Cilt 5 - Bölüm 25: Balayı Evi (1/2)

avatar
150 2

Start - Kapının Ardındaki Dünya - Cilt 5 - Bölüm 25: Balayı Evi (1/2)


At arabasının geçebilmesi için çalılar ve ağaçlar yoldan çekilmiş, dallar gidecekleri yeri göstermiş, ormanın ufak ev sahipleri onlara eşlik etmiş ve kuşlar cıvıltılarıyla ormanın sihrini kulaklarına işlemişti. Konuştukları yaşlı ağacın tüm orman üzerinde böyle kuvvetli bir kontrole sahip olduğunu düşünmek çılgıncaydı. Yaşadıkları sihir ancak masallarda görebilecekleri fakat ormanın normalmiş gibi sergilediği muazzam bir fenomendi.


Islak çimenlerin üstünde berrak bir akarsuyun önüne dek sürdüler. Akarsuyun karşısında zemin sarı ve kuru ağaç yapraklarıyla döşenmişti ve yaprakları sararmış ve yer yer kızarmış kayın ağaçları ilerlemeye kaldığı yerden devam ediyordu. Ağaçların hemen dibinde odunlarla inşa edilmiş tek katlı bir kulübe vardı ve köylerde sık görüldüğü üzere tuvalet kulübenin dışına harici olarak inşa edilmişti.


“Köprü kırılmış,” dedi Meryu. “Ya da buna ne kadar köprü denebilirse.”


Akarsuyun üstüne konulmuş bir tahta parçası insanların karşıya ıslanmadan geçebilmesi için bir köprü görevi görüyordu ama ikiye yarılmış ve ortasından suya gömülmüştü. Yine de suyun berraklığı yüzen balıklara dek görebilmelerini sağlıyor ve derinliğin yürüyerek geçmeye uygun olduğunu gösteriyordu. Ayrıca köprü olmasa bile üstünden atlamak çocuk oyuncağı olurdu. At arabası karşıya geçerken biraz bile zorlanmayacaktı.


“Orman sessizleştiğine göre gelmiş olmalıyız,” dedi Yu at arabasını akarsudan geçirerek.


Evin kütükleri zamana yenik düşüp çürümeye başlamıştı. Orman kadar eski gözüktüğünü söylese yalan olmazdı. Kütüklerin arkasından gelen büyüyü de hissediyordu. Yalnızca ev değil, orman da büyüyü ona iletiyor manasını harekete geçiriyordu.


“Korkuluğun gözleri sanki bizi takip ediyor.” Akarsuyun yanından geçerken Meryu, Yu’nun solunda oturuyordu. “Kuşları mı korkutmaya çalışıyor yoksa insanları mı? Bize saldırmaya çalışmasın…”


Korkuluk samandan değil de etten yapılmış da ardından belli olmasın diye doğal malzemelerle kaplanmış gibiydi. Artık kullanılamayacak kadar kötü durumda olan insan kıyafetleri giyiyordu. Yağmurun sürekli yağıp onu yıkamasına rağmen kötü kokuyordu ve başındaki hasır şapka rüzgârla uçmak üzereydi.


Yu kızın endişelerini gidermek için omzunu sıvazladı ve korkulacak bir şey olmadığını söyledi. Korkuluk endişelendiği şeyleri yapabilecek olsaydı Yu’nun gözleri görürdü.


At arabasından indiler ve ufak bir bayırın üstüne inşa edilmiş eve baktılar. Eve çıkmak için birkaç basamaklı bir merdiven kullanılıyordu ama basamakların hepsi hasarlıydı ve bazıları tamamen kırılmıştı. Yine de basamaklar olmadan dahi eve çıkması zor değildi. Sıkıntı evin kapısını çaldıklarında duvarların üzerlerine çökecek kadar eski gözükmesiydi ama orman onları buraya getirmişse evin güvenli olduğuna inanabilirdi. Sivina goblinleri öldürerek ağacı kurtarmıştı ve ağaç kendisine yapılan iyiliğin karşısını iyilikle ödemeliydi.


Yu kapıyı çaldı. “İyi günler, bizi ormanın içindeki konuşan ağaç gönderdi. Dostane amaçlarla geldik.” Ev üzerlerine çökmemişti ama cevap da gelmiyordu. “Bay Yuzarsef’i arıyoruz. Konuşan ağaç bize yardım edebileceğinizi söyledi. Ormandaki şeytanı bulup öldürmemiz gerekiyor. Şeytanın insanlara sıkıntı çıkarmasından endişe ediyoruz.”


Cevap veren yoktu. Evin büyüsü içeride canlı biri varsa bile manasını bastırdığı için Sivina şu anda duvarların arkasında kimse var mı söyleyemezdi.


“Belki tuvalettedir ya da dışarı çıkmıştır?” Meryu kapının önünden ayrılıp evin yanındaki harici tuvalete doğru seslendi. “Bay Yuzarsef! Tuvalette misiniz? Evet demeniz yeterli!”


Meryu’nun fikri insanlar tüm günlerini evde geçirmek mecburiyetinde olmadığından ve aradıkları kişi bir maceracı olduğundan oldukça mantıklı geliyordu. Aradıkları adam şu anda ormanın ilerisinde bir yerlerde olabilirdi ve belki birkaç gün evine uğramazdı.


İşin özeti burada uzun süre beklemek zorunda kalabilirlerdi ve bekleyeceklerse yemek yiyip dinlenerek bunu yapabilirlerdi. At arabasından masaları çıkarıp yemeği hazırlamakla başlayacaklardı.



Hemen yanlarında su ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri akarsu olduğundan yemek için uygun bir yerdi ve sonbaharın renklerine bürünmüş ağaçlar da manzarayı güzelleştiriyordu. Yağmur yağmadığı sürece huzurlu bir yemek yiyecek ve sıcak aile ortamları pekişecekti.


Hem kat ettikleri uzun yolda yemek yiyemedikleri için karınlarını doyurmaya ihtiyaçları vardı. Hem de evin sahibi geceyi ormanda geçirmeye karar vermezse az sonra güneş batacağı için evine dönecekti ve yemek esnasında onunla karşılaşma olasılıkları yüksekti.


“Öyleyse yemek yiyelim,” dedi Sivina. “Biz yerken Yuzarsef eve gelirse konuşuruz.”


Yu “Öyle yapalım,” dedi ama yemeğe yardım etmek yerine evin etrafında dolaşmaya başladı.


Ormanın hemen yanında olduklarından ve canavarların ormandaki varlığını bildiklerinden Sivina onu uyarma ihtiyacı hissetmişti ama sonra Yu’ya çocuk muamelesi yaparsa Salderough’tan sonra kırılan gururunu incitebileceğini düşünerek endişelerine rağmen vazgeçti. Ona dolaşıp kafasını toparlaması için müsaade etti ve Meryu ile birlikte yemeği hazırlamak için at arabasına indiler.


Bastıkları kuru yapraklar ayaklarının altında çıtırdarken Sivina yemeği hazırlamakla kalmayıp aynı zamanda Meryu’nun eğitimi hakkında düşünüyordu. Kızın asıl alanı büyücülüktü ama Sivina büyücü olmadığı için onu sadece silahlar konusunda eğitebilirdi. Potansiyelini boşa harcadığını düşündüğü için üzülüyordu.


Kılıç ve mızrak da kötü değildi tabii ki ve bir gün hayatını kurtarabilirdi fakat büyü öğrenip kendini asıl alanında geliştirebilmesi için de bir şeyler yapabilmek isterdi. Belki cevap Yu’daydı. Yu büyücülere en uzak şey olsa da Büyücülük Akademisinin kütüphanesinde zaman geçirmişti ve Yurine için kitaplara bakmıştı. Toprak büyüsünü detaylıca inceleyeceğini zannetmiyordu ama bilgi edinmeyi seven meraklı bir adamdı ve Meryu’ya yardımcı olabilecek birkaç şey bildiğinden emindi.


Ama gerçekçi düşündüğünde Yu’nun birkaç kelimeden fazla yardım edemeyeceği ortadaydı. Üstünden iki sene geçmişti ve bildiği çoğu şeyi unutmasına yetecek kadar olay yaşamıştı.


Geçmişe baktığında iki senenin yarısını o olmadan geçmişti ve onunla geçirdiği günlerin yalnızca sonlarında âşık olmuştu. Geçmişe gidip Rolderhelm hakkında düşündüğünde Yu ile maceracılar loncasında ilk tanıştığı gün ve takip eden Kızılşapel macerası ulaşamayacağı kadar uzak gözüküyordu. Sanki geçmiş hiç yaşamadıkları bir dünyaydı ve hiç yaşamayacakları günlere ilerlerken var olan tek gerçeklik bugündü. Zaman aklının almayacağı kadar garip ilerliyordu.


“Gelecekte de günler aynen böyle geçecek ve geçmiş günleri hatırladığımda zamanın hızı karşısında ürpereceğim. Cennet umarım o günleri gösterir.”


Sebze ve meyveler Meryu’nun büyülü metal kutusu sayesinde bozulmamıştı ve tamamen taze olmasa da sorun olmadan tüketebileceklerdi. Su da tatlı ve içilmeye uygundu. Tadını taze ete kıyasla sevmese de kurutulmuş et stokları mevcuttu ve güzel bir akşam yemeği yiyeceklerdi.


“Sivina!”


Çağrıldığı gibi yaptığı işi hemen bırakarak ne olduğunu bile önemsemeden Yu’ya koştu. Aklından geçen binlerce felaket senaryosuna karşı kılıcını çekti ve göz açıp kapayıncaya dek kocasının yanında bitti. Meryu neler döndüğünü anlamasa da tehlikeden korkup istifini hiç bozmayan Karabaş’ın yanına sığınmıştı. Oysa kız, köpeği korumaya daha uygundu.


Yu evin yanındaki tuvaletin arkasında incinmeden duruyordu, kılıcı bile kınındaydı. Sivina korkacak herhangi şey olmadığını anladığında rahatladı ve hemen telaşa kapıldığı için gülmeye başladı.


“Niye beni korkutuyorsun ki?” Rahatlayan kalbi onu Yu’yu öpmeye itti. “Yine canavarın teki saldırdı zannettim. Bana seslenirken sakin olabilirsin, kaçmıyorum.”


“Özür dilerim.” Parmağını önünde durduğu pencerenin üstüne koydu. “İçeriye bak, ne görüyorsun?”


Camın arkası kırmızı renkli bir perdeyle kapatılarak içeriyi gizlemiş olsa da ufak bir aralık vardı ve Sivina aralıktan baktığında odayı görebiliyordu.


Tabii ışığın yetersiz olması yeterince iyi bir görüş sağlamıyordu ve bakabilmek için pencerenin önünde durduğunda dışarıdan gelen az miktardaki ışığı da engelliyordu. Yine de birkaç şey görmesine yetecek kadar aydınlıktı. Pencerenin hemen önünde bir masa, masanın üstünde kartlar, aynaya benzeyen bir nesne ve kitap vardı. Masanın yanında bir dünya küresi, kürenin önündeyse bir dolap vardı. Odada başka bir dolap daha görüyordu ve odadaki diğer pencerenin önünde bir yatak vardı. Abartısız şekilde odanın kitaplar ve kâğıtlarla dolu olduğunu söyleyebilirdi.


“Görmem gereken ne var?” diye sordu.


“Yere bak.”


Sivina yere baktı, yine kitap ve dağılmış kâğıtlar gözüne çarptı fakat onlar haricinde kırmızı halının üstünde biri yatıyordu. Karanlık olsa da canlı olmadığını görebiliyordu. Vücudu kararmıştı ve artık yalnızca şeklen insandı.



“Ruhunu göremiyorum, ölmüş.”


Ceset yeni gibi gözükmüyordu ama uzun süredir buradaysa kötü kokması gerekirdi. Sivina çürümüş vücutların nasıl koktuğunu biliyordu ve duvarlar bu kokuyu engellemeye yetmezdi. Belki de ceset o kadar uzun süredir buradaydı ki en sonunda koku bile kaybolmuştu. Peki kim ölü bir vücudu odanın ortasında terk edip kaybolurdu ki?


“Bu gibi durumlarda bazı insanlar çok iyi bir hareket yaparlar,” dedi Yu’yu elinden tutup çekerek. “Hiç görmemiş gibi yapıp yolumuza devam edelim. Bizim sorunumuz değil.”


“Yapamayız.” Yu’nun baktığı diğer pencereler perdeyle kapanmıştı. “Ağaç iyi biri olduğunu söyledi. En azından iyi bir adamın naaşına saygı göstermemiz ve hak ettiği şekilde gömmemiz gerekir.”



Ölülere gösterdiği saygının birazını da karısına gösterip sözlerini dinlemesi gerekirdi. Yu kendisine her karşı çıkışında aklına evlenmeden önce konuştukları geliyor ve ne yapılması gerektiğine karar veren kişi olmasını istediğini hatırlıyordu. Bir eş olarak verilen sözlerin tutulmamasına kırgındı ama Yu adına mutlu olması gerektiğine inanıyordu. Değiştirmek için ne kadar zorlarsa zorlasın onun karakteri buydu ve Sivina, Yu’nun yapması gereken şeyin ne olduğunu bilmesinden hoşlanıyordu. Fikirlerinde net bir adam olmasa ve ne yapacağını hiç bilmese bu hoşuna gitmezdi. Tabii arada sırada karısına danışmalı ve fikirlerini almalıydı. Bazen de tamamen karısının dediğini yapması gerekiyordu. Aradaki dengeyi tutturmalıydı.


“Sivina abla, ne oluyor?” Meryu yanlarına gelip konuşulanları işitse de açıklamaya ihtiyaç duymuştu.


“Sanıyoruz ki evin sahibi ölmüş,” diye kısa bir açıklamada bulundu. “Ceset hâlâ içeride durduğuna göre evde birinin olduğunu da zannetmiyorum. Birisi de gelmeyecek. Biraz daha doğuya ilerlersek ormandan çıkıp istediğimiz rotaya girebileceğimizden bir kerelik başımızı belaya bulaştırmayarak yolumuza devam etsek ne olur ki?”


“Kulağa tehlikeli geliyor.” Kız geri adım attı. “Senin dediğin mantıklı ama içeriye girmek de istiyorum. Ağaç bizi buraya getirdiyse öylece gitmemizi istemiş olamaz.”


Onları aksine iddia edemeyecekti ve Yu’ya istediklerini yapmasında izin verirse psikolojisine iyi geleceğine inanıyordu. Böylece kapının önüne geçtiler ve Yu sol eliyle kilidi parçaladı. İçeri girdikleri gibi kalkan toz bulutu halıların üstündeki küfle birlikte burunlarına hücum etti ve nefes alabilmek için evden uzaklaşmak zorunda kaldılar.


Karabaş bile içeri girdikten sonra hapşırmıştı ve köpeğin hapşırığı komik sesler çıkaran bir oyuncağın üstüne basılmış gibiydi. Hayvan kendini toparlayana dek birkaç kez daha hapşırdı.


“Sen en iyisi dışarıda kal,” dedi köpeğe ve burunlarına bez bağlayarak içeri girdiler. Köpek emre itaat etmemiş ve onları takip etmişti. İlk yaptıkları şey perdeleri çekip pencereleri açarak evin içine ışığın girmesini sağlamak ve havalandırmaktı. Havalandırmak konusunda başarıya ulaşsalar da akşamüstü olduğundan ışığın pek de onlara yardımcı olduğunu söyleyemezdi. Yine de loş olmasına rağmen bir şeyler görmelerine yetecek kadar aydınlıktı.


Eskimiş halılar bastıkça gıcırdayan parkenin üstündeydi, duvarın ortasında evi ısıtmak için büyük bir ocak vardı. Oda sadece biri üstüne oturulacak durumda olan üç sandalye ve ortadan ikiye yarılmış masa haricinde boştu. Burası için salon kelimesini kullanabilecek olurlarsa içerideki eşya eksikliğini misafirlerin az olmasına bağlayabilirdi.


İçeride tek bir kapı vardı ve ya doğrudan cesedin bulunduğu odaya açılıyordu ya da o odaya girecekleri koridora fakat evin yapısına bakıldığında o kapının ardında bir yerde Yuzarsef’in vücudunun olduğu kesindi.


Sivina kapıyı Yu’dan önce açıp ardında tehlike varsa yüzleşmek için önüne geçmeyi denedi fakat Yu da aynı şeyi düşünmüş ve ondan önce kapıyı açmıştı. Canını hiç umursamadan koridora girmesi Sivina’yı sinirlendirdi.


“Salak gibi hareket etme,” diye uyarmak zorunda kalmıştı.


Kapının hemen sağında bir küvet ve evi ısıtan ocağın diğer yarısı vardı. Kapalı bir perde koridora ışığın girmesini engelliyordu ve Yu kırmızı renkli perdeyi çektiğinde havada süzülen tozlar ışıkla parıldamıştı. Cesedin bulunduğu odanın kapısı da karşılarındaydı.


“Yuzarsef?”


Nereden baksalar çürümüş bir ses, kılıçlarını hiç orada içinde olmamış gibi kınlarından çekmelerine yol açtı. Çelikleri havadaki tozu yardı ve koridorun kör yönüne doğruldu.


“Seni yaşlı hayat kadını fışkırığı! Sonunda benimle yüzleşmeye cesaret ettin demek! Zincirlerimi çöz de bacılarını nasıl şarıl şarıl yapıyorum göstereyim! Senin tüm sülalenin ırzına geçeyim!”


Koridorun kör noktasındaki kişi ya da şey nasıl bir varlık olduğunu hem sesi hem de kelimeleriyle belli etmişti. Meryu köpeğe gidip kontrol etmesini söyledi ama Karabaş, Yu’nun yanında durmaya devam edince iş başlarına düştü.


“Yuzarsef! Pezevenk baban annenden sonra seni de mi sattı? Nereye gittin, çık karşıma!”


Kıvrımlı koridoru ilk dönüşlerinde bir kapıyla, ikinci dönüşlerinde de konuşan varlıkla karşılaştılar. Başka bir kapının yanında, koridorun son bulduğu yerde duvara iki kolunun bileğinden asılmıştı. Vücudunun alt kısmı yoktu ve kalan kısımlar sadece çürümüş kemikten ibaretti. Yine de yerde yeni akmış gibi gözüken kan lekeleri vardı.


“Siz Yuzarsef değilsiniz orospu çocukları! Yuzarsef nerede? Benimle yüzleşmeye korkup sizi mi gönderdi? Önce sizi sonra da onu geberteceğim!” İskeletin bayağı kötü bir ağzı vardı. “Belki de kadınları kendime al-”


Yu siyah kılıcını iskeletin başına vurdu ve çürümüş kafatasını yardı. İskelet konuşmayı bırakmış, daha doğrusu konuşma kabiliyetini tamamen yitirmişti.


“Neden bunu yaptığımı sorgulamayacağınızı varsayıyorum,” dedi Yu iskeletten kılıcını çekerken. “O şey tam olarak ne olursa olsun yaşamaması daha iyi. Ruhunun rengi siyahtı.”


Ruhunun rengi ne olursa olsun Sivina iskeleti öldürmesine bir şey demezdi ama Yu’nun kılıcının ruhları yiyebiliyor olması kulağa iyi gelmiyordu. Sadece basit bir çizik bile ruhu içine çekmesine yeterliyse elinde tuttuğu silah zannettiğinden tehlikeliydi.

-------------------------

06.05.2023 - 18.00






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44356 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr