla tıraş edilmiş biri bekliyordu. Onun yaşını tam olarak çıkaramıyordu ama otuzuna yakın olduğunu iddia ederse şaşırmazdı.

 

Yalnızca buradan bakarak söylemesi zordu ama gözlerinden biri kırmızı, diğeri maviydi. Yaklaştıkça gözlerinin çekik olduğunu anladı. Onun sağında ve solunda sarı saçlı iki elf kızı vardı.

 

“Buraya kadar, kötü adamlar!” dedi beyaz saçlı adam. Kılıcını onlara doğrultmuştu. “Şimdi tüm suçlarınızın cezasını kesme zamanı!”

 

Elfler hafif zırhlar kuşanmıştı ama zırhları etkili gözükmüyordu. Deri ve tahtadan yapılmışlardı, Yu bunun bir şaka olduğunu zannetti. Onunla konuşan beyaz saçlı adam ise elflerin giydiği zırhlardan bile giymiyordu, üstünde sıradan bir kıyafet vardı.

 

Marak, Oğul’u gazladı. “Hadı bakarım, gostar arkadaşına gucunu.”

 

“Arkadaşım! İyi izre! Onrarı nasır ezip geçtiğimi izre!” dedi Oğul. O ipini koparmış kurbanlık dana gibi koşmaya başladığında yer adımlarının ağırlığıyla sarsılıyordu.

 

Üzerine koştuğu düşmanlarının yarısı avuçlarını açtı, diğer yarısı mızraklarını hazırladı ve kalkanlarının arkasına saklandı. Avuçlarını açanların elleri parlamaya başlamıştı. Bir saniyenin ardından ateş topları Oğul’un üstüne doğru uçmaya başladı.

 

“ARKADAŞIM İÇİN!” diye bağırdı Oğul tüm ateş toplarını karşılarken. Hiçbir şey olmamış gibi ilerlemeye devam etti ve en önde duran beyaz saçlı adama elinin tersiyle vurdu. Adam karşılık bile veremeden ağaçların arasına uçtu.

 

“Kahraman!” diye bağırdı sarı saçlarına beyaz bir çiçek takmış elf kızı.

 

Dünyanın renkleri solmaya devam etti.

-------------------------

29.07.2022 – 21:00






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44356 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr