Petrov Hull masasının önünde oturmuş, bilinçsizce elindeki parşömenle oynuyordu. Tiyatronun öğleden sonraki programı haftalık olarak teslim ediliyordu. Eğer barış zamanlarında olsaydı, güzel bir tiyatro oyunu seçip kahyasının depozitoyu ödemesini sağlar daha sonra da Aurelia’ya bir davetiye gönderirdi. Fakat parşömende yazılan bir kelimeyi bile okumamıştı.
Bugün seferin yedinci günüydü. Eğer her şey düzgün gittiyse, babası dün beraberindekilerle gelmiş olmalıydı. Belki de atları yorulduğundan dinlenmek zorunda kalmışlar belki de Sınır Kasabası’nda fazladan bir gün dinlenmiş olabilirlerdi, değil mi? Kendini rahatlatmaya çalışıyordu. Ama yüreğindeki huzursuzluk hissi yavaş yavaş büyüyordu.
Dördüncü Prens Roland Wimbledon, kendisinde böylesine derin bir izlenim bırakmıştı, Petrov neden bu kadar seçkin bir Prens’in, Kral tarafından böylesine korkunç bir değerlendirme aldığını anlayamıyordu. Kötü karakter, züppelik, beceriksizlik, cahillik, akılsız ve yeteneksiz… Bu değerlendirmelerden hiçbiri kendi tanıdığı Prens’e uymuyordu. Bu nedenle, kaygısı daha da artıyordu. Dük’ün Prens’e karşı kaybetmesinden korkuyordu.
Hizmetçi: “Efendi Petrov.” diye seslendi ve: “daha demin kaleden bir mektup geldi.” dedi.
“Bana getir.” diye emretti Petrov.
Daha zarfı açmadan önce gönderenin ismi karşısında şaşkınlık içinde kalmıştı.
Bu mektup Dördüncü Prens tarafından yazılmıştı!
“Ben Dördüncü Prens Roland Wimbledon! Dük Osmand Ryan benim egemenliğimdeki bir bölgeye saldırabilmek için askeri gücünü kullanarak bir isyan başlatmaya çalıştı. Ama Dük’ün idamı da savaş alanında gerçekleşti ve şimdi Uzun Şarkı benim egemenliğim altında.”
Dük kayıp mı etmişti? Kalbi yerinden fırlayacak gibiydi.
“Dükün inatçı muhafızları haricinde, geriye kalan çoğu kişinin suçları affedilecek. Normalde kraliyet ailesine karşı ihanetin bedeli ölüm cezasıdır. Ama merhamet gösteriyorum. Yalnızca liderler kötü suçları nedeniyle ölüme mahkum edilmiştir. Ama diğerleri de öylesine affedilemez. Bu yüzden isyancıların geri kalanı savaş geleneklerine uygun olarak esir alınarak, özgürlükleri satın alınana kadar hapiste tutulacaklar. Uzun Şarkı Şatosu takasın gerçekleşeceği yer olarak kullanılacak. Bu listede bulunan insanlar özgürlüğüne kavuşabilir.”
Belge son derece garip bir şekilde ifade edilmişti. Cümleler diplomatik bir ifadeyle yazılmamıştı ama anlamını açıkça belli ediyordu. Dük’ün isyanı başarısız olmuş ve hapsedilen esirleri serbest bırakmak istiyorlarsa, karşılığı olan parayı vermeliydiler. Petrov, aşağıdaki listedeki isimleri okuduğunda, babasının isminin ilk satırda etkileyici bir şekilde yazıldığını gördü.
“Hedee!” diye kahyanın adını bağırdı: “Arabamı hazırlayın, şatoya gidiyorum!”
…
Hanımeli Kontu’nun toprakları, kalenin doğusundaydı, Petrov şatonun bulunduğu yere geldiğinde çoktan yarım saat geçmişti. Lord’un şatosu daha önce hiç görmediği askeriye üyeleriyle dolmuştu. Parlak zırhları yoktu ayrıca pelerin veya yüzük de takmıyorlardı. Ama ellerinde tuhaf bir sopa vardı. Bir tür mızrak gibiydi. Sadece düzenli ve şık bir şekilde başlarını kaldırmışlar ve göğüslerini kabartmış bir halde sıraya dizilmişlerdi. Güçlerini etkileyici bir tarzla ifade ediyorlardı.
Kendisini tanıttıktan sonra Petrov’un bahçeye girmesine izin verildi, şatonun büyük salonuna doğru bir muhafız tarafından eşlik edilmişti.
Bu yere daha önce birçok kez gelmişti. Ama bugün girdiğinde sanki başka bir yere girmiş gibiydi. Koridorlarda duran muhafızları daha önce hiç görmemişti. Onları selamladıktan sonra kimse gülümsememişti. Sadece ifadesiz bir şekilde bakmaya devam etmişlerdi. Salona giriş kapısında bir şövalye tarafından durduruldu.
“Adını söyle.”
“Petrov Hull.” Petrov mutsuzca cevap vermişti. Karşısındaki kişinin soru sorduğu tonu sevmemişti. Bu yüzden vurgulayarak: ”Senin için, Lord Hull.” dedi.
“Anlıyorum.” diyen karşısındaki kişi buna çok takılmamış gibi görünüyordu. Bunun yerine elindeki parşömene bakarak: “Shalafi Hull yani Hanımeli Kontu senin...”
“Babam.”
“Ben Carter Lannis. Dördüncü Prens’in baş şövalyesiyim. Lütfen önce yan taraftaki odaya gelin. Herhangi bir silah olup olmadığını öğrenebilmek için üstünüzü arayacağız.”
Ayrıntılı bir araştırmanın sonunda, muhafızlar Petrov’dan sadece Tanrı Gözü’nün İntikamı’nı almışlardı.
“Bu bir silah değil.” dedi Petrov hatırlatırcasına.
“Elbette değil.” diyen şövalye başını salladı: “Görüşmenin ardından size geri vereceğiz.”
Ağzını açtı ama sonuç olarak bir kelime bile söylemedi. Madalyonu geri mi vereceklerdi? Taşıdığı Tanrı Gözü’nün İntikamı en güçlülerden biriydi ve en az elli kraliyet altını bedeli vardı. Bu yüzden onların madalyonu kusurlu bir taşla değiştirmeyeceklerine inanmıyordu. ‘Bu önemli deği. Fidyenin bir parçası olarak onlara verebilirim.’ diye düşünüyordu.
Sonunda salona girdiğinde tahtta oturan Dördüncü Prens’in bir şeyler yazdığını gördü. Prens başını kaldırdığında yüzünde şaşkın bir ifade vardı ama sonradan gülerek: “Bir kez daha karşılaştık, sayın elçi.” dedi.
Aşina olduğu yüzü ve aynı ses tonu ile Prens karşısındaydı. Petrov biraz daha rahat hissetti ardından eğilerek selam verdi: “Saygılarımla, Majesteleri. ”
“Otur.” Roland koltuğu işaret etti ve konuşmaya devam etti: “Büyük olasılıkla, neler olduğunu bilmek istiyorsun. Sana, babanın yaralanmadığını söyleyebilirim, teslim olan ilk kişi oydu.”
“Nezaketiniz için teşekkür ederim Majesteleri.” diyen Petrov hızla yanıtladı: “Majesteleri’nin ne kadar fidye isteyeceğini bilmiyorum ama babamı serbest bırakabildiğiniz sürece, hemen tüm parayı size göndereceğim. ”
“Paraya ihtiyacım yok.” dedi Roland parmağını sallayarak. “Hayvan ve insan istiyorum.”
Çiftlik hayvanı istemesi normaldi. Hatta elli yıl önce, Lordlar arasındaki çatışmalar sona erdiğinde, kaybedenlerin sığır ve koyun ödemek zorunda kaldığını birçok kitapta sıkça görmüştü. Ama... İnsan mı? Bunun anlamı neydi? “Majesteleri, sığır, koyun, at, Hanımeli topraklarında bunlardan çokça var ama insanlara gelince…”
“Oldukça basit, tuğlacılara, taş ustalarına, marangozlara, çiftçilere, kölelere ve benzerlerine ihtiyacım var.” Prens ona bir parşömen uzatarak: “Bana, burda yazılan sayılara göre ödeme yapabilirsin, toplam 3000 değerine ulaştığın sürece benim için yeterli.” dedikten sonra gülümsedi ve: “Kont büyük bir unvan olarak kabul edilebilir, bu yüzden değeri de bir o kadar yüksek.” dedi.
Petrov masadaki parşömeni açtı.
Parşömende her türlü çiftlik hayvanının ismi ve insanların mesleğininin yanında sayılar vardı: sığır: 3, koyun: 2, duvar ustası: 10. Yazılanların mantığını hemen anlamıştı.
3000 değerinin anlamı, babasını kurtarmak için bin sığır ya da üç yüz duvar ustası ödemek anlamına geliyordu. Elbette, topraklarında bu kadar çok sayıda sığır veya usta yoktu. Ancak epey farklı kombinasyonlar yapabilirdi. Çok seçeneği vardı. Petrov günlük ticaretle uğraşan soylu bir kişi olduğundan, bu listeyi gördüğü anda yapabileceği çok fazla manevranın olduğunu fark etti. Bölgesinde asgari maliyetli en uygun çözümü hesaplayıp üç bin puanlık gereksinimi karşılaması için sadece birkaç güne ihtiyacı vardı.
“Majesteleri. Acaba...” dedi.
“Bir gün. Sadece bir günün var.” dedi Roland işaret parmağını göstererek: “Yani bir günde seçim yapacaksın. Sonra da seçtiğin şeyleri toparlayacaksın. Burada en fazla bir hafta kalacağım. Elini çabuk tut.”
“Bir gün...”
Petrov aniden o kadar şaşırmıştı ki Roland’a ağzı açık bir şekilde bakakalmıştı: “Bekleyin, siz daha demin... Ayrılmak istediğinizi mi söylediniz?” diye sordu. Bu ne anlama geliyordu? Prens mektupta yalan söylemediyse, Dük savaş alanında ölmüştü. Böylece Uzun Şarkı ona ait olmuştu. Ama şimdi gerçekten de ayrılmak istediğini söylemişti, neden o yıkık dökük küçük Sınır Kasabası’na dönmek istiyordu ki? Hayır, bu önemsiz bir noktaydı! Kilit noktaysa, Majesteleri gittiğinde bu muhteşem şehri kimin yöneteceği idi. Zihni fırtınalı bir deniz gibiydi. Dük’ün çocuklarından biri mi tahta geçecekti? Bildiği her şeyi düşündüğünde, bu bir olasılık gibi görünmüyordu. Hepsinden önce, babalarının intikamını almak için yeni bir güç kurmaları sadece bir zaman meselesi olacaktı. Ryan ailesi ve diğer beş asil aileye ek olarak, burayı devralabilecek başka biri var mıydı?
“Evet.” diye başını salladı Roland. “Fidyeleri aldıktan sonra Sınır Kasabası’na geri döneceğim.” Petrov’un aklına aniden bir fikir gelmişti ve bunu düşünmesini engelleyemiyordu.
Petrov: “Majesteleri.” dedikten sonra yutkunmak zorunda kaldı ve fısıldayarak: “Beni bağışlayın ama Uzun Şarkı’nın fidyesinin de sayısal bir değeri var mı?” diye sordu.
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..