Bölüm 38: Tarafların Buluşması

avatar
463 6

Hükümdarın Yolu - Bölüm 38: Tarafların Buluşması



Otuz bin kişilik devasa birlik ilerlerken yer titriyordu. Binlerce metre öteden duyulan korkutucu nal sesleri, at arabalarının çıkardığı toz bulutları ve bir kılıç gibi bilenmiş gibi gözüken korkutucu askerler insanın kalbini titretiyordu.

 

Yakından bakıldığı zaman zincir zırhların ahenkli titreşimi duyulabilirdi, güneşi yansıtan deri zırhlar ve aynı zaman da soğuran deri zırhlar bir arada tüm heybetlerini gösteriyordu. At arabalarının tekerleklerinden çıkan gıcırtı sesleri zihinsel bir işkenceden farksız, atların kişneme sesleriyse aynı orantı da boğucuydu.

 

Kalp titreten bu ordunun düzenli ön kısımlarındaki elit piyadeler, süvariler ve okçuların aksine arka safında aynı nizamdan yoksundu. Askerlerin kendi aralarında konuşmaları gıcırtı seslerinin arasına kaynaşsa da duyulabilirdi, gerginlikten dolayı konuşanlardan tut, kendini rahatlatmak için konuşanlar dahi vardı.

 

Askerler aynı amaç için bir araya getirilmiş hayvanları andırıyordu.

 

Hardbane birlikleri sınıra yaklaşmışlardı!

 

Hardbane birliklerine öncülük eden devasa adam kaşlarını çattı ve onu hemen arkasından takip eden subaylara seslendi.

 

“Edgar! Kamp kuruyoruz!”

 

Bağırdığı anda birlik bir anda olduğu yere sabitlendi, subaylar harekete geçti ve çadırlar kurulmaya başlandı.

 

Dağ Kaplanı, Andreas!

 

Bu adam Waterra’nın kuzey bölgesinin kabusuydu. İki buçuk metrelik devasa figürü, güneş yüzünden kararmaya başlamış koyu teniyle oldukça barbar görünüyordu. Yaralarla dolu bir yüzü vardı, üzerindeki parlak gümüş zırha rağmen asaletin izleri yoktu. Asaletle dolu bir aslandan ziyade, düşmanını pençeleriyle parçalayabilecek vahşi bir kaplanı andırıyordu.

 

 Andreas 3. Kolordu’yu yöneten yegane liderdi. Kuzey de ve kuzeybatı da ismi korkuyla anılırdı, kahramanlıkları Güney Hardbane’de çocuklara anlatılırdı. Tümgeneral seviyesinde olmasına rağmen böyle yüksek bir makamda olmasının nedeni buydu.

 

Andreas önüne uzanmış çorak topraklara bakarken derin bir iç çekti. Güzeller güzeli yeşil topraklar kısa bir süre önce yok olmuş, kumların altında kalmıştı. Sonucunda kıtlık yükselmiş, bu savaşa zorlanmışlardı. Nihayetinde her şey hayatta kalmak içindi.

 

O sırada camböceği renkli bir cüppe giyen yakışıklı bir genç adam subayların arasından sıyrılarak yanına geldi ve çorak topraklara doğru bir bakış attı.

 

“Kılıç Azizi’nden beklendiği gibi bizden önce varmışlar.”

 

Andreas çirkin bir ifadeyle ona baktı.

 

“Genç Efendi Neil, majestelerinin emrettiği üzere seferden sorumlu kişi benim. Lütfen yetkiniz sınırları dahilinde hareket edin.”

 

Neil Skayner!

 

Saçları hafif bir esintiyle dalgalanırken özgüvenle taşan gözleri parladı. Kurumuş dudaklarını ıslattı ve ufka doğru baktı. Çok uzakta olmayan bir bölgede kurulmuş kampı hissedebiliyordu. Bu his garip ve heyecan vericiydi.

 

Andreas’ın sözleri üzerine Neil elini salladı ve komik bir şey duymuş gibi gözlerini devirdi.

 

“Eurk, burası senin toprakların General. Ben sadece ismen buradayım, her ne kadar Majesteleri Kral kendimi kanıtlamam için göndermiş olsa da.

 

“İyi o zaman,” dedi Andreas şüpheyle dolu gözlerle. Aslına bakılırsa bir tilkiyi andıran bu genç adamın yanında olmaktan hoşlanmıyordu, onun gibi doğrucu insanların aksine Neil gibi insanlar yalanların arasında yaşardı.

 

Neil hafifçe gülümsedi ve dudaklarını şapırdattı. Andreas gıcık olmuş bir şekilde bakarken Neil’in ifadesi bir anda ciddileşti ve kaşlarını çatarak gökyüzüne baktı. Bir an sonra gök karanlığa büründü ve şimşekler öfkeyle çakmaya başladı.

 

Hemen ardından iri su damlaları yer küreye düştü.

 

“Bu iyi olmadı.”

 

Neil elini uzatırken mırıldandı. Arkasındaki ordu çoktan kaosa düşmüştü, seviyeleri fark etmeksizin paniğe düşmüş askerler kalkanlarını yıldırımdan korunmak için kaldırmıştı. Komik bir görüntüydü ancak sadece orada olmayanlar için.

 

Sıradan halk yıldırımlardan ölümüne korkardı, dindarların korkusu ise apayrı bir seviyedeydi. Tanrılar öfkelenmişti belli, neden onlar bu kadar öfkeliyken savaşmaya devam edeceklerdi ki? Ya onları cezalandırırsalar?

 

Andreas’ta kaşlarını çatmıştı, krallık kâhininden aldıkları güvenceye göre Tanrılar bugün sakin olmalıydı. Hava koşulları savaş için uygun olmalıydı.

 

Askerler panik içindeyken atlar kişnemeye başladı, Andreas dişlerini sıkarak dua etmeye başladı. Kendisi de diğerleri gibi bir dindardı ve Zafer Tanrıçası Shinare’nin sadık bir kuluydu. Shinare Dini, Hardbane krallığının kutsal diniydi ve herkes ona tapmak zorundaydı. Farklı kiliseler ve tapınaklar olsa da kral onlara tapılmasına izin vermiyordu.

 

Zafer Tanrıçası yüce gönüllü birisiydi. Tüm askerler af için ayaklarına kapandığında karanlık aydınlanmaya, güneş ışıkları bulutları delip geçmeye başladı. Kutsal ışığı binlerce askerin üzerine düşerken, askerler ıslak gözlerle gökyüzüne baktı.

 

Buradaki askerlerin neredeyse tamamı halk tabakasından geliyordu, çok az kişinin manaya erişimi vardı. Onlarsa özel birliklerdi. Mana teknikleri ele geçirilmesi çok zor olan şeylerdi, sadece özel insanlar onlara sahip olabilirdi. Orduda bile sadece özel birlikler ve üst düzey subaylar mana tekniğine sahip olabiliyordu.

 

Hardbane’de bile farklı değildi.

 

Neil dakikalar sonra da olsa havanın iyileşmiş olmasına sevinerek Andreas’a döndü ve bir şeyler fısıldadı. Andreas onu duyduktan sonra askerlere döndü ve yüksek bir sesle kükredi.

 

“Zafer Tanrıçası bizim yanımızda! Düşmanların cesetleriyle toprakları gübreleme zamanı geldi!”

 

“Yıkım için hazırlanın!”

 

“İnsanlarımız için!”

 

Devasa baltalı kargısını kaldırdı ve gökleri sarsan kükremesiyle sözlerini askerlerin kalbine işledi. Hâlâ hava koşullarının etkisi altında olan askerler Andreas’ın narası sayesinde motive oldu ve neye odaklanacağını hatırladı, bu motivasyondu!

 

Umutsuzluk gibi umutta bulaşıcıydı.

 

Andreas ordunun merkez kuvvetiydi, ondan çıkacak bir söz savaşın gidişatını tamamen değiştirebilirdi!

 

Neil bunu biliyordu ve bu yüzden ona bu kelimeleri söylemişti. Sadece birkaç cümleyle korkuları sönmüş, yerini sönmek bilmeyen motivasyon ateşi yanmıştı. Amacı gerçekleşiyordu, Waterra’nın güneyini ele geçirdikleri sürece Hardbane’nin yükselişi önlenemezdi.

 

Andreas kükreyen askerlere ardındansa arkasındaki mesafede toplanan toz bulutlarına baktı. Düşman birlikleri çoktan yerine kurulmuş ve pozisyonunu almıştı, Kılıç Azizi’nin ordusu gerçekten farklı bir şeydi!

 

***

 

Bayırın tepesinde konuşlanan askerler çadırları kuruyordu. Kampta asılı duran bayraklar rüzgar eşliğinde dans ediyordu, birçok birlikten toplanan ordu kınından çekilmiş bir kılıçtan farksızdı.

 

Devasa komutan çadırının ortasında, rütbeli subaylar ve generaller strateji toplantısına çoktan başlamıştı. Beyaz kaşlı yaşlı Kılıç Azizi koltuğunda yaslanmış, önünde tartışan generallere baygın bir bakışla bakıyordu. Onların yavaştan hiddetlendiğini görünce koltuğuna dayalı beyaz kılıcı hafifçe okşadı.

 

Yıllardır ona eşlik eden dostu bakışlarını hissetmiş gibi hafifçe titredi.

 

“Yeterli, düşmanla çarpışmadan kendi aranızda kavga etmeye başladınız!”

 

Kılıç Azizi’nin sözlerinin ardından çadır bir anda sessizliğe gömüldü. Otuza yakın üst subay çıt çıkarmadan Kılıç Azizi’nin söyleyeceklerini bekledi. Hepsi bir araya gelmiş olsa da ondan emir almıyorlardı, Kuzey Kolordusu’nun birkaç generali vardı burada sadece! Geri kalanların hepsi kuzey-batı da Lulaterra birliklerine karşı savaşıyorlardı.

 

Hardbane ve Waterra savaşacakken diğer ülkelerin oldukları yerde beklemesi mümkün değildi, Lulaterra tereddüt etmeden sınır tacizlerine ve Sınır Ordusu’nu diken üzerinde tutmaya başlamıştı.

 

Bu yüzden Kılıç Azizi birliklerinin bir kısmını Sınır Ordusu’na destek olmasını, ardından son sürat savaşa destek olmak için geri dönmesini emretmişti.

 

“Politik meseleleri savaş alanından uzak tutun, sizi aptallar! Burada ülkenin kuzey bölgesinin ve yüzbinlerce vatandaşın hayatı söz konusu, ufak bir hatada vereceğimiz kayıpların haddi hesabı yok!”

 

Kılıç Azizi netti. Gözleri kapalı olsa da sesi güçlüydü ve insanın önünde eğilmek istemesine neden oluyordu. Bir Korgeneral olarak gücü bir okyanus kadar namütenahiydi, krallıkta karşısına çıkabilecek çok az figür vardı.

 

Güçlü bir markiden daha aşağı değildi!

 

Kılıç Azizi, su kadar dingin sarı saçlı adama ve bir alev gibi patlamaya hazır olan turuncu saçlı adama baktı. Bu kişiler artık bir Albay olan Ronald Staler ve Anka Kuşu Birliklerinden sorumlu olan Anka Kuşu Generali Martin Canteys’ti! İkili öncü birliklerdendi ve savaşın merkez birliklerinden ikisini kontrol ediyorlardı.

 

Bir albay olan Ronald’ın bu kadar önemli bir göreve getirilmesi garip olsa da, herkes bu ağır sorumluluğun ona yüklendiği için mutluydu. Bu yüzden ses etmediler, hatta onu desteklediler.

 

Ronald hafifçe eğildi ve Kılıç Azizi’ne “Rapor verebilir miyim?” diye sordu. Askerler ile arasındaki yakınlıktan dolayı askerler tarafından saygı duyulan bir figürdü, iki bin kişilik bir muharebe alayını yönetiyordu. Sözleri Anka Kuşu Generali’nden daha önemsiz değildi.

 

“Devam et,” dedi Kılıç Azizi sakin bir ifadeyle.

 

“Yer fazla kaygan, çamur at arabalarının ilerlemesini engelliyor. Ayrıca askerler hızlı hareket ettiklerinden dolayı yorgun… Hardbane birlikleri de benzer durumda, belki de daha kötüler. Ancak bunu sıkıntı etmemek gerekiyor, askerlerin moralini üst düzeyde tutmak birinci önceliğimiz.”

 

“Şuan savunma durumundayız, ilk hamleyi onlardan beklemekte bir sıkıntı yok fakat tedbiri elden bırakmamak gerekiyor. Bir dahi olarak anılan Neil Skayner ve Dağ Aslanı Andreas bu sefere öncelik ediyor, sayı bakımından iki kat fazla olsalar da savunma ve toprak avantajımız var; bu yüzden bölgeyi terk etmeden savunma yapmayı öneriyorum.”

 

Ronald sakin gözlerle masaya yayılmış devasa haritada bir bölgeyi gösterdi, stratejik haritanın önemini bildiğinden büyükbabasından bir tane harita istemişti. Kılıç Azizi’nin neden bir haritanın gücünü ödünç almadığına anlam veremese de pek umursamadı.

 

“Okçuları tepeye yerleştirmeyi öneriyorum, bu gece beklemediğimiz anda bir saldırı yiyebiliriz. Okçular onları gafil avlayacaktır.”

 

Cümlelerini bitirdikten sonra Kılıç Azizi’nin ifadesini inceledi. Çadıra gelmeden önce Carl ona bazı direktiflerde bulunmuştu, onun askeri dehasını anlayan Ronald dediklerine kulak asmıştı. Ve neyse ki Carl dediklerinde yanılmamış, verdiği bilgiler raporlardan topladığı verilerle eşleşiyordu. Bu yüzden ona güvenmeyi seçti.

 

‘Kötü bir amacı yok.’

 

Ronald derin bir nefes aldı ve kendini sakinleştirdi. Bu savaş hayatının dönüm noktası olacaktı, buna emindi.

 

“Katılmıyorum!” diye bağırdı Martin bir anda, ardından Kılıç Azizi’ne döndü ve fikir beyan etmek istediğini söyledi.

 

Kılıç Azizi “Devam et.” dediğinde kafasını haritaya çevirdi ve eliyle Ronald’tan pek uzak olmayan bir bölgeyi gösterdi. Açıkçası harita okumayı bilmiyordu ancak tahminlerinde yanılmıyorsa burada olmalılardı.

 

“Burası. Hardbane ve Waterra arasındaki sınır çizgisi. Aramızda yirmi kilometreden daha fazla mesafe var. Onlar gece saldırısına kalkışsa dahi fark ederiz… Kaldı ki düşman birliklerinin inanılmaz yorgun olduğundan bahsetmiyorum bile! Kendilerini hemen toplayamazlar.”

 

Martin’in sözleri mantıklıydı. Birkaç general ve üstsubay onu anlıyormuşçasına kafasını salladı, Kılıç Azizi ifadesizdi.

 

“Ayrıca okçu birliklerimiz çok yorgun, onları germeye devam edersek moralleri düşecektir. Uzun mesafeli saldırı gücümüzün düşmesinin ne anlama geldiğini biliyorsunuz değil mi?” Martin alayla gülümserken gözlerini kıstı. “Albay Ronald…”

 







Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44450 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr