Bölüm 514: Tayf Hipotezi

avatar
3001 27

Release That Witch - Bölüm 514: Tayf Hipotezi




Çevirmen: Lodos

Yorko çalışma odasından ayrıldıktan sonra Bülbül, Roland’ın arkasında belirmişti.


“Bayan Rother ve Bayan Kingfisher kim? O ‘özel sanat’ ne?”


“Ee… Bu cevaplaması gerçekten zor bir soru.” diyen Roland pencereye doğru yürüdü. Düşünüyormuş gibi yapıyordu. Ama aslında Bülbül’den yüzünü gizlemeye çalışıyordu: “Sadece zamanında tanıştığım iki kadın. Onları çok da iyi tanımıyorum. Gerçek isimlerini bile bilmem… Soylular arasındaki iletişim bu şekilde işler. Her zaman ikiyüzlülerdir. Yaptıkları her şey gösteriş içindir ve hemen sonrasında da her şeyi unutuverirler…”


“Ama ikisinin de seni çok özlediğini söyledi.”


“O mesele… Ee… Onlar beni özlemiyorlar. Aksine paramı, statümü ve gücümü özlüyorlar… Ne de olsa o zamanlar da bir Prens idim. Ama Sınır Kasabası’na atandıktan sonra bağlantımız tamamen kesildi. Beni gerçekten özleselerdi unutup gitmezlerdi, değil mi?”


Bülbül sadece yalanı ya da gerçeği ayırt edebiliyordu. Meselenin aslını öğrenemiyordu ne de olsa. Bu nedenle Roland, birkaç kelime oyunu ve laf cambazlığı yaparak Bülbül’ün şüphesini ortadan kaldırmıştı. Bu saçmalıklarla zaten hiçbir türlü alakası da yoktu kendisinin… Çok da umurunda değildi açıkçası: “Özel sanat hakkında da… O biraz karışık. Basitçe anlatmak gerekirse adı üstünde ‘Büyülü El’ Yorko ellerindeki bazı becerilerle birçok kadının ona düşmesini sağlayabilir. Eskiden cidden merak ederdim çünkü bu konu hakkında hiçbir bilgim yoktu. Ama şu anda bu tür becerilere ihtiyacım yok, değil mi?” dedikten sonra dönerek Bülbül’e baktı.


Göz temasından kaçınan ve yanakları hafifçe kızaran Bülbül: “Ee… S-Sanırım evet…” dedi.


“Oh… Sanırım artık güvendeyim…” diye düşünen Roland sessizce rahatlamıştı. Her zaman Bülbül’den dışarıda beklemesini isteyebilirdi. Ama bu sadece Bülbül’ün güvenini sarsmakla kalmaz, aynı zamanda Roland’ı da savunmasız bırakırdı. Sonuçta Sylvie, bütün sarayı incelemeyi bitirmemişti henüz. Ve suikastçıların mücevher listesi de hala kayıptı. Yani biraz tartışma yaşamak, ölmekten daha iyiydi.


...


Akşam yemeğinden sonra Roland nihayet Fjordlar’ın büyük kâşifi Yıldırım ile görüşebilmişti.


Vücudu sıkı sıkıya sarılmış durumdaydı. Başında bir kapüşon, boynunda da bir tülbent vardı. Bülbül, Margaret ile onu özel olarak alıp gelmeseydi muhafızlar muhtemelen onun geçmesine izin vermezdi.


Çalışma odasına giren Yıldırım, ceketini ve boynundaki tülbenti çıkardı. Roland'ın önünde saygıyla eğilerek: “İsminizi bir süre önce Margaret ve Tilly Ekselansları’ndan duymuştum. Saygıdeğer Majesteleri Roland Wimbledon… Şimşek ile ilgilendiğiniz için teşekkür ederim.”


“Ben de Tilly’nin yanında olduğun için sana teşekkür ederim.” diyen Roland, heyecanla Yıldırım’a bakıyordu: “Uyku Adası’na taşındığından beri ona çok yardım ettiğini duydum.”


Yıldırımın saçları da tıpkı Şimşek gibi Fjordlar’ın yerlilerinde yaygın olan kısa sarı renkteydi. Kahverengi tenliydi. Kısa ama yapılı bir vücudu vardı. Sağlam görünüyordu. Yüzün yarısını ve çenesini kaplayan favorileri epeyce kalındı. Sesi enerjiyle doluydu. Hayatının çoğunu denizde geçirmiş olduğu çok belliydi. Odaya girerken en ufak bir gürültü bile yapmamıştı.


"Lafı bile olmaz. Benim maceralarıma çok yardımı oldu onun… O yardımlar olmasaydı korkarım ki filo Gölge Adaları'nı keşfetmekle sınırlı kalacaktı.” diyen Yıldırım, gülümseyerek devam etti: “Ve tabii ki daha önce hiç görmediğim o denize ulaşamaz ve Sealine’ın varlığına tanıklık edemezdim…”


“Sealine mı?” diye merakla sordu Roland: “O da ne?”


“Deniz suyundan oluşan ama gemilerin de serbestçe içinden geçebilmesine izin veren bir duvar.” diyen Yıldırım, ayrıntılı bir şekilde açıkladı gördüklerini: “Beni buraya getiren de bu zaten…”


Roland, deniz suyunun yerçekimini aşarak merdiven şekilde yükseklik farkları oluşturabileceğini, gemilerin de yukarı doğru çıkarak sorunsuzca karşı tarafa geçeceğini duyunca şok olmuştu. Bu inanılmaz geliyordu kulağa! Kalbinde büyük bir duygu dalgalanması yaşıyordu. Bütün bunları Yıldırım gibi ünlü bir kâşiften duymuş olmasaydı kolay kolay inanmazdı.


Bu, yerçekiminin bir nevi bozularak yeni bir yerçekimi alanı oluşturduğu anlamına geliyordu. Bütün bunlarla beraber Roland, şu anda herhangi bir sonuca varamamıştı. Çünkü yerçekiminin oluşum ilkesi halen belirsizdi. Ama büyülü güç bu dünyada her yerdeydi. Bu yüzden Roland’ın en iyi tahmini bir şekilde büyülü gücün Sealine’a sebep olmuş olmasıydı.


Hepsinin de ötesinde; kalbinde bu sorunun daha derin bir cevabı olduğuna dair bir his vardı.


Gezegen bir bakışta Dünya'ya çok benziyordu. Bu yüzden hızla öğrendiği bilimsel teoriler ile ilişkiler kurmaya başlamıştı. Bu bir sürpriz değildi. İnsanların ve karbon bazlı yaşam biçimlerinin varlığı bir aşağı yukarı şöyle bir sonuca varıyordu: Buradaki madde yasaları önceki evrendeki ile benzeşiyordu.


Metafizik değildi bu… Hayatın varlığı hıza ve atomik dönüşlerin yönüne kadar takip edilebilirdi. Hem de dünyadaki hiçbir makinenin belirleyemeyeceği kadar isabetli ve keskin bir şekilde... Sabitliklerdeki herhangi bir değişiklik hayatın parçalanmasına neden olurdu. Tıpkı bilge bir adamın bir keresinde dediği şu söz gibi: “Hayat eldeki floş gibidir. Kartlar bir kere karıştı mı elinden çoktan gitmiş olur…”


Geçmiş dünyada da büyü olduğundan şüphelenmişti. Ancak ana karakterler olan cadıların yokluğundan dolayı emin olamamıştı.


Roland’ın haberleri tamamen sindirdiğini gören Yıldırım söze girdi: “Ben sizin buhar motoruyla çalışan ve yelkenlilerden daha hızlı olan yelkensiz gemiler üretebildiğinizi duydum. Bu sebeple de… Akıntılara ve rüzgârlara karşı yelken açabilmem için bana böyle bir gemi inşa etmenizi rica etmeye geldim. Para problem değil. Lütfen fiyatı söylemekten çekinmeyin.”


Roland bir süre bekledikten sonra: “Bu konuda para gerçekten bir problem değil… Endişelenme. Gemiye en iyi teknolojilerden koyacağım. Senden de sadece üretim maliyetini alacağım. Fazlasını değil…”


“Majesteleri hayır… Gerek yok…”


“Dinle… Bu artık senin kişisel meselen değil. Dünyanın bilinmeyenlerini keşfetmek, insanlığın kaderini değiştirmek kadar önemli…” diye araya girmişti Roland: “Maceranı sonuna kadar desteklerim. Sadece bir şartım var: Herhangi yeni bir keşif olduğunda bana haber vermen…”


Devamındaki yarım saat boyunca detaylar konuşulmuştu. Ancak Yıldırım muhtemelen Roland'ın konsantre olamadığını fark etmişti ki bir sonraki randevu zamanını ayarladıktan sonra çıktı. Sonrasında da Roland masanın önünde oturmaya devam etti. Kaşları çatıktı, huzursuz hissediyordu kendisini.


“Sorun ne?” diye soran Bülbül, endişeliydi: “Solgun görünüyorsun.”


“Hiiiç…” diyen Roland başını sallayarak iç çekti: “Sadece bu konuda kötü bir his var içimde…”


“Nasıl kötü bir his?”


“Tayfları biliyor musun?”


“Epik biyografilerde geçen, yeryüzündeki her şeye nem ve iyileşme getirebilen o küçük, parlak, semai karakterlerden mi bahsediyorsun?”


“Hayır. Zarif, uzun ömürlü, genellikle ormanda yaşamayı tercih eden, sivri kulakları ve insanların vücutlarına benzer vücutları olan yaratıklardan bahsediyorum ben…”


Bülbül bir an için düşündükten sonra: “Onları hiç duymadım ben…” dedi.


“Ben de onları sadece bir hikâye kitabında okumuştum.” diyen Roland, yavaşça açıklamaya girişti: “Bu kurgusal türler ayak izlerini tüm kıtaya yaymışlardır. Ancak insanlığın yükselişinden sonra ormanların derinliklerinde saklanmak zorunda kalmışlar ve yok olma eşiğine gelmişlerdir. Zeki oldukları kadar sonradan gelenlere kıyasla çok az sayıdalar. Kendilerinden yüz kat fazla olan insanoğluna karşı tamamen savunmasız kalarak kendilerini terk edilmiş dağlara hapsederler. Zamanla onların zamanı geçer. Teknolojileri doğal olarak insanoğlu tarafından geçilmiştir. En sonunda da evcil hayvan olarak sonuçlanırlar. Ne düşünüyorsun?” diyen Roland, Bülbül'ün cevabını beklemeden devam etti: “Biz şu anda tıpkı tayflar gibiyiz…”


Kendi başına bir insanoğlu olan Roland bunu tamamen ihmal ve göz ardı etmişti. Ancak şimdi bu düşünceden dolayı tüyleri ürpermişti. İnsanlık gerçekten de tayflara kıyasla gelişen bir ırk olmasına rağmen; akıllı yaratıklar arasında her zaman en çok gelişecek olanlar oldukları anlamına gelmiyordu. Günümüzde insanlık aslında azınlıktı, sayı açısından dezavantajdaydı. Kıtanın bir köşesine Şeytanlar tarafından kıstırılmışlardı ve etraflarında olup bitenlerden bihaberlerdi.


Yeni denizleri keşfetmek konusunda Yıldırım’ı bu kadar fazla desteklemesinin sebebi de buydu. Eğer insanlık daha ileri görüşlü olmazsa ve içinde bulundukları durumları doğru olarak değerlendirmezse tayflar gibi elimine olacaktı.


“İki Tanrı İradesi Savaşı yaklaşık 1000 seneye mal oldu. Umarım bütün bunlar için çok geç değildir…” diye düşündü Roland. 



...

Bülbül biraz sinirlenmiş sanki başta… Roland da öyle kurnaz ki meseleyi kurtarmakla kalmadı bir de üstüne Bülbül’ü utandırdı. Helal olsun!

İyi bari gemi işi hallolmuş oldu. Halloldu da Roland düşüncelere daldı gitti. Şu tayf hipotezini epey içselleştirmiş gibi görünüyor. Bakalım neler olacak?

Takipte kalın! Yorumlarınızı bizimle paylaşmayı ve serimizi beğenmeyi de unutmayın lütfen! Görüşmek üzere!









Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44344 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr