Bölüm 168: Hatıra

avatar
3311 10

Release That Witch - Bölüm 168: Hatıra


 

 Çevirmen: Lodos

“Git buradan! Pis dilenci!”

 

Birisi onu zorla itse de hala ayakta duruyordu. Ona baktığında karşısındaki kişi yavaşça arkasına doğru adımlar atmaya başladı. Yüzündeki görkemli ifade kaybolmuştu. Yüzüne bakmış ardından da gitmişti. Umursamazca, kalabalığın içinden ilerlemeye devam etti. Çoğu insan kaşlarını çatmış ve paçavra kıyafetlerini görünce ondan kaçınmıştı.

 

Bir sürü insan vardı. İç şehirde bildiğimiz sur veya kapısı olmasa da insanlar sembolik olarak odundan yuvarlak bir kapı inşa etmişler ve kapının her iki tarafında zırhlı muhafız eklemişlerdi. Muhteşem zırhları güneş ışığını yansıtıyordu. Parlak kartal süslemeleri göğüslerine yerleştirilmişti. Yüzleri de yakışıklı olunca kolaylıkla genç kızların hayallerini süsleyebiliyorlardı.

 

Kırmızı kadife pelerinleri yere kadar sarkıyordu, uzaktan kırmızı bir duvarı andırıyordu. Görkemli bir şekilde giyinmiş olan soylular kalabalığı ayırmış ve girişin arkasında boş bir alan hazırlamışlardı.

 

Kaldırımların üzerindeki bayraklar havada dalgalanıyordu. Uzun saplı altın bayraklar asılmıştı ve ihitşam saçıyorlardı. Bayraklara farklı motifler işlenmişti. En yaygın olanı uzun kuleyle uzun mızraklar bulunan bayraktı. Bunun töreni organize eden Gökhisar Krallığı’nın kraliyet ailesini temsil ettiğini biliyordu.

 

Bugün Prenses Tilly Wimbledon’nın yaş töreni yapılıyordu.

 

Bir hafta önce, törenin duyurusu neşeli bir kargaşaya neden olmuştu. Şehirdeki herkes bunu biliyordu. Gökhisar Krallığı’nın yerel asillerine ek olarak, diğer krallıklardan birkaç elçi grubu da gelmişti. Hepsi hediyeler ve evlilik teklifleriyle gelerek Prenses Tilly’nin ve kraliyet ailesinin beğenisini kazanmaya çalışıyordu.

 

Kilise, Prenses Tilly’nin törenini yapması için bir başpiskopos göndermişti. Tören şehrin merkezindeki Şafak meydanında düzenlenecekti. Kraliyet ailesi et lapasıyla, çorba dağıtıyordu ve bu yüzden tören büyük bir kitleyi cezbediyordu.

 

Ancak o, yemek için gelmemişti.

 

Hedefi başpiskopostu.

 

Başpiskoposlardan biri eğer Kral’ın Şehri’nde herkesin önünde öldürülürse bu Kilise için bir utanç olacaktı. İntikamın tatlı sevinci ona güçlü bir canlılık hissi veriyordu. Göğsüne dokundu; çaldığı kısa bir bıçak vardı. Bıçak kalitesiz olmasına rağmen, sıradan bir insanı öldürmek için yeterliydi.

 

Kalabalığın içindeyken düşüncelerini kesen, yüksek sesli alkışlar vardı. İç şehre baktı. Şövalyeler sıralanmış bir şekilde yürüyüş yapıyorlardı. Grubun en önündeki şövalye büyüleyici görünüyordu. Arkasında akıyor gibi duran kırmızı pelerini dans eden alevleri andırıyordu.

 

Bir araba, arkasından gelen dört şövalyeyle birlikte ilerliyordu. Gökhisar Krallığı’nın kraliyet ailesinin amblemi arabanın yanlarına yerleştirilmişti. Tekerlekleri ve çerçeveleri altın boyalıydı. Arabanın tepesindeki, parlak kırmızı bayrak rüzgarla birlikte dalgalanıyordu ve dört köşesinden altın saçaklar uzanıyordu. Sanki tüm birlik hareket eden altın bir okyanusa benziyordu.

 

Kalabalık, arabalarla birlikte Şafak meydanına ilerlemeye başladı. O da kalabalıkla birlikte meydan sınırına girdi. Askerler meydanın iç kısmını ayırmıştı. Töreni yakından sadece soylular izleyebilirdi. Meydanın içine doğru koşmasının sadece birkaç saniyesini alacağını tahmin ediyordu. Başpiskopos meydana girdiğinde ondan kaçamayacaktı.

 

Kraliyet ailesi, at arabasından inmeye başladı. Kral III. Wimbledon’un beş çocuğu tören merkezine doğru yavaşça ilerledi. Aralarındaki Prenses Tilly Wimbledon’u görmüştü.

 

Kuşkusuz, günün kahramanı Prenses Tilly idi. Gözlerinde parlayan bir ışık vardı. Bir mücevher gibi berraktı. Düzenli kül rengi saçları basit bir modelle hazırlanmış ve hiçbir süsleme eklenmemişti. Görünüşü kardeşlerinin arasındaki en istisnai olandı. Kıyafetindeki desenler basit, şık ve aurası için çok uygundu. En inanılmaz olan ise Prenses Tilly’nin gözlerinin kalabalığa doğru dönük olması idi. Prenses Tilly sanki onu selamlıyormuş gibi başını sallamış ve hafifçe gülümsemişti.

 

Bu bir hayal değildi. O anda bir duygu hissetmişti. Sanki birbirlerini yıllarca tanıyorlarmış gibi bir samimiyet duygusu. Tatlı ve sıcak. Bu samimiyet kan bağından, kişiliklerinden ya da sosyal statülerinden değildi. Büyülü gücün yankısından kaynaklanıyordu. Bıçağın sapını sıkıca sıktı ve sahnedeki kızı sessizce izlemeye başladı.

 

Tören bittiğinde iki muhafız onu bulmuştu. Onu saraya götürmek istiyorlardı.

 

Reddederse, muhafızlar onu engellemeyecekti. Bununla birlikte hiçbir şey sormadı ve iç şehirdeki iki muhafızı takip ederek, dar bir sokaktan görkemli saraya girdi. Sarayın gizli bir odasında Prenses Tilly’nin önünde durdu.

 

“Anlıyorum. Bu gerçekten bahtsız bir hikaye. Yani, sonuç olarak buraya, Gökhisar Krallığına geldin.”

 

“Merak etme, artık etrafta dolaşmana gerek yok. Bundan sonra bana eşlik edeceksin.”

 

“Sana güzel bir makyaj yapacağım. Böylece kimsenin seni tanıyamayacağından emin olacağım.”

 

“Ben orayı araştırdım. Manastır büyük bir yangınla yok olmuş. İçindeki tüm çocuklarsa kaybolmuş. Manastırdan geriye sadece kalıntıları ve külleri kaldı. ”

 

“Bir ismin var mı?”

 

“O halde seni Ashes diye çağırıyorum.”

 

 

Ashes gözlerini açtı. İlk gördüğü şey Maggie’nin yüzüydü.

 

Maggie gözlerini kırpıştırdı, ardından hızla sarıldı. “Sonunda uyandın!”

 

Ashes parmağını hareket ettirmeye çalıştı. Beklediği güçsüzlük veya uyuşukluk hissi yoktu. Belinde de bir acı hissetmiyordu.

 

“Ben ne zamandır komadaydım?”

 

“Tüm öğle boyunca.” diyen Maggie devam etti: “Nana seni iyileştirdikten sonra uyandırmamamı söyledi çünkü vücudun gerçekten çok yorulmuş. Uyandığında daha enerjik hissetmen için dinlenmene izin vermek daha iyi olurmuş.” Ashes Maggie’nin kafasına vurdu ve yavaşça yatağa oturdu. Elbisesini kaldırdı ve belinin sanki dokunulmamış gibi olduğunu farketti. Büyük yara sanki bir kabustan uyanınca kaybolmuş gibiydi.

 

“Beni nasıl iyileştirdi?”

 

“Bilmek isteyeceğini sanmıyorum.” diyen Maggie dudaklarını sıkmıştı ama Ashes’in gözlerindeki ısrarı gördükten sonra açıklamaya başladı: Etrafa dağılmış emm... Parçalarını topladılar ve karnına teker teker koydular. Daha sonra Nana parçaları yeniden orijinal haline getirmek için büyülü gücünü kullandı. Şimşek’e göre topladıkları parça sayısı arttıkça daha hızlı iyileşirmişsin. Eğer uzuvların kaybolursa, Nana yenilerini üretemezmiş.”

 

Ashes tüm tüylerinin diken diken olduğunu hissedebiliyordu. “Kir ve çimen lekeleri…”

 

“Yaran iyileştiğinde kirli şeyler de atıldı. Nana’nın gücü gerekli parçalarla gereksiz parçaları ayırt edebiliyor.” Ashes rahatlamıştı. Yatağından kalktı ve vücudundaki gücü hissetmeye çalıştı. Tıpkı Nana’nın söylediği gibi, uzun bir süre dinlendikten sonra Ashes herhangi bir zayıflık hissetmiyordu. Bunun yerine, gücünün eskisinden çok daha da fazla olduğunu hissediyordu.

 

Ashes siyah cübbesini giydi. Pencereden gökyüzünün rengine baktı ve kapıya doğru yürüdü.

 

“Nereye gidiyorsun?” diye sordu Maggie.

 

Ashes arkasına bile bakmadan cevap verdi: Prens Roland’ı görmeye.

 

 






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44344 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr