Kuzey Yamaç Madenindeki fırın bölgesinin arka bahçesi.
Bülbül masadaki şarap kadehini tutarak kafasının hizasına getirdi. Kristal bardak ışığın altında herhangi bir leke olmadan parlıyordu.
Bu kristal bardağın yapılma süreci ve formülünün simya atölyesinin en gizli sırrı olduğunu biliyordu. Elindeki kristal kadeh bir kraliyet altını civarlarındaydı. Seçkin gümüş sofra takımlarıyla eşleşen kristal bardaklar zenginliklerini sergilemek isteyen soylular ya da iş adamları tarafından kullanılırdı.
Ama şimdi, bu kristal kadehler yakında eritilerek ham madde olmak üzere kullanılacaktı.
“Majesteleri bu bardakları yakmamalısınız. Birkaç kraliyet altını değerindeler!” diye haykırdı Bülbül
“Kumu nasıl bir cama dönüştürebileceğimi düşünecek vaktim yok. Bu yüzden bunu yapabilmemin tek yolu bu.” Roland başka bir güzel bardak aldı ve Anna’nın siyah ateşleriyle dolu olan kazana fırlattı. Bu bardağı gören Bülbül, Şeytan Ayları kutlamalarında kız kardeşleriyle beraber yaptıkları parti sırasında Roland’ın birasını bu bardaktan içtiğini hatırlamış ve biraz üzülmüştü.
Sabit yüksek sıcaklıkta kazanın içindeki bardak erimeye başlamış ve yapışkan bir macun haline gelmişti.
“Kumu yakınca... Cam mı oluşuyor?” diye sordu Anna: “Aynı maddelerden mi yapılıyorlar?”
“Eh... Ana malzeme aynı. Fakat kumda bir sürü yabancı madde var. Doğal olarak kumu yakınca oluşan cam kısmen kahverengi ya da yeşil renkte oluyor ve çoğu zaman isteneni karşılamıyor.”
“Başka bir deyişle saf kumla mı kristal cam yapılıyor?”
Bu soruyu duyan Roland gülümsedi ve: “Böyle de düşünebilirsin. Zaten bu bilgiyi kitaba ekledim. Bu yüzden orada görebileceksin. Bu küçük toplar, maddenin nasıl göründüğünü belirler.” dedi.
Anlayamıyordu... Eğer bardağın rengi camın rengini etkilemiyorsa su bardağı yerine neden kristal bardakları kullanmakta ısrar ediyordu ki? Bu soruyu kendisine sorduğu sırada Anna’ya doğru ilerledi ve yeniden şekil alan cam eşyalarına baktı.
Her ne kadar hala kristal saydamlığında olsa da yeni görünüm eski bardağın şeklinden tamamen farklıydı.
Bazıları tüp gibiydi, yuvarlak bir taban, ince ve uzun bir gövdesi vardı. Diğer bir tanesinin gövdesi çaydanlık gibiydi ama ağzı baş parmak boyutundaydı.
En garibiyse at nalı gibi kıvrılmış bir tüptü. Her iki tarafında da bir kapak yoktu.
Bu cam eşyaların işlevlerini anlamayan Bülbül: “Bu kristal camlarla ne yapacaksınız?” diye sordu.
“Onları ben kullanmayacağım. Sınır Kasabası’na daha sonradan gelecek simyacılar için.” diyen Roland, eritilmiş camı karıştırmak için bir çubuk kullanıyordu: “Asitleri ve alkali kimyasalları ayırmak için bu kapları kullanacaklar ve yeni silahlar üretmek için de bu kimyasallara ihtiyacım var.”
Asitler? Alkali kimyasallar? Bülbül şaşkın bir şekilde gözlerini kırpıştırdı. Prens’in ne dediğini anlamıyordu. Bu, onu üzüyordu. Ayrıca eğer bir soru sorarsa cahil gibi görünecekti ve Bülbül bu tarafını Anna’ya göstermek istemiyordu. Bu yüzden konuşmasına odaklanarak: “Simyacıları Sınır Kasabası’na nasıl getireceksiniz? Uzun Şarkı’da bile simya atölyesi yok. Simyager bulmak için Shishui Şehri’ne gitmeniz gerekli. Ayrıca ücretlerinin bakanlardan daha yüksek olduğunu duymuştum. Sadece kraliyet altınlarıyla bile işe almamız çok zor olacak.”
“Gerçekten çok şey biliyorsun.” diye gülümsemeyle yanıtladı Roland: “Doğru. Bu yüzden Shishui Şehri’ne gitmeleri için çoktan adamlarımı gönderdim. Cevaplar iki hafta içinde gelecektir. Ama onları kraliyet altınlarının yardımıyla işe almayı düşünmüyorum. Bunun yerine onlara simyanın bazı sırlarını göstermeyi teklif ettim. Onları işe alabilir miyim yoksa alamaz mıyım göreceğiz. Ama en azından deniyorum.”
Majesteleri’nin açıklamasındaki ilk övgü sayesinde Bülbül’ün morali hemen düzelmişti. Ardından mutlu bir şekilde bahçenin ortasındaki yuvarlak masada duran hamur işlerinden birini aldı ve ağzına tıktı.
O sıralarda Roland zamanının büyük çoğunluğunu Kuzey Yamaç Madeni’nin fırınlarının arkasındaki deneysel alanda harcıyordu. O yüzden çay vakitlerinde yedikleri buraya getiriliyordu.
Yuvarlak masada, Roland’ın talimatlarıyla şefin hazırladığı özel atıştırmalıklar vardı.
Mesala bu buğulanarak doldurulmuş çörekti. Kabuğu undan yapılıyordu ama hangi metodu kullanarak bu kadar yumuşak hale getirildiğini bilemiyordu. Rulo köfteyi yediğinde ağzı suyla doluyordu. Bu yüzden de yutması domuz pastırması kadar zor olmuyordu.
Bülbül kanepede oturup, parmaklarını birer birer yalarken biraz uykulu hissediyordu.
Bu gittikçe daha da tembelleşmekten olabilir miydi?
Öğle sonrası güneşi üzerine parlarken, sıcak suyla sarmalanıyormuş gibi hissediyordu. İlkbahar esintisi, yapraklar arasında eserken hışırtılı sesler çıkarıyordu. Son derece sakin ve sessizdi. Ayakkabılarını çıkardı ve bacaklarını bir tarafa uzatarak, yanlamasına uzandı.
Bu şekilde yattığında, kalsinasyon odasının arka kapısını doğrudan görebiliyordu. Kapının önünde ilaveten bir perde vardı. Perde yüzünden büyük olasılıkla odaya gizlice girilemiyordu. Bülbül bunu düşündükçe gülmek istiyordu. Arka bahçeyi ayıran duvar iyi ve güzeldi ama bir sıkıntı da değildi. Çünkü doğrudan yerin içinden oraya gidebilirdi. Bir keresinde gizemli odaya girmişti. Hatta üretim sürecinde Roland’ın yanında sessizce durmuş ama hazırlanan baruta dokunmamıştı.
Roland kimsesin bunu bilmediğini düşünse de gerçeği bilmeyen aslında oydu.
Bülbül bakışlarını Anna’ya kaydırdı.
Elinde erittiği bardağı tutarken ciddi ve odaklanmış bir şekilde Majesteleri ile konuşuyordu.
Sivil bir aileden gelen bu yetenekli kadın için, Bülbül’ün kalbinde sadece hayranlık duyguları vardı.
Kız kardeşleri evsizlikten ve Şeytan Isırığı’nın acısından, Anna sayesinde kurtulmuşlardı. Anna, Prens’in cadılara bakış açısını değiştirmemiş olsaydı bu olumlu gelişmelerin hiç biri olmazdı.
Majestelerinin eşi bir cadı olacaksa, Bülbül’ün aklına gelen tek kişi Anna’ydı.
Her ne kadar kalbinde bir beklenti olsa da Bülbül bunu kalbinin derinliklerine gömmeye karar vermişti. Zamanının çoğunu Majesteleri ile birlikte geçirmek bile onu mutlu edecekti.
Ama gözlerini kapadığında, kafasına doluşan görüleri engelleyemiyordu.
Roland yeni Kral olmuştu ve sarayındaki tahtının önünde duruyordu. Altın bir taç takmıştı ve elinde de kraliyet asası vardı. Sonra kalenin balkonuna doğru ilerleyerek kalabalığa kendini göstermiş ardından da halkının takdirlerini ve tezahüratlarını kabul etmişti.
Tüm zaman boyunca yanında olan kadın beyaz satenden bir elbise giymişti. Büyük ihtimalle Anna idi. Yüzü bir peçeyle kapalıydı. Elini kaldırarak halka doğru sallamaya başlamıştı.
Şimşek havada dolaşıyor ve kırmızı gül yaprakları serpiyordu. Kral Şehri’nin uzağındaki çan kulesinden bir melodi yayılıyordu. Kendisiyse diğer kız kardeşleriyle birlikte, onları alkışlıyor ve iyi dileklerini iletiyorlardı.
O sırada vücudu yavaşça uykulu bir hal alıyor ve bilinci her geçen saniye bulanıklaşıyordu.
Roland en sonunda yanındaki kadına doğru dönmüştü. Peçesini kaldırdı ve yüzünü yavaşça dudaklarına doğru götürdü.
Son sahnedeki görüşü çok bulanıklaşmıştı. Peçesi kalkınca Bülbül kadının gözleri kapalı bir şekilde durduğunu görmüştü... Aslında o kadın kendisiydi.
Dudakları yukarıya doğru kıvrılmış bir halde uykuya dalmıştı.
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..