Bölüm 281: Kızıl Su Pususu – Part 2

avatar
2906 9

Release That Witch - Bölüm 281: Kızıl Su Pususu – Part 2


 

Çevirmen: Lodos 

Meseleyi sadece uzak bir yükseklikten izleyen Lotus’a kıyasla Sylvie’nin gördükleri daha canlıydı.

 

Barınakların duvarları onun için bir engel teşkil etmediğinden içerdeki askerlerin çok nizami bir şekilde çalıştıklarını görebiliyordu. Herkes aynı şeyleri tekrarlıyordu. Ama öyle koordine bir biçimde çalışıyorlardı ki sanki hepsi tek bir vücutta toplanmıştı. Kâğıt torbalar ve demir toplar odanın bir köşesine yığılmıştı. Sürekli birer birer alınarak topun ağzına sürülüyor, sonra da dehşet verici bir sesle patlıyorlardı.

 

Sylvie daha yakından bakınca askerlerin ilk olarak demir borunun ucundaki ipi yaktıklarını fark etti. Sıçrayan kıvılcımlar boruya doğru girerek kâğıt torbayı ateşledi. Devamındaki iki üç saniyede ateş o kadar büyüdü ve parlaklaştı ki Sylvie daha fazla bakamadı. O kıvılcımlar devasa bir ateş topuna dönüşmüştü sanki. Gidecek başka yeri olmayan bu ateş topu da mecburen ileri atıldı.

 

Bir göz kırpmalık sürede bu ateş topu gemiye doğru hızla yol alıvermişti. Öyle güçlüydü ki isabet ettiği yeri delip geçmişti. Hızı azalsa da hala gücünü koruyordu. Kamarasından yukarı çıkmaya çalışan bir adamı ikiye ayırmıştı.

 

Sylvie ilk defa böyle bir şey görüyordu. Kesici hiçbir şey yoktu… Ama işte bu top, adamı ortadan ikiye ayırıvermişti.

 

Olayları o kadar yakından izleyince sanki kan ve kemik parçaları kendi üstüne gelmiş gibi hissetti Sylvie. Durmak bilmeyen ateş topu birkaç kişiye daha çarptı, organlarını parçalamıyor direk kafalarını kopartıyordu. Bir anda her yer kanla dolmuştu.

 

Sylvie birden kusacakmış gibi hissetti, midesi alt üst oluyordu. Mide asidi ağzına geldi.

 

“Öööğk…” Görüntüler bir anda bulanıklaşmıştı. Daha fazla yeteneğini kullanamayacak gibiydi. Kusmamak için kendini zorladı ve büyülü gözünü kapattı.

 

“Sorun ne?” diye soran Lotus şaşırmıştı. Hızla Sylvie’nin yanına geldi ve: “İyi misin?” dedi.

 

Prens de rahatsız olduğunu fark ederek Sylvie’ye bir mendil uzatmıştı: “Epey kan var, bakma istersen. Ya da en azından yeteneğini kullanıp da o kadar yakına girme bakarken. Şimdi git ve bir mola ver haydi.”

 

“Teşekkür ederim…” diyen Sylvie mendili aldı ve ağzını sildi: “Ben iyiyim.”

 

Sylvie kendi kendine düşünüyordu: “Bu muhtemelen Şimşek ve Maggie’nin bahsettiği o ‘inanılmaz icat’ olmalı. O zaman duyduğumda çok umursamamıştım. Ama gerçekten inanılmazmış. Gözlerimle görmesem inanmazdım.”

 

Tekrardan savaş alanına baktı. Gemilerin nehir kıyısına yaklaştığını gördü. Ateşin kıyıdaki toprak evlerden geldiğini anlamışlardı belli ki. Ama diğer tarafın bilmediği bir şey vardı. O da Majesteleri’nin daha birçok numarasının olduğuydu.

 

V şekilli savunma hattına biraz uzak noktada yine ot ve bitkilerle gizlenmiş birkaç sığınak daha vardı. Bütün filoyu kaplayacak şekilde dağılmışlardı. Düşman askerleri nereye çıkarma yaparlarsa yapsınlar yine bir kıskaca düşeceklerdi. Kıskaca düşmemelerinin tek yolu gerisin geri dönüp Kral Şehri’ne gitmeleriydi.

 

Bu sığınaklardaki askerlerin hepsinde uzun, yuvarlak ve garip bir alet vardı. Top gibi büyük ateş topları atmıyorlardı. Aksine gümüşten kuyruksuz ok atıyorlardı. Top gibi yıkıcı bir etki yapmıyordu ama isabet ettiğinde herhangi bir zırhı delip geçerek insan etine saplanıyordu.

 

Sylvie düşmanın karaya çıkıp düzen aldıktan sonra karşı bir saldırı yapacağını düşünüyordu. Ama sığınaklardaki askerler buna fırsat bile vermemişti. Tıpkı top atışlarında olduğu gibi kimsenin yüzü bile gözükmüyordu. Sadece sığınağın ardından nişan alıp tetiği çekiyorlardı.

 

Böyle bir ateş gücüyle karşı karşıya kalan düşman daha silahını bile çekememişti. Çok kısa bir sürede de ön saftakilerin hepsi yere yıkılmıştı. Karaya çıkanların hepsi bir anda gemiye doğru kaçmaya başlamışlardı. Askerlerin hızından gemiler sallanmaya başlamıştı. İskele tahtası çok geçmeden kırılmış ve üstündeki askerler suya düşerek boğulmuştu. Gemiye tekrar tırmanmaya çalışanlar da Birinci Ordu tarafından vuruluyordu.

 

Prens, dürbünü yere koydu ve bir süre bekledikten sonra Demir Balta’ya emir verdi: “Zamanı geldi. Tedbirli bir şekilde savaş alanını temizle iyice. Saldırı esnasında ölmeyen şövalye bulursan esir al. Onları sorgulayacağız.”

 

Demir Balta selam verdi ve: “Emredersiniz!” dedi.

 

Sonra da Sylvie’ye dönen Roland: “Demir Balta ile beraber git. Kimse gözümüzden kaçmasın.” diye emir verdi.

 

Sylvie başını salladı ve Birinci Ordu komutanı ile beraber yola çıktı. Majesteleri’nin cadıları açık açık nasıl koruyabildiğini şimdi anlıyordu… Elindeki bu kuvvetle Kilise’nin Yargı Ordusu’nu bile yenebilirdi. Eğer Leydi Tilly’de de bu silahlardan olsaydı belki cadılar bir gün dünyada özgürce dolaşabilirlerdi.

 

*

 

Nehirdeki hareketsiz bekleyen gemilere bakan Roland, rahat bir nefes aldı.

 

Düşman karşı saldırıya niyetlendiği an bu savaşın biteceğini anlamıştı Roland. Gemileri ters çevirmeleri çok uzun sürecekti ve o süre zarfında da hepsi ölmüş olacaktı. Bu yüzden muhtemelen ‘En iyi savunma, saldırıdır.’ diye düşünerek çıkarma yapmayı seçmişlerdi. Ama asıl sonlarını getiren de o olmuştu.

 

Ama zaten bir gemiyi yalnızca 12 kiloluk toplarla batırabilmek imkânsızdı. Gövde, deliklerle dolu olsa da bir gemi her türlü yüzebilirdi. Yani eğer geri dönüp gitselerdi bir ya da iki gemilerini kurtarabileceklerdi. Ama çıkarma yapmaları bütün filonun sonu olmuştu.

 

 

Önceki savaşlara kıyasla bu savaşta düşman ateş etme fırsatı bile bulamamıştı. Haplar savaşın hemen öncesinde komutanlar tarafından askerlere verilirdi. Ama bugün pusuya düşünce zamanlamayı tutturamamışlardı.

 

Savaş alanının temizlenmesi anca akşama hallolmuştu.

 

O vakitte de Demir Balta ve muhafızları iki esirle beraber kampa geri dönmüşlerdi.

 

Roland daha soramadan tutsaklardan biri bağırmaya başladı: “Ben Şövalye Sznak. Majesteleri lütfen aileme bir mektup yazmama izin verin! Eminim ki epey fazla bir fidye ödeyeceklerdir!”

 

Diğer tutsak da arkasına devam etti: “Yüce Ekselansları ben kuzey sınırındaki Shield Ailesi’nin ikinci oğlu Elvin Shield. Ben de fidye ödemek istiyorum.”

 

“Bugünkü saldırıyı siz mi yönettiniz?” diye soran Roland, kaşlarını kaldırmıştı.

 

“Hayır. Komuta Sir Vincent’te idi. Kendisi öldü.” diyen Sznak titriyordu: “Majesteleri elimi çözdürebilir misiniz? Fidye alışverişi süresince normal bir muamele görmek istiyorum.”

 

“Benim fidyeye ihtiyacım yok.” diyen Prens başını salladı: “Batıya geliş sebebiniz, planlarınız ve Timothy’nin niyetleri… Bütün bildiklerinizi bana anlatın, ben de size hak ettiğinizi vereyim.”

 

Şövalye Sznak bir süre tereddütte kaldıktan sonra: “Bu… Ben bunu yapamam! Bağışlayın Majesteleri!” dedi.

 

“Ben çoktan hayatımı ve kılıcımı Kral Timothy’ye adadım. Ona sadakat yemini ettim.” dedi Elvin Shield: “Yeminime karşı çıkamam.”

 

“Öyle olsun.” diyen Roland emir verdi: “Şimdilik götürün onları.”

 

Muhafızlar tutsakları götürdükten sonra Roland, Demir Balta’ya baktı ve: “Duyduğuma göre Demir Kum Şehri’nde yaşarken önemli bir reismişsin. Ve tutsaklardan bilgi koparmak konusunda da senin üstüne yokmuş. Doğru mu?”

 

“Evet Majesteleri.” dedi Demir Balta: “Şimdiye kadar bilgi alamadığım tutsak olmadı.”

 

“O halde bu ikisini sen sorgulayacaksın. Nasıl davranacağın sana kalmış. Bilgi alabildiğin sürece ne yaparsan yap, umrumda değil.”

 

Demir Balta şaşırdı ve: “Ya fidye…” diye sordu.

 

“En başından beri söylüyorum. Benim paraya ihtiyacım yok. Sorgulaman bittiğinde onları savaşta mağlup olanlar ne durumda olursa o duruma getir! Sivillere baskı yaparak batıya getirip savaşa zorlamanın karşılığı bundan başka bir şey değildir!”

 

 

 

 

 






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 43990 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr