Bölüm 46: Sınır Savaşı (IV)

avatar
462 4

Hükümdarın Yolu - Bölüm 46: Sınır Savaşı (IV)



Kılıç Azizi ve Dağ Kaplanı Andreas arasındaki savaş doruğa oluşmuştu. İkisinin üzerindeki elbise ve zırhlar parçalara ayrılmıştı. İkisi de Yüksek Şövalye aşamasının üzerinde bir Savaş Büyüğü’ydü. Tek bir darbeyle onlarca kişiyi biçebilecek kudrete sahiplerdi. Savaşları birlikler arasındaki savaşlar kadar tahrip ediciydi.

 

Andreas devasa silahını savurduğunda rüzgarlar patlak vermişti. Silahı büyük bir savaş baltasıydı. Hayvani fiziksel gücüyle en uygun silahtı!

 

Kılıç Azizi’nin beyaz kılıcı zarifçe dans ediyordu. Andreas’ın vahşi baltasını karşılamadan önce hafifçe parlayarak güneş ışıklarını yansıttı.

 

İki silah bir anda çarpıştı.

 

Boom!

 

Tozlar yükseldi ve yer çöktü.

 

Andreas dişlerini öyle sert sıktı ki diş etleri zarar gördü.

 

“Pes et. Bana karşı koymana imkan yok.”

 

Nicholas ekşi bir yüz ifadesiyle konuştu. Andreas’ın saldırıları güçlü ve vahşiydi, tereddüt ettiği anda onu ikiye bölecek devasa baltayı bir hiçmişçesine savurabiliyordu. Tuğgeneral seviyesindekibir  adamdan beklenmeyecek bir kudrete sahipti. Ancak, ne olursa olsun kendisi bir Kılıç Azizi’ydi. Krallığın başı olan majesteleri kral tarafından kuzeyi korumak için görevlendirilmiş birisi.

 

Nezaketten uzak hareketleriyle dikkat çeken bir barbara nasıl yenilebilirdi ki?

 

Andreas bir şey söylemedi. Kızarmış gözlerle bir adım çekildi ve baltasını tekrardan savurdu. İkili arasındaki sert mücadele kaldığı yerden devam etti. İkisinin de mana rezervi bitmiş olmasına rağmen, her hareketi sıradan bir insanı bölebilecek kudrete sahipti.

 

VOOOOOO~

 

Andreas’ın vahşi baltası tam Nicholas’ın kılıcına çarpacakken birden yön değiştirdi ve yere çarptı. O esnada Hardbane kampından devasa borazandan çıkan ses tüm savaş alanında yankılanmıştı.

 

“Argh!”

 

Andreas’ın baltası Nicholas’ın ayak parmaklarını yerinden ayırdı. Nicholas acıdan inlerken gözlerini kan bürüdü.

 

“Aptal piç.”

 

Andreas dudak büzdü ve silahını dahi bırakıp, tereddüt etmeden oradan kaçtı. Hareketleri öyle beklenmedikti ki Nicholas’ın kanı donmuştu. Bir generalin arkasını dönüp, çocuk misali kaçmasını idrak edememişti.

 

“…”

 

Neyse ki kendisine gelmesi çok sürmedi. Ne olduğunu anladı. Dişlerini öyle sert sıktı ki diş etleri kanamaya başladı.

 

“Sağ kanat ve sol kanat, merkezle birlikte onları kovalayın! Düşmanın paniğinden faydalanın!”

 

Kükredi.

 

Sesi tüm savaş alanında duyulmuştu.

 

Kaçan Hardbane birliklerinin adımları daha da hızlandı. Taarruz silahları dahi arkada bırakılmıştı, kontrolsüz bir kaçıştı bu! Neil siyah atında atladığı gibi pelerinini savurdu. Subaylar emirlerini tereddütsüzce yerine getirdi. Tüm ordu bir anda kedi görmüş fare gibi kaçmaya başladı.

 

Carl düzensiz bir şekilde kaçan Hardbane birliğine bakarken iç geçirdi. Zamanlama ve oyunculuk kusursuzdu. Tek bir bakışta bile Neil’in Nicholas’ı tamamen analiz ettiği anlaşılabiliyordu. Tüm stratejisi onun kişiliği üzerine kurulmuştu.

 

“ANDREAS OROSPU ÇOCUĞU!”

 

Ayak parmakları yerinden kopmuştu. Nicholas’ın gözleri kanlıydı, arkasına bakmadan kaçan Andreas’ın peşinden koşmamak için kendini zor tutuyordu. Kılıcını tutarken hiçbir şey yapamadı. Sadece kaçışlarını izleyebiliyordu.

 

“Onun… ayak parmakları mı kopmuş?”

 

“Pfft! Krallığın en güçlülerinden de olsan avam kısımdan gelen bir general seni parmağında oynatabiliyor.”

 

“Böyle birisi başımızdayken işimiz yaş. Saldırırken kaçsak mı? O başımızdayken yenmemizin imkanı yoktu.”

 

“Shh~ Sesini alçalt.”

 

Nizami bir şekilde ilerleyen askerlerin söylediklerini duyan Nicholas’ın gözleri kanlandı. Böyle büyük bir aşağılanma soylu kesim tarafından alay edilmesine neden olacaktı. Yıllardır  zorlukla inşa ettiği itibarı birkaç dakika için de yok olacaktı.

 

‘Ne olursa olsun! Onu öldüreceğim!’

 

“Kovalayın onları!”

 

Birkaç subay ona fırsat vermeden bağırdı.

 

“Şuna bak hele, daha kendi askerlerini kontrol atlında tutamıyor.”

 

“Andreas tarafından taklaya getirildi. Askerlerin ona olan bakışları tamamen değişti.”

 

Huu-

 

Süt beyazı kılıç ışığı konuşan askerleri bir anda ikiye böldü. Yumuşak siyah saçlara sahip bir adam, işaret parmağı havada, yüzünde alaylı bir gülümsemeyle ölmüştü.

 

Kılıç ışığının sahibi tabii ki Nicholas’tı. Öfkeden deliye dönmüştü. Zaman kaybetmeden yeri tekmeledi ve kanla kaplanmış ayağını umursamadan Andreas’ın peşinden koşmaya başladı. Arkasındaki binlerce askerde onu takip etmeye başlamıştı.

 

“Ah, harika.”

 

Askerlerini olabildiğince arka saflarda tutan Ronald ordunun hareketini görünce utançla kafasını eğdi. Carl’ın söyledikleri teker teker gerçekleşiyordu ve o da böyle bir şey olacağından haberdardı. Ne yapması hakkında düşünürken Carl ve Oak atlarla birlikte yanına geldi.

 

Oak eskisinden daha canlı bir yüz ifadesiyle atından indi ve Ronald’ın önünde diz çöktü.

 

“Efendim, içerideki casusları temizledik.”

 

“Aferin Oak. Seni daha sonra bolca ödüllendireceğimden emin olabilirsin. Ayrıca büyükbabamdan kabilene erzak yardımı yapmasını isteyeceğim.”  

 

“Cömertliğiniz için teşekkür ederim.”

 

Ronald memnun bir şekilde kafasını salladı ve Carl’a döndü.

 

“Dediklerin eksiksiz bir şekilde gerçekleşiyor, Carl. Sence geride mi durmalıyız? Yoksa, onlara katılıp ölümle dans mı etmeliyiz?”

 

Her şekilde sıkıntıdan kurtulamayacaktı. Eğer ilkini yaparsa, yani geride durursa, generalin emirlerine karşı gelmiş olacaktı ve Nicholas’la diğerlerine bir şey olursa baş suçlu olarak gözükecekti.

 

Ancak ikincisini gerçekleştirirse askerlerini ölüme götürmekten farklı bir şey yapmamış olacaktı. Herkes ölebilirdi. Buna kendisi de dahildi. Emrinde ki binlerce askerle birlikte ölmesi olasıydı. Karşı taraf bunu planladığına göre ağır hasar verebileceklerine, belki de yok edebileceklerine dair güvenleri tamdı.

 

 Carl sessizce yanıtladı, “Buna karar verecek olan kişi sizsiniz. Binlerce kişinin hayatını kurtarmak mı? Askeri Mahkeme tarafından yargılanmak mı?”

 

Her ne olursa olsun ona bir şey olmayacaktı. Kaçak olsa dahi farklı bir ülkeye gittiğinde hayatına sıfırdan başlayabilirdi. Umutsuz bir durum değildi ancak on binlerin ölümüne neden olacaktı. Yapabileceği her şeyi yapmış, Kılıç Azizi’ni Ronald aracılığı ile uyarmıştı. Ancak Kılıç Azizi, Neil’in planlarına uygun hareket etmekte kararlıydı.

 

‘O askerler de Neil’in yerleştirdiği araçlardan ibaretti.’

 

Mana yeminleri çok pahalı olduğundan sadakat kontrolü tamamen komutanlara kalan bir şeydi. Kılıç Azizi ve Martin her ne kadar çok güçlü olsalar da bir liderin özelliklerini taşımıyorlardı. Haliyle onların birliklerindeki askerler ölümüne savaşmıyordu. Ufak bir menfaat uğruna tereddüt etmeden taraf değiştirebilecek insanlardı.

 

Askerlerin yaptığı kızgın yağa su dökmekle aynı şeydi.

 

Nicholas’ı delirtmek için gereken son dokunuşu yapmışlardı.

 

Askerlerin onu küçük gördüğünü göstermek!

 

Ronald bir süre düşündükten sonra kafasını kaldırdı. Gözlerinde kararlı bir bakış vardı. Carl’a döndü ve güçlü bir ses tonuyla konuştu.

 

“Carl! Düşmanın geride bıraktığı yükleri ele geçirmeni istiyorum!”

 

Carl onun aklından geçenleri anlayınca gülümseyerek kafasını salladı.

 

Ronald memnun bir şekilde kafasını Oak’a çevirdi.

 

“Oak, diğerlerine iletmeni istiyorum. Burada kalıp, geri çekilen düşmanların topraklarımıza girmesini engelleyeceğiz. Carl’ın ele geçirdiği silahları kendimiz için kullanacağız. Silahları tepeciklere yerleştirin ve çimenler ile gizleyin. Askerleri de tepeciklerin ardına gizlemelisin. Rüzgarı karşınıza almaya özen gösterin.”

 

“Anlaşıldı efendim!”

 

***

 

Carl yanına aldığı birkaç takım ile birlikte taarruz silahlarını kontrol altına almak için Hardbane birliklerinin bir süre önce terk ettiği kampa geldi.

 

Bir süre önce savaşla yıkanmış alanda sakinlik baş göstermişti. Geride kalan iki bin kişi ise tepenin ardında yaralarını sarmakla ve düşmanı beklemekle meşguldü.

 

“Burada işimize yarayacak sadece birkaç şey var. Sıhhiye çadırındaki ilaçlar, depodaki silahlar ve erzaklar!”

 

Carl ile birlikte gelen yetenekli bir takım kaptanı hızlıca askere emirler yağdırmaya başladı. Carl’la aynı yaştaydı. Oldukça yakışıklıydı ve gözlerinden özgüven fışkırıyordu. Belinde oldukça pahalı gözüken bir kılıç asılıydı.

 

Askerlere emir verdikten sonra Carl’a bir bakış attı ve alayla gülümsedi.

 

“Mancınıkların vidalarını sökün. Silah deposunu yağmalayın ve kazanları ele geçirin.”

 

Carl’ın pek bir şey yapmasına gerek yoktu. O önceden emirlerini yüzbaşılara iletmişti. Sadece denetmen olarak buradaydı.

 

Pek bir şey yapmasına gerek yoktu. Bu yüzden ilgisini çekebilecek tek yere, Neil’in çadırına gitti.

 

Neil’in çadırı kampın ortasındaydı. Sıradan askerlerin çadırından sadece biraz daha büyük mütevazi bir çadırdı. Beyaz renkliydi, günbatımı rengindeki bir bez ile kaplanmıştı. Etrafında küçük çitler vardı.

 

Carl çadırın girişindeki bezi kaldırdı ve içeriye bir bakış attı. İçeriden çıkan yoğun yıldırım aurasını sezebiliyordu. Bedeni bu elektriklenmeye hızlıca tepki göstermişti. Tüyleri diken diken oldu. Ancak su aurası hızlıca tepki göstererek auranın vücuduna işlemesini engelledi.

 

‘Benim yerime sıradan bir asker girseydi… Yıldırım nitelikli mana yüzünden hareket yeteneğini anında kaybederdi.’

 

Yıldırım aurası sinirlerine işlemek istiyordu ancak Carl buna engel olmuştu.

 

‘Güvenliği sağlam. Neil düşündüğümden daha zeki birisi. Elime fırsat geçerse onu astım olarak almak isterim.’

 

Çadırın içi de oldukça sıradandı. Kağıtlarla dolu bir masa, ahşap sandalye ve yer yatağından başka bir şey yoktu. Bir gaz lambası masanın üzerini aydınlatıyordu. Diğer komutan çadırının aksine aşırı derece de sıradan ve düşük bütçeliydi.

 

Carl kaşlarını çattı ve masaya baktı. Dikkatlice masaya yürüdü ve iki çekmeceden birisini açtı.

 

‘Bir tane mi? Hayır…’

 

Çekmecenin içinde yeşil renkli bir kutu vardı. Kutudan yayılan aura yüksek seviyeli bir hazine olduğunu gösteriyordu. Ancak Carl bunu umursamadan çekmecenin üst kısmını yokladı. 


'Buldum.'

 

 






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44441 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr