Bölüm 4: Alev

avatar
4946 39

Release That Witch - Bölüm 4: Alev


 

 

Çevirmen: Lodos

  Roland: “Maden çöktüğünde neler olduğunu açıkça anlatabilir misin ?” diye sordu.

 

  Anna başını olur anlamında salladı ve konuşmaya başladı.

 

Roland şaşırmıştı. Çünkü sessiz kalmasını veya ona lanetler savurmasını bekliyordu ama kız bütün sorulara işbirliği içinde cevap vermişti.

 

  O kadar karışık bir hikaye değildi. Anna’nın babası madenciydi ve maden çöktüğü sırada içerideydi. Haber duyulur duyulmaz Anna ve diğer madencilerin aileleri sevdiklerini kurtarmak için madene koşmuştu. Söylentilere göre Kuzey yamacındaki maden bölgesi bir canavarın sığınağıydı ve gittikçe genişleyen birçok farklı patika bulunuyordu. Herkes kendi başına hareket etmeye başlayınca da madenin girişinde farklı yönlere ayrılmışlardı. Ve Anna babasını bulduğunda yanında sadece komşuları Susan ve Ansgar vardı.

 

  Babasının bacağı madenle dolu bir araba altında ezilmişti ve onu hareketsiz bırakıyordu. Diğer tarafında ise bir adam parasını alabilmek için ona yardımcı oluyormuş gibi sırtını okşuyordu. Çapulcu onları gördüğünde elindeki kazmayla Ansgar’a doğru koştu ve onu yere serdi. Tam Anna’ya saldıracakken Anna onu öldürdü.

 

  Anna’nın komşuları sırrını tutacaklarına yemin ettiler ve babasını kurtarmasında ona yardımcı oldular. Nasıl olduysa ertesi sabah babası koltuk değnekleriyle dışarı çıktı ve devriyedeki muhafızlara kızının bir cadı olduğunu söyledi.

 

  “İyi de neden..?” Roland kendini sormaktan geri tutamamıştı.

 

  Barov iç çekti ve cevapladı: “ Muhtemelen ödül alabilmek içindir. Bir cadıyı görüp ihbar edenin ödülü yirmi beş kraliyet altınıdır. Ve bacağı sakat bir adama da yirmi beş kraliyet altını ömür boyu yeter.''

 

  Birkaç saniyelik sessizlikten sonra Roland: “Rakibin güçlü ve yetişkin bir adamdı, nasıl oldu da onu öldürebildin?”

 

  Anna güldü ve meşalelerin alevleri göl yüzeyindeki dalgalar gibi titredi.

 

  Anna: “Tıpkı düşündüğün gibi, şeytanın gücünü kullandım.” dedi..

 

  Hapishane bekçisi bağırdı: “Kes sesini aşağılık büyücü!” Ama herkes sesindeki titremeyi duymuştu.

 

  Roland kararlılıkla: “Bu doğru mu? Görmek istiyorum.” dedi.

 

  Baş Şövalye kaşlarını kıvırıyorken lafa atladı: “Majesteleri, bu gülünecek bir mesele değil!”

 

  Roland şövalyesinin arkasından adım atarak hücreye doğru yürüdü ve “Kızdan korkan varsa çıkabilir. Kalmasını isteyemem.” dedi.

 

  Barov herkesi muhtemelen de en çok kendini rahatlatmak için: “Paniğe gerek yok. Boynunun etrafında Tanrı’nın İntikam Madalyonu var.” diye bağırdı. “Şeytan ne kadar güçlü olursa olsun, Tanrı’nın korumasıyla baş edemez.”

 

  Roland parmaklıkların önünde, Anna’dan yalnız bir kol boyu uzakta, ayakta durdu. Kızın yaralı ve kirli yüzünü açıkça görebiliyordu. Kızın yumuşak yüz hatları yaşının hala küçük olduğunu gösteriyordu. Ama yüz ifadesi ise masum bir çocuğunkine hiç benzemiyordu. Yüzünde öfke bile yoktu. Roland’ın sadece TV’de gördüğü huzursuz edici bir ifade vardı.Bu açlıktan ve fakirlikten çok çekmiş göçmen bir yetimin yüzü gibiydi ama tam olarak ona da benzemiyordu. O yetim çocuklar sürekli bükük bir belle ve düşük bir başla yaşarlardı. Ama Anna öyle değildi.

 

  Ayakta kaldığı süre boyunca görüşü güçlenmiş ve Prens’in gözlerine sakince bakmaya başlamıştı. “O ölümden korkmuyor.” Roland sanki aydınlanmıştı. “Ölümü bekliyor.”

 

  Anna şöyle dedi: “İlk defa mı bir cadı görüyorsunuz, Lordum? Merakınız sizi neredeyse öldürecek.”

 

  Roland cevapladı: “Eğer gerçekten şeytanın gücüne sahip olsaydın bir bakışla bile öldürme yeteneğine sahip olurdun. Bu durumda da asıl korkması gereken kişi ben olmazdım, baban olurdu.”

 

  Meşaleler bir anlığına kararır gibi oldu. Ama bu bir göz yanılması değildi. Sanki alevler küçük parçalara bölünmüştü. Roland arkasındaki dua edip geri çekilen adamların sesini duyuyordu. Hatta kaçmaya çalışırken bir şeyleri pat diye deviren bile olmuştu.

 

  Roland’ın kalp atışları iyice hızlandı ve kendisini iki dünya arasındaki sınırda duruyormuş gibi hissetti. Bir tarafta kanunlarını ve kurallarını bildiği sağduyu dünyası diğer tarafta ise gizemlerle ve bilinmeyenlerle dolu inanılmaz yeni bir dünya vardı. O bu dünyanın tam önünde duruyordu.

 

  Roland şöyle düşündü: 'Boynunun etrafındaki neydi? Tanrı’nın İntikam Madalyonu mu? Ah, ne kadar da basit ve kaba bir kilit.'  Işıl ışıl, yarı saydam kırmızı bir demir zincirdi. Eğer cadının elleri de bağlı olmasaydı kolaylıkla imha edilebilecek gibi görünüyordu.

 

  Roland arkasındaki dua eden kalabalığa baktı. Ve birden hücreye girip kolyeyi tuttu. Kilide asıldı ve zinciri kırdı.  Bu hareket Anna’yı bile korkuttu.

 

  Roland: “Hadi!” diye fısıldadı.

 

 İçinden şunları geçirdi: 'Görelim bakalım sen bir yalancı mısın, bir tür simyacı mısın yoksa gerçekten cadı mısın? Eğer şişe ve kavanozlar çıkarıp asitleri birbirine karıştırmaya başlarsan gerçekten hayal kırıklığına uğrayacağım.'

 

  Roland bir çatırtı sesi duydu, bu ısıyla genleşen buharın sesiydi. Etrafları hızla ısınmaya başlamıştı ve yerdeki sular buhara dönüşmeye başlamıştı.

 

  Roland Anna’nın tam altından yükselen bir ateş gördü. Anna’nın üstünde durduğu zemin ateşlerle kaplıydı. Arkalarındaki patlayan meşaleler —sanki saf oksijen alıyormuş gibiydiler— kör edici bir ışık yayıyordu. Tam o anda, hücrenin içi gün kadar aydınlıktı bu da oradakilerin korku dolu çığlıklarına neden oluyordu.

 

  Cadı ileri doğru yürürken dört bir yanını ateşler sarıyordu. Hücrenin eşiğine geldiğindeyse duvarı oluşturan demir parmaklıklar ateşten sütunlara dönüşmüştü. 

 

  Roland içgüdüsel olarak acıdan korunmak için geri çekildi. Birkaç saniye içerisinde kendisini yaz mevsimindeymiş gibi hissetti. Ama bu biraz farklı bir sıcaklıktı. Sanki tek bir ateşten çıkmıştı bunca sıcaklık. Normal yaz sıcağı gibi değildi. Vücudunun bir yanı ateşle yüzleşirken diğer yanı hala serindi. Hatta neredeyse sırtından aşağı soğuk terler aktığını bile hissediyordu.

 

  Roland: “Gerçekten ateşten korkmuyormuş.” diye düşündü.


 

Maliye Bakanı’nın dediklerini hatırladı, ne demek istediğini şimdi anlamıştı.

 

'Zaten ateşse kendisinden nasıl korkabilir ki?'

 

  Çok geçmeden demir parmaklıklar kırmızıdan açık sarıya döndü ve erimeye başladı. Bu demekti ki bin beş yüz derecenin üstünde sıcaklığa maruz kalmışlardı. Roland’a göre yalıtımsız bir şekilde bu sıcaklığa ulaşabilmek mümkün değildi. Diğerleri gibi Roland da hücreden çıktı. Duvarlara en uzak konumda olduğundan kesindi.

 

  Eğer bunu yapmamış olsaydı, eriyen demirin sıcaklığı temassız şekilde bile kıyafetlerini yakabilirdi. Anna’nın kıyafetleri bile küllerine ayrılmıştı ve ateş toplarıyla yer değiştirmişti.

 

  Bu sonsuzluk gibi görünen olaydan sonra, ateşler sönmüştü.

 

Her şeyden geriye kalan sanki hiçbir şey olmamış gibi sessizce yanmaya devam eden iki meşaleydi. Anna’nın yanmış kıyafetleri, sıcak hava ve erimiş parmaklıklar da olmasaydı bunların hepsinin bir göz yanılsaması olduğuna inanacaklardı.

 

  Roland ve Baş Şövalye hariç diğer adamların hepsi yere çökmüştü. Hapishane bekçisi o kadar korkmuştu ki pantolonunu lekelemişti. Anna şimdi hücrenin dışında çıplak şekilde ayakta duruyordu, kollarındaki kelepçeler gitmişti. Çıplak vücudunu saklamıyordu. Elleri gayet doğal bir şekilde yanında duruyordu ve mavi gözleri eskisi kadar huzurlu görünüyordu.

 

  “Şimdi sizin merakınızı giderebildim mi, Lordum?” dedi kız. “Beni şimdi öldürebilir misiniz?

 

  “Hayır.” Roland bir adım öne çıktı, ceketini düzeltti ve zoraki bir nezaketle: “Bayan Anna, sizi işe almak istiyorum.” dedi.

 

 






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44330 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr