Cilt 5 - Bölüm 3: Salderough 3 (3/3)

avatar
207 2

Start - Kapının Ardındaki Dünya - Cilt 5 - Bölüm 3: Salderough 3 (3/3)


Gece hafif bir rüzgâr ensesini üşütse de sabah güneşin doğacağını ve astığı çamaşırları kurutacağını biliyordu. Yıldızlar bile bunu söylüyormuş gibi parlıyordu ve köpekler bunu söyler gibi uluyordu.

 

“Babaanne! Babaanne!”

 

Köpeklerin ulumasının aksine torununun çığlığı başka bir sebeptendi. Hem babasını hem annesini kaybettiği için ona olması gerekenden çok daha nazik davranmış, istediği şeyleri yaptırmak için sürekli bağırmaya alıştırmıştı. Eğer yakın zamanda bunun yanlış olduğunu anlamazsa onu dize getirmek için eski zamanlardan kalma en etkili eğitim yöntemine başvurmak zorunda kalacaktı.

 

Evet, sağlam bir tokadın yola sokamayacağı, eğitemeyeceği bir çocuk yoktu. Dedesi, babasını böyle eğitmişti; babası da onu böyle eğitmişti ve o, kendi oğlunu böyle eğitmişti. Oğluna verdiği eğitim bugün yaşamıyor olsa da onu gurur duyulacak bir evlada çevirmişti. Şimdi torununa da aynı eğitimi verecek ve onu da gurur duyduğu bir adama çevirecekti.

 

Torunu “Bitti! Gel sil!” diye bağırdı tekrar. “Bitti diyorum! Bitti! Bitti!”

 

“Yeter be çocuk! Yeter be!”

 

Sepetin içinden aldığı son çamaşırı da mandallarla ipe tutturduktan sonra hızlı adımlarla küçük ahşap tuvalete doğru yürüdü. Torununa dişlerini fırçalatıp uyuttuktan sonra çamaşırları asmayı tamamlayacak, yarının yemeği için malzemeleri hazırlayacak ve kendisi de yatacaktı.

 

Tuvaletin kapısını açtı ve içerideki laftan anlamaz çocukla karşı karşıya geldi. “Artık götünü silmeyi öğren,” dedi azarlayıcı biçimde. “Evlendiğinde de karına mı sildireceksin?”

 

Çocuğun yüzü kızarırken Ayulke poposuna su vurmaya başladı. Hayat onun için zordu. Annesi yoktu, babası yoktu, köyde arkadaşlık edeceği çok fazla çocuk bile yoktu. Gerçi köyleri bir anda çok fazla göç almış ve yeni insanlar, dolayısıyla yeni çocuklar gelmişti. Belki yarın onunla birlikte aşağı iner ve arkadaşlık edebileceği birilerini arardı. Torununun yalnız büyüyor olması, Ayulke’nin canını yakıyordu. Evlat sevgisi ayrıydı ama torun sevgisi bir başka tatlıydı ve onun en iyi şekilde yetişmesini istiyordu.

 

Torununu dışarı çıkarttıktan sonra içeriye haylaz bir köpeğin girip etrafı pisletmemesi için tuvaletin kapısını kilitledi. Son zamanlarda buradaki köpek nüfusu da artmıştı. Birkaç ay önce iki köpek kedisini parçaladığı için onları sevmiyordu.

 

“Hadi dişlerini temizle bakayım,” dedi torununa.

 

Torunu yine dik başlılığa başlamıştı. “Sabah temizledim zaten!”

 

“Dişlerini temizlemezsen olmaz, hepsi çürür sonra, hiçbir kız beğenmez seni.”

 

“Beğenmesinler! Bana ne! Sabah temizledim!”

 

Elini kaldırdı ve avucunun içini gösterdi. “Şimdi geliyor beş kardeş! Koş!”

 

Çocuk tokat korkusuyla evin içine fırladı ama biraz sonra su ve üstünde nohut büyüklüğünde macun sürülmüş fırçasıyla geri geldi. Küçük şeylerde sesini yükseltmesi onun bir şeyler yapmasını sağlamak için yetiyordu ama daha büyük şeyler için onu yaşken eğitmezse büyüdüğünde asi bir genç olabilirdi.

 

“Oyalanma bakayım.”

 

Torunu dişlerini fırçalamaya başladığında Ayulke de çamaşırlarına döndü. Havanın çamaşırları kurutacak kadar sıcak olduğu son günlerdeydi, yakında kıyafetlerin kuruması için evin içinde uzun süre geçirmeleri gerekecekti ve evin içine çamaşır asmaktan hiç hoşlanmıyordu. Belki de dışarıda çamaşır kurutabildiği son günlerde bundan yararlanmalı ve nevresimleri de yıkamalıydı. Evet, yarın sabah işe başlayacak ve sonbahar hazırlıklarını tamamlayacaktı.

 

“Bitirdim,” dedi çocuk. Bir elinde diş fırçası, diğer elinde bardak vardı. Bardağı ağzına götürüp içindeki suyla gargara yaptıktan sonra yere tükürmüştü.

 

“Aferin, gel buraya,” dedi Ayulke. Onu alnından öptü. “Şimdi doğru yatağa, birazdan gelip kontrol edeceğim. Uyuduğunu görmezsem bozuşuruz.”

 

Çocuk başını sallayıp evin içine koştuğunda Ayulke yıldızlara baktı. Yorulmuştu. Yorulmuştu ama yaşadığı sürece koşturmacası devam edecekti. Son iki hırkayı da ipe asarken yarın yapacağı şeyleri düşünmeye başladı. Sonbahar gelmişti ve onun hemen ardından kış gelecekti. İçinden bir ses kışın diğer tüm kışlardan daha ağır geçeceğini söylüyordu, şimdiden tüm erzakları hazır etmeliydi.

 

Ama yaz onlar için kolay olmamıştı. Askerler ilkbaharda savaşa giderken onlardan erzak ve para aldığı için yazın kazandıklarını biriktiremeden tüketmeleri gerekmişti ve sonbahara biraz hazırlıksız girmişlerdi. Kış geldiğinde ellerinde, geçmiş tüm kışlardan daha az yiyecek kalacaktı. Erken davranıp şimdiden stok yapmazsa o az sayıda yiyeceği de bulamayabilirdi.

 

Aslında biraz çabayla yiyecekler de bulunurdu. Yeni ekinler yetişir, ağaçlar yeni meyveler verir ve koyunlar yeni kuzulara gebe kalırdı ve bu kışı zor atlatsalar da sonraki kışlarda karınları doyardı.

 

Fakat kaç kış geçerse geçsin yeri dolmayacak tek şey vardı, oğlu. Üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin oğlunu düşünmek hâlâ yüreğini burkuyordu. Çok sevdiği kocasını da kaybetmişti ama oğlunun kaybının yanında kocasının kaybı hiçbir şeydi. Bin tane kocayı, tek bir oğula hiç düşünmeden feda ederdi.

 

“Babaanne!”

 

Gözlerinden akan yaşı kıyafetine silerken torunu birden arkasında belirdi. Yaşlı olduğu için bu ani çıkış kaldıramayacağı kadar fazlaydı, yerinde zıpladı ve ödü patlamak üzereyken arkasını döndü. Torununu gördüğünde içi biraz rahatlamıştı. Yine de kızacaktı.

 

“Sana gidip yatmanı söylemedim mi? Niye ayaktasın? Ne diye bağırıyorsun!”

 

Artık tokatla eğitime geçmesi gerekiyordu. Ona vurmak için elini kaldıracaktı ki çocuk avucunu açıp yıldızların saçtığı ışıkla parlayan altın parayı ona gösterdi. Üzerinde önceki krallardan birinin resmi vardı ve yalnızca bir altın paraydı ama kışı atlatmalarına çok yardımcı olurdu.

 

“Onu nereden buldun?” diye sordu çalmış olabileceğinden korkarak.

 

Çok sevdiği torununun bir hırsız olmasını istemiyordu, böyle bir çocuk yetiştirmiş olmak istemiyordu. Gerçekten sağlam bir tokadı hak etmişti ama bugün iki kişi dışında kimseyle görüşmediklerini hatırladığında çalmış olabileceği fikrini kafasından attı.

 

Bugün sadece Yu ve Sivina isimli gençlerle konuşmuşlardı ve Yu gitmeden önce ona yardımlarının karşılığında para vermek istemişti. Ayulke tabii ki bu parayı reddetmişti çünkü yaptıklarını karşılık bekleyerek değil, insanlık adına yapmıştı.

 

Biraz da sıkılıyordu ve evin içinde farklı sesler duymak istiyordu ama bu başka meseleydi.

 

Tahmin ettiği gibi “Yakışıklı ağabey verdi,” dedi çocuk. “Onun gibi olabilir miyim? Çok parası vardı, kesenin içinde gördüm. Zengin olmak istiyorum!”

 

“Şşş! Sus bakayım! Utanmıyor musun milletin cüzdanına bakmaya?” Çocuğu kulağından tutup eve sürükledi. “Bir daha sakın görmeyeyim başkasının cüzdanına baktığını. Ayıp! Bakılmaz öyle! Başkasından para da alınmaz!”

 

“Ama! Ne yaptım ki?”

 

Bugün birinin cüzdanına bakan yarın başka şeylere de bakardı. Ona nelerin ayıp olup olmadığını artık öğretme vakti gelmişti. Evin içine girdiği zaman çocuğun önünde diz çöktü.

 

“Dinle; insanların cüzdanına bakılmaz, odasına bakılmaz, özel şeylerine bakılmaz. Bunlar ayıptır. Birilerinden para da alma, sen kimseye muhtaç değilsin, tamam mı?”

 

Çocuğun elinden parayı alsa da bu dersi vermesi gerekiyordu. Evet, herkes gibi onların da paraya ihtiyacı vardı ama bunu başkaları üzerinden elde etmeye, sürekli başkalarının elinden bir şeyler beklemeye alışmamalıydı.

 

“Benim yüzümden mi ağladın?” diye sordu torunu.

 

O gelmeden önce oğlunu düşünerek ağladığını unutmuştu. Demek ki fark etmeden fark edilecek kadar çok ağlamıştı.

 

“Özür dilerim,” dedi sonra. “Bir daha ne bakacağım ne de alacağım. Söz veriyorum.”

 

“Senin yüzünden ağlamadım,” dedi ona sarılırken. “Yarın ne yemek yapayım sana, söyle bakayım?”

 

Çocuk düşünmeden cevap verdi. “Tavuk çorbası.”

 

“Başka bir şey istemezsin zaten.”

 

Bu sefer odasına kadar eşlik etmiş ve yatağa yatırmıştı. Çoraplarını çıkarıp üstünü iyice örttükten sonra iyi geceler demek için öptü ve çıkmak için ayağa kalktı.

 

“Benim yanımda yatsana,” dedi çocuk tam da odadan çıkacakken.

 

“Tamam, sen uyu, ben geleceğim.”

 

“Gel ama.”

 

“Geleceğim dedim.”

 

Kapıyı kapatıp odadan çıktı. Yemeklerin suyunu şimdiden kuyudan çekip mutfağa koyacaktı ama önce aldığı altın parayı kendi yatağının altına sakladı. Yarın meydana inip gerekli şeyleri almak için kullanacaktı.

 

“İçinin güzelliği yüzüne yansımış,” diye düşündü bugün yolcu ettiği çocuk hakkında. Verdiği para o kadar yardımcı olacaktı ki sevinmeden edemiyordu. O kız için de seviniyordu, kendine koca olarak cömert bir adam bulmuştu.

 

Yarın torununa tatlı yapmayı düşünerek eline su kovasını aldı ve dışarı çıkıp bahçedeki kuyuya yöneldi. Genç bir kızken kuyunun önünde kocasıyla yaptığı şeyleri hatırladığında gülümsedi, eski zamanlara geri dönmeyi her geçen gün daha çok hayal eder olmuştu.

 

Kuyunun ipini sarkıtacağı kovaya bağlarken rüzgâr köyün olduğu taraftan esti ve dans eden kızıl bir parıltı gözünü aldı. İlerideki evlerden birisi yanıyordu. Sonra kendi evinin yolunda bir gölge gördü. Aralarındaki mesafe azaldıkça gölgelerin sayısı önce ikiye, sonra üçe çıktı.

 

“Kim geliyor?” diye bağırdı kovasını sıkıca tutarken.

 

Köyde bir evin yanışı hayırlı değildi tabii ama gecenin bir vakti gelen gölgeler daha hayırsızdı. Acaba yangını haber vermek için mi geliyorlardı? Yoksa başka bir şey mi olmuştu?

 

Ama ne olursa olsun bir haberi iletmek için üç kişi gelir miydi? Başka bir şey olmalıydı, belki de eşkıyalar köyü basmıştı.

 

Daha sonra gölgelerin sayısı ikiye düştü. Ona üç kişinin geldiğini düşündürten şey gölgelerden birinin anormal özelliğiydi. Gelen şeyin… Gelen canavarın dört kolu vardı.

 

Ellerinden üçünde üç kılıç taşıyordu ve biriyle de bir adamı elinden tutup sürükleyerek yanında getiriyordu. Canavar yaklaştıkça parlayan kızıl gözlerini gördüğünde bacakları titremeye başladı, dili tutuldu ve yerinden kıpırdayamaz oldu. Evin içine koşmak istiyordu ama yapabilecek olsa bile o canavarın torununa yaklaşmasını istemediği için yapamazdı.

 

Peki ya ne yapmalıydı? Ne yapacaktı? Korku düşünmesine engel oluyordu. Kaçması gerektiğini biliyordu ama titreyen bacaklarına söz geçiremiyordu. Ölmek istemiyordu.

 

Canavar tamamen çitlerin önüne geldiğinde evin içinden bir çığlık yükseldi. Refleks olarak başını çevirip baktığında torununun pencereye çıktığını gördü. Dört kollu canavara bakıp çığlık atıyordu.

 

“İÇERİ GİR! KAÇ!” diye bağırdı ve sonra üzerine düşen şeyle birlikte yere yığıldı.

 

Torunu hiç duymamış gibi çığlık atmaya devam ederken ilk başta canavarın üstüne atladığını zannetmişti ama sadece taşıdığı adamı fırlatmıştı. Taşıdığı kişiyse Yu Zao’nun bölgeyi ele geçirişinden sonra köye gelmiş olan Rhaea rahibiydi. O adam, Yu ve Sivina’nın nikâhını kıymış, onları evlendirmişti.

 

“Valarfin…”

 

Ölüme olan korkusuna rağmen tek düşündüğü torunuydu. Onun kaçmasını, uzaklaşmasını, yaşamasını istiyordu ama bunları sağlayacak bir gücü yoktu. Kendini bile koruyamıyordu.

 

“Valarfin nerede?” diye sordu canavar.

 

Kim olduğunu bilmiyordu, Valarfin ismini daha önce duyduğunu bile zannetmiyordu ama sonra hatırladı. Vermia’nın yandığı ilk sefer kulağına gelen söylentileri hatırladı. Bazıları mor gözlü bir peygamberden, bazıları da mor gözlü bir şeytandan bahsediyordu ama bu mor gözlü kişinin yaptığı şey tüm hikâyelerde aynıydı.

 

Mor gözler…

 

“Özür dil-”

 

Üstündeki rahip konuşmaya çalıştığında onun yaşadığını anladı fakat yaşaması hiçbir işe yaramayacaktı. Rahip özür dilemeye çalışıyordu ama her deneyişinde ağzından dökülen kanlarla kelimeleri yarıda kesiliyordu. Kendine yararı olmayan birinden yardım beklemek beyhudeydi. Sürünerek üzerinden kalktığında bile bir solucan kadar yavaş hareket ederek uzaklaşmaya çalışıyordu ki önlerindeki canavar için onu elinden kaçırmak söz konusu bile olmayacaktı.

 

“Valarfin!”

 

Canavar bağırdığında göz göze geldiler. Gördüğü herkesten daha uzundu, başının üstünde upuzun boynuzlar vardı, yeşil derisi kanla ıslanmıştı ve siyah lekeler ve şişkin damarlarla kaplıydı. Gözleri bir şeytanın gözleri gibi kırmızıydı ve o kadar büyüktü ki içindeki damarları gece karanlığında bile sayabilirdi.

 

Torunu çığlık atmaya devam ediyordu.

 

“Valarfin nerede?” diye sordu tekrar. Sesi karanlığı beraberinde getiriyordu. İçindeki öfke o kadar derin, o kadar korkunçtu ki en cesur kahramanların bile yüreği titrerdi.

 

Ayulke kendini “Gitti,” derken buldu. “Doğuya gitti. Ethalot’a, Brahatul’a gitti. Buradan gitti. Lütfen, bizi bağışla. Lütfen, lütfen, lütfen…”

 

Konuşan sanki başka biriydi.

 

Ama kimin konuştuğu önemsizdi. Zaten bir daha konuşamayacaktı.

 

Canavarın siyah kılıçlarından biri göğsüne saplandı ve yanan bir yara bırakarak geri çıktı.

 

Canavarın eve yürüdüğünü gördü.

 

Ve evet;

 

Torunu çığlık atıyordu.

-------------------------

20.01.2023 – 23:15






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44356 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr