TAKANIA ARC - BÖLÜM 3: TAKANIA'YA HOŞ GELDİNİZ

avatar
294 1

Zenontalia - TAKANIA ARC - BÖLÜM 3: TAKANIA'YA HOŞ GELDİNİZ


Lowell: “Her şey, on iki sene önce yaşanmıştı. Menorah tekrar toplanmanın eşiğindeydi…”


Lowell cümlesini tamamlayamadan, Griffith atladı. Lowell gözlerini dikerek dinlemeye başladı.


Griffith: “Pardon, sözünü balla kesiyorum ama Menorah ne?”
Lowell: “Lütfen bir daha sözümü kesme, teşekkürler. Menorah: Klan Birliği’nin adı. Bilmiyor muydun?”


Griffith gülümseyerek “Taşra hayatı dostum, bilirsin. Neyse, devam et.” diye yanıtladı. Ardından Lowell tekrar anlatmaya devam etti.


Lowell: “Grin ve Kaze klanları birbirine her zaman savaş açan iki klandı. Bir gün barışıp, ateşkes antlaşması yapmaya karar vermişlerdi. Leviat ve Fayp ülkesinin sınırındaki bir kasabada büyük bir ziyafet, eğlence, tören düzenlenilmiş ve iki klanda toplanmıştı. Tam antlaşma imzalanacakken, Kaze tekrar klanı ihanet etti; öldürdüler, yaktılar, işkence ettiler. Grin klanından ben ve abim dahil, sadece elliye yakın kişi kaldı. Sırf o gün babamla beraber antlaşmaya gitmek yerine, köyde kalmak istedik diye ölmedik… Ayrıca Kaze klanının bu hareketi, Menorah’ın dağılmasını sağlamıştı. ‘Birlik tek klan bile eksilse işine devam etmez, yedi klan olarak kalması şarttır.’ Böyle bir kuralları var. Bana kalırsa gereksiz bir kural.”


Griffith ve Hanae bunları duyduktan sonra dehşete düşmüştü. Ailesindeki herkesin katledildiğini anlatmanın zor ve kötü bir durum olacağını anlamış olacaklar ki, hemen “Böyle zorla anlattırdığımız için üzgünüz.” şeklinde bir tepki vermişlerdi. Griffith konuyu değiştirmek için yine kitaba yönelmişti.


Lowell: “O kitap ne?”
Griffith: “Ah, ben de bir bilsem.”


Lowell kitabı Griffith’in elinden kaptı ve bakınmaya başladı. Lowell "Yardım etmek isterdim fakat bu dil hakkında pek bir fikrim yok.” diyerek kitabı Griffith’e geri verdi. 


Griffith: “Belki de pek bir gizemi yoktur, sadece sıradan bir kitaptır falan.”
Hanae: “Hımm… Belki öyledir, belki değildir bilemeyiz. Kalbini kırmak istemem ama en başından beri, gizem arayan sendin Griffith. Takashi Ito gibi bir lider, neden gizemli bir kitap yazsın ki?”


Lowell kafasını salladı, Hanae’nin dediklerini onaylarmışçasına.


Griffith: “Sanırım haklı olabilirsiniz… Ama yine de kitabın mealini merak etmiyor değilim. Bu dilin okunuşu, Lendor’un bana söylediği cümle gibi geliyor kulağa. Belki aynı dil olabilir adadan döndüğüm zaman ona soracağım.”


Lowell şaşkınlıkla Griffith’e “Bir dakika, okunuşu derken, nerden biliyorsun okunuşunu? Ayrıca kütüphaneden kitap mı çalacaksın? Bir de çok fazla soru olacak ama Lendor kim?” diye sordu.


Griffith: “Yani… Birincisi, kitabı ilk bulduğum gün siyah giyinimli adamın biri bana okumuştu. İkincisi, yani kimse buradan kitap alıp, eve götürdüğümü fark bile etmez. Son olarak…”


Cümlesini tamamlayamadan duraksadı Griffith. Düşünmeye başladı, Lendor tam olarak “neyiydi” diye. Birkaç saniyelik duraksamasından sonra, kendisinden pek emin olmaksızın cümlesine devam etti.


Griffith: “Son olarak, Lendor benim abim. Başka sorusu olan?.
Lowell: “Peki, şu siyah giyinimli adamı bulup rica edelim okusun kitabı?”
Griffith: “Aptal, o kadarını sence ben düşünemiyor muyum? Adamı gemide bir daha bulamadım yer yarıldı içine girdi sanki…”
Hanae: “Ufak atışmanıza son verin.” 


Tam Lowell konuşmaya girecekken geminin kornası yüksek bir şekilde çaldı. Geminin kornası genelde önemli bir şey olduğunda çalardı. İki ihtimal vardı, ya gemi bir yere çarpacaktı ya da Takania Adası geminin görüş alanına girmişti. Griffith, Hanae ve Lowell koşa koşa güverteye çıkıp etrafa bakındılar. Ada gözüküyordu. Neredeyse bir buçuk aydır hiçbir kara parçası görmemişlerdi. Sadece uçsuz bucaksız bir deniz görmek, bir süre sonra cidden can sıkıcı ve bunaltıcı olmaya başlamıştı. Bu yüzden adayı gören Griffith, uzun süre sonra kara parçası gördüğü için, etekleri zil çalmıştı. 


O sırada Ginleo, Lowell’i görüp yanına doğru hafif adımlarla geldi.


Ginleo: “Bu veletlerle mi takılmaya başladın, Lowell?”


Lowell, Ginleo’nun sorularını gülümseyerek cevapladı.


Lowell: “Yani velet demen pek mantıklı değil yaşıt sayılırız...”
Ginleo: “Kes, yaşıtım değilsiniz. Sorumu cevapla.”
Lowell: “İyi insanlar aslında biraz konuşsan anlarsın, geçen gün gereksiz yükseldiğini düşünüyorum.”
Ginleo: “Ne düşündüğün umurumda bile değil. Neyse ne, ben kamarama geri dönüyorum.”


Ginleo adayı gördüğü için heyecanlanmamış gibi gözüküyordu, kamarasına geri dönmüştü. Lowell bu manzara karşısında, Griffith ve Hanae’ye çok mahcup olduğunu hissetmişti. 


Lowell: “Abimin kusuruna bakmayın. Onun adına ben özür dilerim.”


İkili “Sorun değil.” diye cevapladı. Ardından, Griffith yukarı çıkarken kitabı unuttuğunu fark etti. 


Griffith: “Kitabı kütüphanede unutmuşum. Hemen alıp geleyim.”
Lowell: “Merak etme zaten beş dakika falan kitabın yanından ayrıldık, kaybolacak değil ya?”


Griffith koşarak merdivenlerden indi, kütüphaneye yöneldi. Kapının ucundan baktığında kütüphane bomboş gözüküyordu, garipsemişti Griffith. Adımını kütüphanenin içine attığı zaman, tüm vücudunda ürperme hissetti. Sıcak yaz gününde aniden bastıran yağmurun yarattığı etki gibiydi hissettiği. Baş dönmesi yaşadı; eli, ayağı boşaldı. Gür ve ürpertici bir ses işitmeye başladı. “Yaşamından feragat etmeyen, ebediyete varan yolu göremez…” Bu cümle Griffith’in kafasının içinde yankılanıyordu, durmaksızın. 


Hanae usulca Griffith’e doğru yaklaştı. Griffith donakalmıştı. Hanae’nin omzuna dokunmasıyla, irkilip kendine gelen Griffith, az önce yaşadığını kelimelere dökememişti. 


Hanae: “İyi misin, Griff? Kitabı bulamadın galiba, vakit yok çabuk eşyalarını hazırla. Gemi birazdan karaya yanaşacak. Biz güvertede, seni bekliyoruz.”


Olayın hâlâ şokunda olan Griffith, “Ta… Tamam.” diye geçiştirdi Hanae’yi. Aceleyle kamarasına gidip eşyalarını alıp, güverteye çıktı. Hanae ve Lowell’i gördü, sırada hayli önlerde oldukları için, yanlarına gidip sırayı bozmak istemedi. Adadan eve geri dönerken, yine aynı gemiye bineceğini biliyordu, bu yüzden geri dönerken kitabı alabileceğini düşündü. 


Griffith’de gemiden inip, karaya ayak bastıktan sonra etrafına bakındı, Lowell ve Hanae gözlerde gözükmüyordu. Sırada önde oldukları için ilk o ikisi aşağı inmişti. Büyük bir ihtimalle, öğretmenler falan çağırmıştı onları. Bu esnada uzun boylu, göz bebekleri bembeyaz -kör olduğundan dolayı- biri yanına geldi.


???: “Efendi Constantine, yolculuğunuz nasıl geçti?”


Griffith şaşırdı. Hemen dönüp, “Pardon? Ben Constantine değilim, beyefendi. Karıştırdınız galiba.” dedi.


???: “Ne, değil misiniz?”


O sırada adam kafasını yukarıdan aşağıya doğru hareket ettiriyordu, Griffith’in vücudunu baştan aşağı süzdüğü anlaşılabiliyordu.


Griffith: “Bayım, siz iyi misiniz?”
???: “Kabalığımı mazur görünüz, ben Rohan. Sizi, Efendi Constatine sandım. Kusura bakmayın, içinizdeki Xent akışı çok hızlı ve benzer.”


Başta içinden “Ne akışmış arkadaş! Durduk yere başıma bela açıyor!” diye saydıran Griffith, adama hemen karşılık verdi.


Griffith: “Ben de Griffith, tanıştığıma memnun oldum. Peki… Sormamın mahzuru yoksa, bana benzettiğin Constantine de kim?”
Rohan: “Kendisi…“


Rohan cümlesini tamamlayamadan, Griffith ile neredeyse aynı boyda, siyahı andıran morlukta kıyafet giyen, saçları gri fakat güneş ışığı vurunca parlak beyaz gözüken birisi konuşmaya girdi.


???: “Rohan, bu da kim?”
Rohan: “Efendi Constantine, bu çocuğu Xent akışının benzerliğinden dolayı siz zannetmiştim. Affınıza sığınıyorum.”


Constantine, “Benimle benzer mi? İlgimi çekti doğrusu.” diye düşünmeye başladı. Kendisiyle eşit biri onu sinirlendiriyordu ama aynı zamanda bunun ilginç ve harika olduğunu düşünmeden edemiyordu.  Griffith ise nasıl bir durumun içine düştüğünü anlayamamıştı, bundan ötürü kafası oldukça karışmıştı.


Constantine: “Merhaba çocuk, bendeniz Constatine Judou. Senin adın nedir?”
Griffith: “Yani… Ben de Griffith Gushiken. Tanıştığıma memnun oldum.”
Constantine: “Gushiken, ha..? Bu isimde hiç güçlü bir aile duymamıştım.”


Constantine, Rohan’a dönüp “Hah! Hahah!” diye garip bir kahkaha attıktan sonra “Emin misin bunun benle benzer olduğuna?” diyip dalga geçti.


Griffith: “Lan denyo! Kendinden çok emin gibisin?”


Constantine kızmaya başlamıştı, hemen ciddileşerek cümleye girdi.


Constantine: “Denyo mu?! Ben ki, Kral Judou’nun soyundan gelen biri! Gücüm normal Xent Muhafızları’ndan bile katbekat daha fazla; damarlarımda asil, saf, gerçek, soylu kanı akıyor. Kelart Hanedanlığı’nın başındaki sözde soylular benim karşımda boyun eğiyor! Kendimden nasıl emin olmayayım? Asıl soru şu, sen bana layık bir rakip misin, varoş çocuk?!”


Griffith son cümlesini duyana kadar, Constantine’yi umursamamıştı. Aşağılanması onu yeterince sinirlendirmesine karşın, adaya ayak bastığı ilk zamandan olay çıkartmak da istemiyordu. O an tek hissettiği öfkeydi. Ginleo olayından sonra ona benzer, egolu birisinin daha karşısına çıkması öfkesini arttırıyordu.


Aralarındaki çekişmenin başlamasını fark eden Rohan, ikisinin de Xent akışının delicesine arttığını ve etrafındaki kum ve taş tanelerinin yavaş yavaş titremeye başladığını gördü. Rohan, çok büyük bir olay çıkacağından endişelendiği için aralarına girip ikisini de yatıştırmaya çalıştı.


Rohan: “Griffith, Efendi Constantine, lütfen sakin olunuz. Daha ilk günden olay çıkartmanız hoş olmaz. Adanın kuralları çok sert; hangi mevkide olursanız olun, ne kadar güçlü olursanız olun, adanın eğitiminden men edilebilirsiniz.”


Bunu duyunca Griffith ve Constantine bir anda duruldu. Constantine bunun üstüne hafif bir gülüş attı.


Constantine: “Haha! Griffith, merak etme, eğer güçlerimiz ‘gerçekten’ eşitse zaten elemelerde karşı karşıya gelebiliriz. O zamana kadar daha da güçlen ki, seviyeme birazcık daha eriş, tabii erişebilirsen…”


Constantine, bu lafından sonra arkasını döndü, Rohan’la beraber gözlerden uzaklaştı. 


Olayın hemen ardından Hanae, öteden koşarak geliyordu. Hanae’nin kendisine seslenmesiyle birlikte, Griffith, Hanae’ye doğru yöneldi. Koştuğu için nefes nefese kalan Hanae, biraz toparlanınca hafif sinirli bir şekilde konuşmaya girdi.


Hanae: “Yine birileriyle kavga ediyordun, değil mi? Uzaktan bile anlaşılıyordu. Ayrıca, o da kimdi?”
Griffith: “Nereden bileyim, tüm manyaklar beni buluyor... Kendisinin ‘Judou Kralı’nın kanını taşıdığını, benle gücünün kıyaslanamaz bir biçimde fazla olduğunu falan söyledi, boş yaptı yani. Ha, bir de varoş olduğumu iddia etti!” 
Hanae: “Judou mu? O krallık yıkılalı, yıllar olmamış mıydı..?”


Griffith, Hanae’ye karşı şaşkınlıkla baktı.


Griffith: “Krallık mı? Yani… Ben onu bir klandan falan sanmıştım… Bu soylulardan da nefret ederim zaten, az buçuk sözü geçiyor diye kendini beğenmiş gibi davranıyorlar!”


Griffith’in işitemeyeceği bir sessizlikte, kendi kendine “Şey, ben de soylu sayılırım aslında ama neyse…” dedi Hanae.


Uzakta kalabalık oluştuğunu gördüler. Ne olduğunu merak edip, beraber kalabalığın yanına doğru gittiler. Otuza yakın kişi çember şeklinde durmuştu. Aralarına girip baktılar, iki kişi ölümüne dövüşüyordu. Büyük ihtimalle kalabalığın toplanma sebebi de dövüşü izlemekti. 


Griffith, dövüşenlerin hareketlerini takip etmeye çalışıyordu. Ancak sağa sola hızlıca kafasını döndürmekten, başı dönmüştü. Yavaşça Hanae’nin kulağına fısıldamaya başladı.


Griffith: “Neredeyse onları göremiyorum, çok hızlılar.”
Hanae: “Eğitimimiz bitince biz de böyle olacağız. Yani umarım…”


Adamların ikisi de bir anda dövüşmeyi bırakıp kılıçlarını birbirinin boğazında durdurdu. Sonrasında kılıçlarını kınılarına koydular ve etraflarına bakınmaya başladılar. Adamlardan birisini öne çıktı; saçı boynuna geliyordu ve ayrıktı, kirli sakallı, sert bakışlı birisiydi. Elini yumruk şekline getirip ağzına doğrulttu ve “Öhöm, öhöm…” gibi bir ses çıkarttı. Herkes pürdikkat izliyordu.


???: “Galiba herkesin dikkatini çektik, öyleyse başlayalım. Benim adım Uther, yanımdaki de William. ‘Akin’ seviyesinde bir muhafızız. Ne olduğunu bilmeyenler vardır elbet; Akin, eğitmenlerin rütbesidir. Her neyse, bu adanın belirli kuralları var, bunları açıklayacağım. Benim açıklamam bitene kadar susun. Ufacık bir ses duyarsam eğitiminiz daha başlamadan biter. Bir daha adaya eğitim için gelemezsiniz. Anlaşıldı mı?”


Oradaki kimse Uther’in “Anlaşıldı mı?” sorusuna cevap vermedi. Konuşmanın devamını beklermiş gibi bakıyorlardı. Uther, cevapsız kalmalarına sinirlenip bir anda yükseldi.


Uther: “ANLADINIZ MI DEDİM?!”


Herkes irkilmişti, aynı anda “ANLAŞILDI!” diye bağırdı. Bunun üzerine zafer kazanmış gibi gülümseyen Uther, konuşmasına devam etti.


Uther: “Tamam, kuralları sayıyorum...
Birinci kural: Adada öğrendiklerinizi dışarıdan başka kimseye anlatmayın veya öğretmeyin!
İkinci kural: Kavga etmek yasak. Tartışmak yasak değil fakat kavga boyutuna yaklaşırsa ceza alırsınız.
Üçüncü kural: Adanın sınırları içerisinde, herhangi birini kasten ağır yaralamak ve öldürmek yasak.
Dördüncü kural: Ahlak dışı davranışlar sergilemek yasak. Hey, ahlak kurallarını bilmeyen var mı?
Eğer varsa beşinci kural: Ahlak kurallarını bilmiyorsanız, adadan şutlanırsınız.
Altıncı kural: Herhangi bir öğretmene, en ufak bir karşı gelme yasak.
Yedinci kural: Aylaklık edip, eğitimlere katılmadan, burada yaşayabileceğinizi sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Burada kalmak isteyebilirsiniz ancak geldiğiniz zaman eğitimi tamamlamanız şart. 
Sorusu olan varsa, elini kaldırsın ve önce adını söyleyip sorunu sorsun.”



Kumral, kıvırcık saçlı, ince gözlüklü, gür sesli çocuğun biri, söz istemek için elini kaldırdı.


Uther: “Sen, kıvırcık söyle!”
Urien: “Adım Urien ve takımlar neye göre ayrılacak?”
Uther: “Güzel soru… Aslına bakarsan bir şeye göre değil. Canımız nasıl isterse.”
Urien: “Yani, rastgele mi?”
Uther: “Belki rastgele, belki en güçlüler bir takıma, en güçsüzler diğer takıma… Bilemeyiz.”

Ginleo kendi kendine “Hah! Çok saçma bir sistem…” diye söylendi, tabii ki duyulmuştu da.


Uther: “Efendim? Duyamadım da tekrarlar mısın?”


Ginleo durup, biraz düşündü. Uther’a “Haaayır,  galiba şu an bir hata yapıyorum ve sessizlik hakkımı kullanmak istiyorum.” dedi. İkisi, birazcık bakıştıktan sonra, Uther devam etti.


Uther: “Peki, sorularınız bittiyse yarın sabah takımları açıklayacağız. Adadaki ilk gecenizi tek başınıza, ormanda geçireceksiniz. Kurtlara yem olmamaya çalışın, ertesi sabah görüşmek üzere.”





Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44718 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr