Cilt 3 - Bölüm 70: Yurine Valarfin (1/3)

avatar
296 3

Start - Kapının Ardındaki Dünya - Cilt 3 - Bölüm 70: Yurine Valarfin (1/3)


Kızlar nasıl yaratılır?

 

Şeker, baharat ve iyi olan her şey...

 

Ve biraz da kara büyü.

 

Henüz bir isim verilmemiş genç kılıç perisi soğuk ve ıslak sunağın üstünden kalktığında onu bir çift kırmızı göz karşıladı. Bu esnada kılıç perisi hâlâ vücudunun kontrolünü sağlamaya çalışıyordu. Vücudu çok tuhaf gözüküyordu, sanki ona ait olmayan bir vücudun içerisindeydi ve kanla kaplıydı.

 

“Anne?” dedi içgüdüsel bir şekilde.

 

Kendi saçlarının beyaz olduğunu görebiliyordu, nasıl bildiğini bilmiyordu ama bir şekilde gözlerinin kırmızı olduğu bilgisi aklının içindeydi. İçinden bir his karşısındaki genç kızla aynı olduklarını söylüyordu.

 

Beyaz saçlı ve kırmızı gözlü kız, cadı, ona cevap verdi. “Emily?”

 

Emily kimdi? O, Emily miydi? Bilmiyordu.

 

“Benim adım, Emily mi?”

 

Ama öğrenecekti çünkü ismi tekrar edince anılar gözünün önünde belirmeye başladı.

 

---:---:---:---:---

 

Bir adamın kucağındaydı, onun terli nefesini hissedebiliyordu. Sarsıntılı bir yolculuktu, hatta şimdiye dek yaptığı yolculukların en sarsıntılısıydı. Adam kimi zaman yalpalıyor, kimi zaman duvarlara çarpıyordu.

 

“Yurine... Yurine, dayan, her şey düzelecek...” Ona söz verip duruyordu ama tam olarak ne düzelecekti? “Her şey düzelteceğim.”

 

Ona düzelteceği şeyin ne olduğunu sormak istedi ama şu anda bundan daha önemli bir soru aklını kurcalıyordu.

 

“Yurine? Yurine kim?”

 

Adamın kucağında merdivenleri inmeye devam ederken vücudunda bir şeylerin yaşandığını hissedebiliyordu. Sırtında onun hayatını almak üzere olan bir yara vardı ve kan oradan dışarı akıyordu. Normalde bundan çok daha hızlı bir şekilde ölmesi gerekiyordu ama vücudundaki mana onu hayatta tutmak için kendi başına çabalıyordu.

 

Elleri ve ayakları üşüyor, onları sıcak tutmak için onu taşıyan kişiye sarılmak istiyordu ama bunu yapacak güçten yoksundu.

 

Adam ona sözler sıralayıp merdivenleri inmeye devam ederken bir anda kendilerini yerde buldular. Adam düşmüş ve onu da yere düşürmüştü.

 

“Yurine! Yurine! Özür dilerim!” Yurine’nin vücudu bir duvarın köşesinde durmuştu. Adam ona doğru sürüklenirken seslenmeye devam ediyordu. “Dayan! Dayan! Buradan gideceğiz!”

 

Burası neresi onu bile bilmiyordu. Onu tekrar kucağına aldı ve o hâlâ neler yaşandığının farkında değilken koşmaya başladı. Onun yanında olmak iyi hissettiriyordu ve bu hisse sahip bir varlık olmak tatmin ediciydi.

 

“Molozlar? Sivina nerede?” Adam anlamadığı şeyler hakkında konuşmaya başladı. “SİVİNA! SİVİNAAA! KİMSE YOK MU?!”

 

Bağırıyordu. Zaten sürekli çalan çanların sesi yeterince rahatsız ediciyken şimdi bir de adam onun dibinde bağırıyor ve yaklaşan uykusunu uzaklaştırıyordu. Uyumak istediği için ona sessiz olmasını söyleyecekti, ağzını açtı ama...

 

“Yurine!”

 

Ağzından çıkan yalnızca adamı daha fazla endişelendirmeye yarayan kandı.

 

---:---:---:---:---

 

“Baba!” Geniş koridorun içinden malikânenin girişine doğru neşeyle koştu. Bir ceylan gibi sekse de aslında o bir kediydi. “Baba! Baba! Üstümdeki nasıl? Annem çok iyi olduğunu söyledi, annemle beraber diktik!”

 

Babasına pembe elbisesini gösterirken kendi etrafında döndü. Elbise omuzlarından dizlerine kadar uzanıyordu ve arkasında sarı kuyruğunun geçmesi için bir delik vardı.

 

“Benimle konuşurken de bu kadar heyecanlı olmanı isterdim,” dedi Emily’nin arkasında duran kadın. O, Emily’nin annesiydi.

 

Annesi, babasının ve Emily’nin aksine bir yarı insan değildi. Sarı saçlara ve kızıla çalan kahverengi gözlere sahip asil bir insandı. O, Long klanının bir kolundan geliyordu ama Emily’nin dinlediği hikâyeye göre babası ile evlendiği için klanından dışlanmıştı.

 

“Böylesi daha iyi olmuş,” diye düşünmeden edemiyordu. “Eğer böyle olmasaydı bu mutlu hayata sahip olamazdık.”

 

Bencilce olduğunun farkındaydı ama annesi gülümsediğine göre sorun olmamalıydı. Annesinin de bu hayattan memnun olduğuna emindi.

 

“Hah! Emily babasının kızı, elbette bana farklı bir muamele yapacak.” Babası gururla göğsünü kabarttı ve arkasındaki kuyruğu salladı. “Ama anneni kıskandırmasan iyi edersin, sonra bizim mutluluğumuzu kıskanıp aramıza nifak sokmayı deneyebilir.”

 

Babası eğilip Emily’yi alnından öperken Emily ona sarıldı. “Annem öyle bir şey yapmaz.”

 

“Evet, yapmaz.” Babası onu kaldırdı ve omuzlarının üstüne koydu. Buradayken herkese yukarıdan bakabiliyordu. “Ama yine de önlem alalım.”

 

Annesi bu sözlere karşı hafifçe gülümserken Emily ailesini ne kadar sevdiğini bir kez daha hatırladı. Hayatı o kadar harikaydı ki sonsuza dek bu şekilde devam etmesini istiyordu. Zaten bir çocuk olarak istemek için bundan başka bir şey bulamıyordu.

 

Babası ve annesi birbirini seviyordu, babası ve annesi onu seviyordu. Babası onlar için çok sıkı çalışıyordu ve annesi her gün onunla ilgileniyordu. Büyük bir malikânede yaşıyorlar, her istekleri güler yüzlü hizmetçiler tarafından karşılanıyordu. Aileleri sevgi doluydu, Emily sevgi doluydu. Onun için bu hayatın her yerine sevgi parçacıkları saçılmıştı.

 

Sevgi, Emily’nin ihtiyaç duyduğu tek şeydi.

 

“Hadi babası, kızımı bana geri ver.”

 

Annesi onlara yaklaştı ve Emily’ye kollarını uzattı. Emily babasının omuzlarından inmek istemiyordu ama annesini de seviyordu. Bu yüzden annesi ellerini Emily’nin koltuk altlarına geçirip onu oradan alırken sadece yakındı.

 

“Ama babam yeni geldi... Biraz daha durayım.”

 

“Annenin de omzunda durabilirsin,” dedi annesi yanaklarını şişirirken. Tatlı bir kadındı.

 

Sonra babası Emily’nin yanağından bir makas aldı. “Hem gitmem gerekiyor.”

 

“Ama yeni geldin! Baba!..”

 

“Merak etme, birazdan döneceğim,” dedi babası. “Görüşmem gereken biri var. Hem sana ödev yapmanı söylemiştim, dikiş dikmeni değil. Ödevlerini bitirdin mi?”

 

Emily babasının sorusunu görmezden geldi. “Kiminle görüşeceksin?”

 

“İş meselesi, akşam anlatırım. Hem sorudan kaçma bakayım, bitirdin mi?”

 

 “Annemle birlikte yapacağım,” dedi oflayarak.

 

Bu sözün üstüne annesi gülmeye başladı. Onun güldüğünü görmek güzeldi çünkü annesinin gülüşü çok hoşuna gidiyordu. Başını annesinin omzuna dayadı ve ona sarıldı, onun omuzlarına çıkmamıştı.

 

“Eğlenirken babanla eğleniyorsun ama ödevlerini annenle yapacaksın, öyle mi?”

 

“Babasının daha eğlenceli olduğu açık,” dedi babası. Annesi mışlarken daha fazla konuşmadılar ve babası geldiği gibi evden çıktı.

 

---:---:---:---:---

“Yurine, dayan kızım.” Çanlar çalmaya ve adam yalvarırcasına konuşurken koşmaya devam ediyordu.

 

İndikleri merdivenler boyunca bir yerden kaçtıklarını adamın konuşmalarından anlayabilmişti. Adam hâlâ ona vaat vermeye ve her şeyin güzel olacağını anlatmaya devam ediyordu ama o, içinde bir yerde işlerin güzel gitmediğini biliyordu.

 

Ama bu sorun muydu ki? Şu anda, kim olduğunu bile bilmezken tatlı bir uyku ve mutluluk hissediyordu. Böyle bir varlık olarak yaşamı deneyimlemek oldukça tatmin ediciydi.

 

“SİVİNA! NEREDESİN?!” Daha önce seslendiği isme tekrar seslendi ve onun uykusunu açtı. “ANA! LİNK! KİGARO! CORNELİA! NEDEN KİMSE YOK!”

 

Adam seslenmeye devam ediyordu ama sesi kulede yankılanırken onun uykusunu açmak dışında bir şey yapmıyordu. Uykusunun açılması huzursuz ediciydi. Yorgundu, üşüyordu ve dinlenmek istiyordu.

 

“YURİNE! UYUMA! UYUMA!” Adam bu sefer doğrudan uyumaması için seslendi. Yurine’nin kim olduğunu hâlâ bilmiyordu ama uyumamasını istediğini anlayabilmişti.

 

Peki ya bu mümkün müydü? Uyku o kadar tatlıydı ki ondan kaçmak pişman olacağı bir hata gibi gözüküyordu. Uykunun onu sarmasına izin vermek istiyordu.

 

“Bu ne?”

 

Adamla arasındaki zinciri gördüğünde ilk başta bunun uyku hâli yüzünden gördüğü bir halüsinasyon olduğunu düşündü. Kısa ve beyaz renkli bir zincir ikisinin göğsü arasındaydı. Zincirin üstündeki akışı hissedebiliyordu, ruhu sanki vücudunun mevcut formunu bırakmak istiyordu.

 

“GÖZLERİNİ KAPAMA YURİNE!” Adamın tekrar bağırışıyla kıstığı gözlerini tekrar açtı. “BANA BAK! BİR ŞEY SÖYLE! YURİNE!”

 

Bir şey söylemeliydi ama ne söylemesi gerektiğini bilmiyordu. Ne söylerse onu taşıyan adamı mutlu edebilirdi? Söyleyeceği şey buna yönelik olmalıydı. Bu bir zorunluluk değildi ama bunu arzuluyor ve onu mutlu etmeyecek bir şeyi söylemekten çekiniyordu.

 

Vücuduna değen rüzgârı hissedip, hafif bir soğukla titrediğinde artık önceden bulundukları yerde olmadıklarını anladı. Burası daha aydınlıktı ama bu aydınlık onlar çıktıktan hemen sonra gölgelendi, bir yıldırım çaktı.

 

“YAĞMUR YOKTU!” diye bağırdı onu taşıyan adam. “YAĞMUR YOKTU! GEÇEN SEFER YAĞMUR YOKTU!”

 

Öfkeden kudurmuştu. Öfkesi aralarındaki zincir aracılığıyla ona aktarılıyor ve aynı öfkeyi hissetmesine sebep oluyordu. Öfke yorucuydu ve daha fazla uykusunu getiriyordu. Üstelik öfkeyle birlikte aralarındaki zincirin yoğunluğu da arttı ve vücudundan ayrılan doğaüstü enerjiyi hissetti, hayatı bizzat o zincir tarafından elinden alınıyor gibiydi.

 

“YAĞMUR YOKTU! LANET OLSUN!”

 

Adam bağırmaya devam ederken bir anda durdu, az kalsın bir kez daha düşeceklerdi. Adam kendilerini güçlükle ayakta tuttu ve koşuş yönünü değiştirdi. Neden değiştirdiğini anlamakla uğraşmadı ama hücrelerini saran karanlığın kaynağı bu değişimin nedeni olabilirdi.

 

“Tüm bu hislerin birikmesi çok yorucu, neden sadece mutlu olamıyorum ki?”

 

Öfkeyi ya da etraflarındaki karanlıktan gelen baskıyı hissetmek onu yoruyor ama mutluluğu hissetmenin ne onu yoracağını ne de bu şekilde canını sıkacağını zannediyordu. Sürekli mutluluğu hisseden bir varlık olmak isterdi.

 

Tekrar durdular ve bu sefer adam kendilerini yere attı. Parlak, sıcak ve kırmızı bir şeyin yanlarından geçtiğini hissetmişti. Onun yere gelmemesi için adam sırt üstü yatmış ve onu kucağında tutmuştu ama bu hareket canını yakmış olmalıydı çünkü acı dolu bir çığlık attı.

 

Tekrar ayağa kalktı ve yine koşmaya başladı.

 

“UYUMA YURİNE! BURADAN GİDECEĞİZ! BU SEFER BUNLARIN HİÇBİRİ İLE UĞRAŞMAYACAĞIZ! UYUMA! UYUMA! UYUMA!”

 

Mümkün değildi. Neden uykudan kaçmanın mümkün olmadığını anlamıyordu? Eğer birbirleri ile rolleri değişselerdi uykunun ne kadar tatlı ve kaçmanın ne kadar zor olduğunu anlayabilir, uyumasını engellemek için bağırmazdı.

 

---:---:---:---:---

 

Matematikten hoşlanmıyordu ama annesinin yardımıyla bir şekilde ödevi bitirebilmişti.

 

“Dikiş yapmak daha eğlenceliydi,” dedi.

 

“Bence de öyle,” diye cevap verdi annesi. “Ama baban bunları da bilmeni istiyor.”

 

“Aşçının oğlu ‘bunlar erkek işi, kızlar dikiş diker’ dedi.” Biraz da erkeksi olmaktan korktuğu için dikiş dikmeyi daha çok sevmişti. “Babam neden bunları bilmemi istiyor ki?”

 

Sayılarla uğraşmak sıkıcıydı. Annesi ile birlikte yapıyor olsa da kafası bunları almakta zorlanıyordu ama kafası yerine ellerini kullanmak onun için hem daha eğlenceliydi hem de bunda daha maharetliydi.

 

“O çok yanlış demiş, daha sonra kulağını çekeceğim.”

 

Birinin canı onun yüzünden yanacaktı, bu yüzden suçluluk hissetmeli miydi? Cevabın hayır olduğuna inanıyordu.  Eğer hak etmeseydi annesi onu cezalandırmazdı. Söylediği şey yanlış olmalıydı ki annesi onu cezalandırması gerektiğine karar vermişti.

 

“Neden bunları bilmek zorundayım?” diye sorusunu tekrarladı.

 

“Çünkü zeki bir kız olmalısın.”

 

“Neden?”

 

Annesi bu soruya yanıt vermeden önce bir süre düşündü. Böyle bir soruyla karşılaşmayı beklemiyor olmalıydı.

 

“Çünkü zeki bir kız olmazsan sana bırakacağımız bu mirası elinden alabilirler,” diye yanıtladı. “İnsanlar seni üzebilir, kalbini kırabilirler. Bu dünyada çoğu insan sadece kendini düşünür, kendini düşünen bencil insanlara karşı kendini ve sevdiklerini savunmak için zeki olman gerekiyor.”

 

“Miras ne demek?”

 

“Öldükten sonra sevdiklerine bıraktığın şeylere miras denir,” dedi annesi.

 

Emily ölmek istemiyordu. “Ölmezsem?”

 

“Bunlar hayatın gerçekleri.” Annesi yanaklarını okşayıp ellerini indirdi. “Emily, büyüdüğünde üzerinde pek çok insanın sorumluluğu olacak. Böyle şeyleri bilmeli ve olgunlaşmalısın.”

 

“Rie abla gibi güçlü olsam da olmaz mı?” Babası zekiydi ve Rie abla güçlüydü. O kurt adam onlara saldırdığında Rie kendini korumak konusunda babasına kıyasla daha başarılıydı. “Bence o kendini çok daha iyi koruyor. Onun gibi olmak istiyorum. Hem belki o zaman ölmem.”

 

Ölüm kavramını düşünmek korkutucuydu. Bu yüzden onu kafasında basitleştirdi ve yenilebilecek bir düşmana dönüştürerek üzerine daha fazla gitmedi.

 

Annesi başını salladı. “Bunu istemesen daha iyi olur.”

 

Emily yanaklarını şişirirken ofladı. Rie çok havalıydı, onun gibi olmakta ne vardı ki? Annesinin neden buna karşı olduğunu anlamak istiyordu ama bunu dolaylı bir yoldan yapmaya karar verdi.

 

“Ama Rie abla dedi ki ben de büyücü olabilirmişim.”

 

“Rie ablan çok konuşuyor.”

 

“Bir büyücü olmakta ne var ki?” Büyücü olmanın ne gibi bir dezavantaj sağlayacağını anlamaya çalışıyordu. “Büyücü olunca kötü insanlar bize mi saldırıyor?”

 

Annesi, Emily’yi kucağına çekti ve ellerini kendi ellerinin arasına alıp ovmaya başladı. Yine cevabı düşünüyor olmalıydı. O cevabı düşünürken kokusunu içine çekti ve elleriyle oynamasına izin verdi.

 

“Büyücü olmakta bir şey yok. Yani var ama karşı geleceğim bir şey yok.”

 

“Öyleyse sorun ne?” diye sordu Emily.

 

Annesinin cevabı soğuktu. “Sorun, Rie ablan gibi olmak.”

 

Emily tüylerinin ürperdiğini hissetti. Neden onun sesi buz gibi çıkmıştı? Annesi buna karşı çıkıyorsa elbette bildiği bir şey vardı ama yine de aşçının oğlunu umursamayı kestiği gibi Rie’yi umursamayı kesemiyordu. O çok havalıydı ve annesinin neden böyle bir şey düşündüğünü bilmek istiyordu.

 

“Havalı biri olmak mı sorun?”

 

“Hayır, Emily...” Annesi nazikçe kıkırdadı ve saçlarının üstünden bir öpücük aldı. “Sadece minik kızımı tehlikeli şeylerin ortasına atmak istemiyorum.”

 

Rie gibi olamayacak olmak üzücüydü ama annesi ona onun nazarında geçerli bir açıklama sunduğu için Rie gibi olmaya çalışmayacaktı.

 

“Tamam, anne,” dedi. “Ama bundan sonra bana bir şeyi yapmamamı söylemek yerine neden yapmamam gerektiğini açıkla.”

 

Annesi bu sefer güçlü bir kahkaha patlattı ve Emily’nin yanağından uzun bir öpücük aldı. Dudaklarını geri çektiğinde Emily’nin beyaz yanağı pespembe olmuştu.

 

“Öyle yaparım.”

 

Annesini güldürdüğü için mutluydu ama gülüşünde biraz alaycılık sezmişti, bu yüzden kırıldı. Annesinin ellerini tuttu ve başını göğsüne yasladı. Tam konuşmaya başlayacaktı ki karnı guruldadı.

 

“Babam ne zaman dönecek?” diye sordu. Akşam yemeğini onsuz yiyemeyecekleri için onu beklemek zorundaydı.

 

Annesi, Emily’yi kucağında tutarak ayağa kalktı. Emily artık büyümesine rağmen annesi uzun bir kadın olduğu için onu kucağında taşımakta zorlanmıyordu.

 

“Birazdan döner, hadi bahçeye çıkıp onu bekleyelim.”

 

Mora’daki malikânelerinin salonundan ayrıldılar, saksılarla süslenmiş koridoru geçtiler ve onların dışarı çıktığını gören bir hizmetçi evin kapısını açıp yol verdi.

 

Bahçeye çıktıklarında Emily güneşin batmak üzere olduğunu gördü. Yemek saatleri gelmişti ama babası hâlâ ortada yoktu.

 

“Beklerken sallanalım,” dedi annesine. Eliyle bahçedeki ağaçlardan birine asılı salıncağı işaret ediyordu.

 

“Olur ama bir şartla,” dedi annesi. “Miyavla bakayım.”

 

“Hmph!”

 

Annesi bunu çok tatlı bulduğu için babasından da Emily’den de sürekli miyavlamasını istiyordu. Emily yanaklarını şişirdi ve annesi şişen yanaklarını öptü.

 

“Of! Peki,” dedi Emily. Aslında annesine miyavlamak hoşuna gidiyor ama kendisini kolay bir kız olarak görmesini istemediği için naz yapıyordu. “M-Miyav, miya~v...”

 

Annesi güldü ve onu bir kez daha öptü. Onu salıncaklara doğru götürmek üzereydi ki malikânenin kapısı açıldı ve salıncağa gitmek yerine bulundukları yerde durdular. İçeri önce kedi kulaklarına sahip sarışın bir adam girdi, o kişi babasıydı. Onun arkasından gelen kadınsa beyaz saçlara ve kırmızı gözlere sahipti.

 

“Rie abla gelmiş!” dedi heyecanla. Annesinin kucağından atladı ve onlara doğru koşmaya başladı.

 

Önce babasının kucağına çıktı. Babası bu karşılamaya alışkındı ama Rie, Emily’nin eve gelen aile üyelerini nasıl karşıladığını ilk kez gördüğünden şaşırmıştı. Rie’nin şaşkınlığı gülümsemeye dönüşürken babası Emily’yi kaldırdı ve yanağından öptü.

 

Normalde babasının kucağında kalmak isterdi ama Rie’yi karşılamak için indi ve onun önünde durdu.

 

“Hoş geldin abla!” diye bağırdı.

 

“Hoş buldum,” dedi Rie.

 

Emily onun vücudunu inceledi. Hâlâ ergenliği yaşayan vücudu inceydi ve yüzünde kırmızı noktalar vardı. Bir de...

 

“Senin memişlerin mi büyümüş?” diye sordu Emily.

 

Rie hemen yüzünü kaçırdı. “E-Emily! Neler diyorsun böyle...”

 

“Önceki sefer daha küçüklerdi, büyümüşler.”

 

“Emily!” Annesinin hoşnutsuz sesini duydu. “Misafiri sıkboğaz etme.”

 

Onu sıkboğaz mı ediyordu? Böyle yaptığını zannetmiyordu. Onu ellerinden tuttu ve malikânenin içine doğru hızlıca yürümeye başladı. Ne olur ne olmaz diye yüzü hâlâ kırmızı olan Rie’ye sordu.

 

“Abla, seni sıkboğaz mı ediyorum?”

 

“Hayır, Emily.” Rie’nin sesi çatallı çıkmıştı, sonra düzeltti. “Sıkboğaz etmiyorsun.”

 

Onu sıkboğaz etmediğine göre annesinin hoşnutsuzluğunu görmezden gelebilirdi. Annesinin sakıncalarını anlıyordu ama Rie gibi olmaya çalışmayacaktı, annesi öyle dediği için onun sözüne uyacaktı. Yine de Rie’yi seviyor ve onunla oynamak istiyordu.

 

Onu malikânenin içine sokup salona götürürken sordu. “Abla, neden yüzünde kırmızı şeyler var?”

 

“Onlar sivilce,” diye cevapladı Rie. “Ergenlik çağında insanların yüzünde çıkıyor. Senin de çıkacak.”

 

“Çirkin gözüküyorlar, umarım çıkmaz.”

 

Annesinin dilini şaklattığını duydu. “Emily, kabalık yapma.”

 

Söylediğinin kaba olduğunu düşünmemişti. Neden var olan bir gerçeği dile getirmenin kabalık olduğunu sormak üzereydi ki Rie konuştu.

 

“Çok açık sözlüsün.”

 

“Evet,” dedi göğsünü kabartarak. Bunu övgü olarak kabul etmişti. “Açık sözlü bir kızım.”

-------------------------

09.05.2022 – 21:00






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44356 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr