47. Bölüm - Eve Dönüş (3) [Düzenlendi]

avatar
1838 14

Ejdertanrı Efsanesi - 47. Bölüm - Eve Dönüş (3) [Düzenlendi]


Bir ay sonra Black klanında;

Jun Black, ve klandaki tüm büyükler bir araya gelmiş konuşuyordu.

 

“Yeteri kadar asker topladık mı?” diye sordu gür sesiyle büyüklere.

 

Büyüklerden biri öne çıkıp konuştu.

 

“Klan liderine bildiriyorum! Şu an toplamda üç yüz elli asker toplamış bulunmaktayız. Aynı zamanda çeşitli paralı asker gruplarına bildiri yollasak da hiç ilgilenen birisini bulamamaktayız.”

 

Jun’un yüzünde ekşi bir ifade belirdi. Üç yüz elli asker aslında büyük bir klanı yıkmak için yeterde artardı. Hatta rahatlıkla rakip klanı yok edebilirlerdi!

 

Fakat Jun bir kaç gündür huzursuz hissediyordu. Bu nedenle de büyüklerden birisine paralı asker gruplarına iş bildirisi yollamasını istemişti. Ama beklediğinin aksine biri bile yanıt yollamamıştı.

 

Bu durum aşırı şüpheli gibi duruyordu. Paralı askerler, iş verildiğinde parası yüksekse o işi seve seve kabul ederlerdi.

 

Şimdiyse garip bir şekilde hiçbiri kabul etmiyordu.

 

Jun, düşüncelere daldı.

 

‘Ne planlıyor bunlar? Normal şartlarda bu kadar sakin olmamaları gerekirdi. Önce açık açık asker alımı yaptığımız halde en ufak bir harekette dahi bulunmadılar. Yoksa paralı askerlerden yanıt alamıyor oluşumuzun sebebi bu olabilir mi?’

 

Düşüncelere dalmışken bir an kendini paranoyak gibi hissetti. Aklında beliren bir düşünceyle gereksiz endişelerden kurtuldu ve özgüveni yerine geldi.

 

‘Ne diye bu kadar düşünüyorum ki? Yeteri kadar adamımız var. Ne yaparlarsa yapsınlar kazanacağız!’

 

Özgüven dolu bir kahkaha attı. Tüm bu iç düşüncelerden habersiz olan büyükler ise garip garip klan liderine bakıyordu.

 

Toplantıda olduğunu bir an unuttuğundan hafif bir utanç hissetti Jun. Bu nedenle konuyu değiştirmeden önce sahte olduğu bariz bir şekilde öksürdü.

 

“Öhöm. Kusura bakmayın. Düşüncelere dalmışım da. Peki mühimmat durumumuz nasıl?”

 

Jun’un sorusunu duyunca klan büyüklerinden başka birisi öne çıkıp konuştu.

 

“Klan liderine bildiriyorum! Mühimmat durumumuz tüm askerleri kuşandırabilecek durumda. Gelen herkesin yanında bazı ekipmanlar olduğundan bizim açımızdan olabilecek en az zararla tüm askerleri donattığımızı söyleyebilirim. Öyle ki hala fazladan zırh ve silahlarımız bulunmakta.”

 

Jun, kafasıyla onayladı.

 

“Güzel, güzel. Beklediğimden çok daha iyi. Peki ya Temel Eğitim nasıl?”

 

Temel eğitimden kastı disiplindi. Askerlerin yaklaşık yüzde sekseni başıboş gelişimcilerden oluştuğundan sağlam detaylı bir eğitim olmasa da komuta edilebilmeleri ve birlik olabilmeleri açısından basit bir eğitim planı oluşturmuşlardı.

 

Büyüklerden yine bir başka birisi çıkıp konuştu.

 

“Klan liderine bildiriyorum! Tüm askerler temel eğitimi tamamlamış bulunmakta. Eğitim sonucundan bahsetmek gerekirse, herkesin birbirine uyumu %50 oranında artmış bulunmakta. Aynı zamanda 1 saldırı biçimi 1 de savunma biçimi öğrenmiş bulunmaktalar.”

 

Bunu duyunca Jun soğuk havayı içine çekti. Askerleri tam anlamıyla dahiydi. Formasyonları öğrenmek kolay değildi. Onları öğrenmek için askerler aylar boyu eğitim görmesi gerekirken, edindiği askerler, 1 saldırı biçimi 1 de savunma biçimi öğrenmişti.

 

Neredeyse her şey hazırdı bu sayede. Artık saldırabilirdi! Ancak saldırmadan önce yapılacak bir şey daha vardı.

 

Jun sakin bir edayla konuşmaya başladı. “Pekala. Bir hafta sonra saldırıya geçeceğiz. Bu kalan zaman aralığında da eğer savaşı kaybedersek diye tüm kadınları ve 15 altı gençleri şehrin 2500 metre ötedeki Kara Dağ’a gönderin. Bir hafta sonra sonuna kadar savaşacağız ve White klanının kökünü kazıyacağız!”

 

Jun, cümlenin sonlarına gelindiğinde adeta tüm kana susamışlığını dışarı vururcasına kükredi.

 

Bu kükremeden etkilenen büyüklerinde yüzleri kana susamış bir ifadeye büründü.

 

 

Tüm bunlar olurken şehire yeni giren, iki kişi vardı. Bunlar tabii ki de Satou ve Roselia idi.

 

Satou, Roselia ve Lucina, çok rahat bir şekilde gitmişlerdi. Şanslarına bu bir ay içinde sadece iki defa haydutlarla karşılaşmışlardı. Karşılaştıklarında ise Satou’nun tek yaptığı kurt sürüsünü çıkarıp, Roselia’nın dehşet verici katliamı görmesini ve işitmesini engellemekti.

 

Görme konusunda başarılı olsa da işitme kısmını engellemesi imkansızdı.

 

Tabii bunu ne Satou sordu ne de Roselia herhangi bir şikayet getirdi.

 

Böyle bir yolculuğun ardından Satou sonunda Ay ve Güneş Şehrine varabilmişti.

 

Satou, derin bir nefes aldı. Belki sadece 4 ay olmuştu. Ancak aradan sanki asırlar geçmiş gibi bir özlem ile doluydu. Tabii bunun bir diğer nedeni de o boktan miras bölgesiydi. Ancak Satou orayla ilgili anılarını elinden geldiğince unutmaya çalıştığından, o anılar aklının ucundan bile geçmedi.

 

Yürüdükçe nostaljik hissetti. Aynı zamanda bu bir kaç ayda ne kadar değiştiğini fark etmeye başladı. Düşündükçe eski haliyle yeni hali arasındaki değişimi fark etmeye başladı. Eski hali daha insanlara uyum sağlamaya çalışan alçakgönüllü biriyken, şimdi ki hali daha isyankar, öfkeli, kibirli ve şehvet düşkünüydü.

 

Satou bunu hızlı bir olgunlaşma süreci olduğunu düşündü. Aynı zamanda şu anda çekirdeğinde olan ruhta kişiliğinde değişim olacağını belirtmişti. Bu nedenle endişelenmesine gerek yoktu.

 

Satou bir anlığına merak etti.

 

‘Acaba içimde olan ruh ne yapıyor şu an? Sıkılmıyor mudur konuşacak kimsesi olmadığından?’

 

Ancak bu sadece anlık bir meraktı. içindeki yaşlı ruh ile şu anki aleminde istese de etkileşime geçemezdi. Ayrıca şu an o ruhu düşünmekten daha önemli işleri vardı.

 

Satou şehri adeta bir rehber edasıyla işaret ederek tanıtmaya başladı.

 

“Bak! Burası buranın en meşhur demircisi. Gerçi benim pek uğradığım bir yer olmasa da yaptığı kılıçların baya sağlam olduğunu duydum. Şurası da...”

 

Roselia ise merakla Satou’nun geldiği yeri inceliyordu. Geldiği krallığa nazaran burası baya sadeydi. Tabii bunun nedeni bağlı oldukları krallıktı. Bir krallık ne kadar güçlüyse şehirleride ihtişamlı olurdu. Bu krallığın şehri ise tam anlamıyla fakir denilebilecek bir sadelikteydi.

 

Ancak Roselia hiç bir şekilde küçümseme hissetmedi. Ne de olsa sevdiği adamın yaşadığı yerdi burası.

 

Ayrıca Satou’nun yüzünde olan o tatlı gülümseme için bile Roselia burada yaşamayı dert etmezdi.

 

Bu şekilde Satou, Roselia’ya neredeyse bütün gün boyunca şehri gezdirdi. Neredeyse görülebilecek her yeri gezdikten sonra, -ki basit bir şehir olup gösterilecek fazla yer olmamasına rağmen- hava kararmaya başladığı vakit Black klanına doğru yol aldılar.

 

 

Black Klanının girişi akşam üstü;

 

İki muhafız her zamanki gibi klanı koruyordu. Bu iki muhafız için sıradan bir gündü.

 

Muhafızlardan sıska olan, kaslı olana bakarak sordu.

 

“Hey! White klanıyla savaşı kazanabilir miyiz sence?”

 

Kaslı olan muhafız, bu soruya kahkaha attı. Ardından ise alaysı bi ifadeyle yanıtladı.

 

“Mal mısın? Şu an neredeyse bilinen 300 kişilik bir ordu kurulmuş durumda. Birde White klanına bak. Bırak adam toplamayı klanlarından çıktıları yok. Tabii ki de biz kazanacağız!”

 

Sıska olan muhafız, yeni sayılırdı. Bu nedenle klana karşı bağlılığı olsa da endişelenmeden edemiyordu.

 

Buna nazaran kaslı olan ise muhtemelen muhafızların arasındaki en sadık muhafızlardan birisiydi. Klan emrettiği sürece ölüme bile giderdi!

 

Sıska muhafız iç çekti. Yanındaki adam fanatiklik derecesinde klana bağlıydı. İç çektiği sırada yolda iki silüet görüldü.

 

Sıska muhafız hemen elindeki mızrağı gelen silüetlere doğrulttu. Aynı şekilde kaslı muhafızda elindeki uzun kılıçla savaş pozisyonu aldı.

 

Tehditkar bir tavırla kaslı muhafız sordu.

 

“Kimsiniz? Daha fazla yaklaşmayın! Eğer daha fazla yaklaşırsanız sizi öldürme yetkimiz var.”

 

Bu iki silüet biraz daha yaklaştı. Birisi tanrıçavari güzellikte bir kız iken diğeri ürpertici bir aura yayan genç bir adamdı. Bu iki kişi tabii ki de Satou ve Roselia'ydı.

 

Satou, muhafızların tehditkar davranışı karşısında şaşırdı. Sonrasında ise gülümsedi. Anlaşılan o olmadığı vakit klandakiler çok sert bir eğitimden geçmişlerdi. Eski muhafızlar her an savaşa hazır olmak yerine tembel tembel duruyordu.

 

Şu anki durum onu mutlu etti. Disiplinli bir orduyla rahatlıkla White klanını yok edilebileceğini düşünüyordu.

 

Ancak Satou’nun düşüncelerinden haberi olmayan muhafızlar, Satou’nun gülümsemesinden dolayı, huzursuz hissetti.

 

Tabii bu huzursuzluk hissi Satou’nun yüzüğünden çıkardığı madalyonu görene kadardı. Satou’nun elindeki madalyonu gören iki muhafız hemen tehditkar tavırlarını bıraktı.

 

İki muhafız hemen diz çöktü.

 

"Kim olduğunuzu bilmiyorduk. Affedin genç efendi!"

 

Satou muhafızların saygılı tutumunu beğendi. Sanki yüce gönüllü biriymişçesine muhafızların kalkmasını istedi.

 

"Ayağa kalkın."

 

Muhafızlar hızla ayağa kalktı. Yüzlerinde ise endişe ve saygıyla karışık bir korku ifadesi vardı.

 

Korkunun nedeni sadece Satou’nun madalyona sahip olması değildi. Korkuyorlardı. Çünkü Satou’nun aurası adeta vahşi bir canavarı andırıyordu. Bu yüzden istemsizce korkuyorlardı.

   

Satou kalktıklarını ama yüzlerinde hala korku dolu bir ifade olduğunu görünce ilk başta neden korktukları anlamadı. Anlamasa da pek kafaya takmadı ve yüzünde herhangi bir ifade olmadan konuştu.

 

“Pekala sıkıntı yok. Şimdi…” Satou kaslı olan muhafızı işaret ederek devam etti. “Sen, beni babama, klan lideri Jun’a götür. Ayrıca bu zamana kadar olan durumun kısa bir özetini geç. Ha bir de adın ne?”

 

Kaslı muhafız klan liderine babam diyebilecek tek kişinin kim olduğunu bildiğinden daha da saygılı bir tavır aldı ve saygıyla konuştu.

 

“Bu küçük muhafızın adı Alfred Black’tir.”

 

“Pekala Alfred hadi gidelim.”

 

Alfred, hızla Satou’yu takip edip ona şu birkaç ayda olanları kısaca anlatmaya başladı.






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44355 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr