Bölüm 17: Kalbine tutun…

avatar
399 0

The Zombie Knight Saga - Bölüm 17: Kalbine tutun…



Çevirmen: Lucius

 

Bölüm 17: Kalbine tutun…

 

Kruvazör şimdi bükük bir ayaklık ile tutunmuş, gaz deposunda çimle kaplı bir göçük ve kayıp bir sol aynası olmasına rağmen Hector yoluna devam etti. Kaskı bir yumurta gibi çatlamıştı ve kafasının üzerinde esen rüzgarı hissedebiliyordu.

 

Çok geçmeden benzin almak için durdu. Yeni bir kask almak için mağazaya baktı ama hiç bulamadı.

 

‘Belki de sadece başlığını kullanmalısın.’ diye önerdi ölüm meleği .

 

Ç.N: Hatırlatma olsun diye söylüyorum. Başlık, atölyede yaptığı. Kaskı ise adamdan motorla birlikte satın aldı.

 

Hector arka tekerin üstündeki çantasına uzandı ve başlığı çıkardı. Sağ üstteki şakağın karşısındaki iri oyuk aniden ona Geoffrey ile olan dövüşünü hatırlattı.

 

‘Tekrar düşündüm de, belki de kullanmamalısın.’

 

Hector dudaklarını kenara doğru büktü. ‘Ben sanırım… hmm…’ Avucunu metale bastırdı ve yavaşça kesiğin üzerine getirdi. Elinin ardından ayrılmış metal dolmaya başladı. Tamamen dolduktan sonra, elini kaldırıp yaptığı şeye baktı. Kendi demirinin başlığın üstündeki metalden daha koyu olduğu aşikardı, bu yüzden dışarıya doğru yayılan demir parçacıklarıyla bir tür pürüzlü iz gibi görünüyordu.

 

Garovel başını eğdi. ‘Hey, ne zamandan beri bunu yapabiliyorsun?’

 

‘Ah… sanırım daha şimdi. Aslında gerçekten işe yarayacağını düşünmemiştim…’ Bir parmağını üzerine bastırdığında demir zangırdadı. ‘Ah, bu esnek ama. Tamamen düzgünce kaplayamadım…’

 

‘Oh, öyleyse neden komple her şeyi kaplamıyorsun?’

 

‘Ha?’

 

‘İçine doldurmak yerine, tamamen demirden bir katman ekle.’

 

Gözlerini kırptı. ‘Bu harika bir fikir…’ Derin bir nefes aldı ve tamamen koyulaşıncaya kadar elini başlığın her yerinde gezdirdi. Önceki oyukların hiçbiri artık görülmüyordu. Yeni kaplama hızlıca yapışmış, katı bir demirden kütle haline gelmişti. “Wow… artık çok daha ağır fakat çok daha sağlam…’

 

‘Artık o kadar bok gibi de görünmüyor.’

 

Hector bir kahkaha patlattı. Başlığın içini de kaplamayı düşündü ancak zaten yeterince sıkı olduğundan vazgeçti. Ne var ki çene tarafına daha yumuşak köşeler ekledi.

 

‘Hmm. Demirinle başka neler yapabilirsin?’

 

‘Ah… gerçekten bilmiyorum…’

 

‘Sıfırdan bir şeyler yaratmayı dene. Başlığının bir kopyası gibi mesela.’

 

Kaşları bu fikir üzerine kalktı ancak başıyla onaylayıp başlığını çantaya geri koydu. Bir süre ellerini birbirine sürttü sonra sanki aralarında görünmez bir top tutuyormuşçasına ellerini yavaşça ayırdı.

 

Zamanla, cildinin üzerinde tozun görünmeye başladığını gördü, toz halinde toplanıyor ve sonra küçük bir tepe oluşturup yükselen kum taneleri gibi daha büyük kütlelere dönüşüyordu.

 

‘Vay be.’ dedi Garovel. ‘Gerçekten metal boklar sıçmaya başladın.’

 

‘Öyle görünmü…’ Kaşlarını çattı. ‘Aslında öyle görünüyor…’ Topağı elinden saldı ve kaldırıma değmeden önce parçalandı. ‘Belirli şekilleri yapmak çok zor.’ Dedi. ‘Bir şeylere ince bir katman eklemek çok daha kolay.’

 

‘Sanırım bu beklenen bir şey.’ dedi Garovel. ‘Bir resmi bakarak çizmek veya baştan tamamen yeni bir resim çizmekteki farklılık gibi. Ama yeteneğin kesinlikle gelişiyor. Ve demir kaplama son derece yararlı olabilir. En fazla ne kadar tabaka oluşturabiliyorsun?’

 

‘Bir bakalım.’ Hector önündeki havayı kucaklıyormuşçasına kollarını uzattı. Odaklandı ve metal parmak uçlarının etrafında dönmeye başladı. Demir toz birbirine toplandı, elleri parlak metalle kaplandı, bileklerinden ilerleyip dirseklerine ulaştı. Ancak omuzlarına ulaşmadan durdu. Gözlerini kapattı ve kafasını salladı. ‘Sanırım en fazla bu kadar yapabiliyorum…’

 

‘Güzel. Beni etkilemeyi başardın, Hector.’

 

‘G-gerçekten mi?’

 

‘Evet. Tabii kendi metaline kollarını hapsetmediysen.’

 

Sırıttı ve demiri yok etti. Kollarını uzatıp parmaklarını çıtlattı.

 

‘Bu arada, şuradaki insanlar seni izliyor.’ Garovel Hector’un arkasındaki pompa istasyonunu işaret etti, dört kişiden oluşan bir aile çeşitli derecelerde kafa karışıklığıyla aval aval bakıyordu.

 

Hector kızardı. “Ah… Ben şey yapıyordum… şey…”

 

‘Gidelim mi?’

 

‘E-evet.’ Başlığını taktı ve benzin istasyonundan ayrılmadan önce aileye yapmacık bir bakış attı.

 

Başlığında, kaskında olduğu gibi bir vizör yoktu, bu yüzden üstüne gelen rüzgara gözlerini kısarak bakmaya alışmak zorundaydı.

 

Üstünde dönen harflerle ‘Yılan Alemi’ yazan büyük yeşil tabelaya sahip bir eğlence parkına rastladı. Burasının var olduğunu dahi unutmuştu. Bu yer yılankavi hız trenleri ve yılan sergileriyle ünlüydü. Çocukken buraya gelmek istediğini hatırladı.

 

Parkı görebilmeleri başkente yakın oldukları anlamına geliyordu ve gerçekten on dakika bile olmadan uzaktan Sescoria’nın gökdelenlerini gördü. Birkaç banliyö kasabası hala yollarındaydı, ancak çok geçmeden arkasında kaldılar.

 

Şehre girerken trafik arttı, duruşunu sertleştirerek yolu daha dikkatli izlemeye çalıştı. İlk kavşakta yavaşlayarak durdu. ‘Peki, kraliyet sarayına nasıl gideceğim?’ Yeşil ışığın yanmasını beklerken sordu.

 

‘Kraliçe sarayda yaşamıyor.’ Dedi Garovel, ‘Belgrant Kalesi’nde kalıyor.’

 

‘Oh… saray ne için peki?’

 

‘Törenler, uluslararası karşılamalar ve bunun gibi şeyler için. Ancak eminim ki isterse sarayda da yaşayabilir. Akrabalarından bazıları muhtemelen orada yaşıyordur.’

 

‘Ha?’

 

‘Memleketini gerçekten daha iyi tanıman gerekiyor, Hector.’

 

‘Ben, ah… evet, haklısın.’

 

‘Belgrant Bulvarı’nı görene kadar devam et sonra da sağa dön. Bizi doğrudan oraya götürecektir.’

 

Hector daha önce sadece bir kez, yıllar önce ilkokulda bir okul gezisi için Sescoria’da bulunmuştu. Çok bir şey hatırlamıyordu. Sadece bazı müzeler, eski bir şövalye anıtı ve içinde aceleyle koşturan insanların olduğu kuleli sarayın kendisini hatırlıyordu. Şehir merkezinin bu bakımdan benzer olduğunu keşfetti. Yayalar ve araçlar sokakları doldururken, mükemmel silindirik olmasa da, düz çatılı ve kemerli pencereli binalar her yerdeydi.

 

Mavinin çok sık kullanıldığını fark etti. Gök mavisi tuğlalar, soluk mavi ahşap, Belgrant Kapısı’na doğru yaklaşırken kaldırım bile hafifçe maviye dönüyordu.

 

Hector’a göre, Belgrant Kalesi kesinlikle bir saraydan daha az etkileyici değildi. Çitlerin kalın beyaz çubuklardaki boşlukların arasından tüm bloğa yayılan yemyeşil bahçeyi ve bir fıskiyenin merkez geçitini ana girişe kadar böldüğünü görebiliyordu. Sarayın kendisi çok kuleli bir yapıydı, dört kata kadar çıkıyor, her iki ucunda da Atreyan bayraklarını dalgalandırıyordu. Kalenin arkasında ayrıca küçük bir göl olduğunu duymuştu ancak bulunduğu yerden bunu göremiyordu.

 

Yoldan geçenler ona garip garip bakmaya başladığından, başlığını çıkarıp kolunun altına koydu.

 

Giriş kapısının önünde iki sıra olduğunu gördü: biri araçlar diğeri ise yayalar içindi

 

Garovel’e baktı. ‘Plan ne?’

 

‘Ben durumu öğrenirken, sen de burada bekliyorsun.’

 

‘Bu plan bok gibi.’

 

‘Tartışmak yok. Sana ihtiyacım olursa söylerim.’

 

‘Zamanında sana nasıl ulaşacağım peki? Güpegündüz çitlere tırmanarak mı?’

 

‘Evet.’ Garovel Hector’un omzunu kavradı. ‘Televizyona canlı yayına çıkıp kaleye zorla girip girmemen umurumda değil. Kıçını kaldırıp oraya girecek ve beni koruyacaksın.’

 

Hector gücün içinde aktığını hissetti. Derin bir nefes alıp bir kahkaha patlattı. “Tamam, yapacağım.” Üzerine daha da rahatsız edici bakışlar çekerek konuştu. Ani enerji vücudundaki her bir kası arzuyla doldurdu. ‘Bu güç artışı ne kadar sürecek?’

 

‘Tekrar yenilememden önce en azından bir buçuk saat dayanması lazım. Dolayısıyla çok gecikmem.’

 

Çitlere tekrardan baktı ve sayısız korumanın etrafta devriye gezdiğini gördü. ‘Beni habersiz bırakma.’

 

‘Elbette.’

 

-+-+-+-+-

 

Korumalar cesedi saklama dolabına sıkıştırılmış olarak buldular. Bunun Mark Stockon adında genç bir adam olduğunu söylediler. Onu hatırlıyordu. On yedisini aşmamış bir hizmetçi çocuktu. Sık sık yemeklerini getirirdi. Bunun tesadüf olmasından kuşkuluydu.

 

Helen sessiz görüşmelerinin geri kalanını iptal etti. Zamanın artık onun müttefiği olmadığını anladı. Ayrıca Mehlsanz yanından ayrılmayı reddetti, görünüşe göre katile şans vermek istemiyordu.

 

Kocasını yatak odalarının hemen dışında buldu. Konuştuğu kişiyi gönderdi ve onu odaya itip kapıyı arkasından kapattı. “Bir şeyi bilmem gerekiyor ve hemen bilmem gerekiyor” dedi.

 

Kral doğruldu ve bakışlarıyla karşılaştı. “Evet?”

 

“Beni öldürtmeye çalışan kişi sen miydin?”

 

İfadesi altüst oldu. Gözlerini kırptı ve ağzını açtı ancak tereddüt etti. Bir süre sonra gözleri daraldı. “Bu yüzden mi benden son günlerde hep uzak durdun? Bununla alakam olduğumdan mı şüpheleniyorsun?”

 

“Evet.”

 

Kaşlarını indirdi ve kısa bir kahkaha attı. “Açık sözlülüğünden her zaman hoşlanmışımdır.”

 

“Neyin bu kadar eğlenceli olduğunu görmüyorum.” dedi. “Tanrıça şahit olsun ki, William, eğer bana karşı olan bir kinin yüzünden o çocuğu öldürttüysen, o zaman ben—“

 

“Ben öyle bir şey yapmadım! Nasıl olur da düşünebilirsin benim öyle?” Dalgın bir şekilde kendini durdurdu. Derin bir nefes aldı ve alnını kaşıdı. “Hayır, anlıyorum. Bu tam senlik, öyle değil mi? Herkesten şüphelenmek. Sanırım öyle de olmalı. Ama yemin olsun ki bununla hiçbir alakam yok. Hiçbir şeyiyle.”

 

“İkna et beni.” dedi Helen.

 

İfadesi sertleşti. “Peki. Benden şüphelenmek için sebeplerin ne öyleyse?”

 

Bu sefer tereddütte olma sırası ondaydı. “Öncelikle… benimle evlenmek istemedin.”

 

“Helen, bu çok uzun zaman önceydi…”

 

“Sebep neydi? Ya da sebepler? Bana doğruyu söyle, William.”

 

Kısa bir süre gözlerini yerde gezdirdi, tekrardan ona bakarken kaşlarını çattı. “Senle tanıştığımızda benim başka bir kadına karşı hislerim vardı. Halk tabakasından biriydi. Ailem bunu onaylamadı ve evliliğimi seninle ayarladılar.”

 

Tanıdık bir hikayeydi bu. Kardeşi David de benzer bir şey yaşamıştı, ancak o evlilik ayarlamamış, daha doğrusu, kadını kendinden o kadar çok nefret ettirmişti ki kadın evlenmeyi reddetti. William’e gelince Helen ona inandı. O günlerde, özellikle de ailesinin etrafında ne kadar çekingen olduğunu hatırlıyordu.

 

“Sana hiçbir zaman kin tutmadım.” konuştu. “Derin bir nefes aldı. “Hatta, aslında b-ben… hayatımda başka birini daha sevmedim.”

 

Helen’in gözleri genişledi ve kızardı.

 

‘Bekle, ne?’ Mehlsanz ikisinin arasında uçuyordu. ‘Ne diye kızarıyorsun? Bu adamla yıllardır evlisin zaten.’

 

Helen doğru kelimeleri bulmakta zorlandı. “Bu şekilde hissettiğini fark etmemiştim…”

 

“Genellikle sana duygularımı anlatmakta zorlanıyorum…”

 

‘Benimle dalga mı geçiyorsunuz?’

 

“William, Ben de… seni seviyorum.”

 

‘Bekle, bu bir oyun, değil mi? Bir şekilde onu kandırmaya çalışıyorsun.’

 

Kral gülümsedi.

 

Kraliçe de gülümsedi.

 

‘Hasiktir, bu bir oyun değil.’

 

Helen’in gülümsemesi zayıfladı. “Ayrıca hiç çocuk istemediğim için benden nefret ettiğini düşündüm.”

 

“Aslında, ben de hiç istemiyordum.” konuştu. “Elbette ailem bir varislerinin olmasını istiyordu, ancak o sıralarda onları üzmekten oldukça memnundum.”

 

‘Ne oluyor lan burada?’ dedi Mehlsanz. ‘Binada bir katilin dolaştığını hala hatırlıyorsun, değil mi? Nathaniel’i de sayarsan birden fazla hatta.’

 

Bu Helen’in dikkatini kendine getirdi ve William’a tekrar baktı. “Eğer bu işten sorumlu olan kişi sen değilsen, o zaman en muhtemel şüpheli Gabriel.”

 

Kral gözlerini kırparak ona baktı. “Gabriel mi?”

 

“Nathaniel şarabımı zehirledi.” dedi. “Onun suikastçi olduğunu başından beri biliyordum, ancak kimin onu beni öldürmesi için ikna ettiğini henüz bilmiyorum.” William’ın bir şeyler düşündüğünü görebiliyordu.

 

Bir elini şakağına bastırdı. “Gabriel… evet… Aylardır beni yayılma hareketine destek vermem için ikna etmeye çalışıyordu. Onu dinlemediğini düşündüğünden seninle bu konuda konuşmamı istemişti.”

 

“Çünkü dinlemiyorum.”

 

“Seni, kendi kız kardeşini… öldürtecek kadar ileriye gitmişse milliyetçiliği düşündüğümden daha güçlü olmalı.” Doğruldu. “Bu her şeyi değiştirir. Teyzemle tekrar görüşmem gerekiyor. Büyük ihtimalle Gabriel hakkında benden daha çok şey biliyordur.” Kapıya doğru ilerledi.

 

Helen yaklaştı. “Bunu yapmadan önce, Lynnette Edith adındaki bir muhafıza beni görmeye gelmesini söyleyebilir misin?”

 

“Lynnette Edith mi?”

 

“İnsanların beni onunla görmesini istemiyorum, ancak ona verdiğim bazı emirleri değiştirmem gerekiyor.”

 

Başını salladı. “Pekala.”

 

Bir an duraksadılar, aniden konuşmanın bittiğini fark edip kapının önünde durdular. Ardından Kral onu öptü ve bunu uzattılar.

 

“Lütfen dikkatli ol.” dedi.

 

“Sen de.” Sonra gitti.

 

Helen kızarmış yüzünü tutarken kapıdan uzaklaştı ve Mehlsanz'a bakmamaya çalıştı.

 

‘Ne kadar sevimlisin sen.’

 

Duruşunu sertleştirdi. ‘Sadece işbirliği yaptığından emin olmaya çalışıyordum.’

 

‘Hayır, öyle yapmıyordun.’

 

‘U-uluslararası seyahat ettiğimizden sürekli ayrı kalıyoruz. İlişkimiz çok-çok—ah, kendimi sana niye ispatlamaya çalışıyorum ki?’

 

Mehlsanz sadece güldü.

 

‘Affedersiniz.’ başka bir ses duyuldu.

 

Döndüklerinde, pencerenin yanında ikinci bir ölüm meleğinin süzüldüğünü gördüler.

 

‘Böldüğüm için özür dilerim, ama bir şey sormak... Dur biraz. Sen Mehlsanz değil misin?’

 

‘Evet benim.’ Başını eğdi. ‘Garovel?’

 

‘Beni hatırlıyorsun. Öyleyse Kraliçeyi dirilten sendin?’

 

‘Kesinlikle.’

 

‘Öncü’nün kraliyettekileri canlandırmayı huy edineceğini düşünmemiştim. Bununla ilgili bir kural yok muydu? Dünyayı çok büyük ölçüde etkileyebilirdi falan?’

 

‘Öncü’den ayrıldım.’ dedi Mehlsanz.

 

Garovel daha yakına süzüldü. ‘Neden?’

 

‘Uzun hikaye. Kraliçeyi diriltmek, Öncü’nün beni avlamasını engellemek içindi.’

 

‘Seni öldürmek mi istiyorlar?’

 

‘Artık öylece ayrılmamıza izin vermiyorlar. İşler orada olduğun zamanki gibi değil, Garovel. Kendimi ona bağladım çünkü artık beni öldürürlerse onu da öldürmüş olacaklar.’

 

‘Ah.’ Garovel Kraliçe’ye baktı. ‘Sizinle tanışmak benim için bir zevk, Majesteleri.’

 

Helen başını salladı. “Bilmukabele.”

 

‘Burada ne işin var?’ dedi Mehlsanz.

 

‘Kraliçeyi dirilten kişinin onun gücünü kötüye kullanacağından endişeliydim. Durumun böyle olmadığını görmek beni rahatlattı. Yoksa öyle mi?’

 

‘Tabii ki değil. Bir hizmetkar getirdin mi?’

 

‘Getirdim.’

 

‘Ne kadar güçlü?’

 

‘Neden soruyorsun?’

 

Mehlsanz tereddüt etti. Garovel ile Kraliçeye baktı. ‘Köşeye sıkışmıştım. Beni öldüreceklerdi. Anlıyor musun?’

 

‘Anlamıyorum. Ne demeye çalışıyorsun?’

 

‘Öncü benim peşimden gelmeyecek.’ dedi. ‘Fakat artık... Fesih muhtemelen Öncü'nün Atreya'yı ele geçirmeye çalıştığını düşünüyor.’

 

“Hanımefendiye bir ödül verin.” dedi yatak odası kapısının arkasındaki ses. Kahya gibi giyinmiş bir adam içeri girdi. Yanında bir ölüm meleği vardı. “Gerçekten de bu yüzden geldik.”

 

 







Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 43991 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr