Cilt 5 - Bölüm 1: Salderough 1 (2/2)

avatar
233 2

Start - Kapının Ardındaki Dünya - Cilt 5 - Bölüm 1: Salderough 1 (2/2)


Yu odanın kapısını açtı. Bu sefer onları karşılayan kimse yoktu. Odadan çıktılar ve evin içine baktılar.

 

“Bahçeye bakmak için dışarı çıkmış olmasın?” diye sordu Yu.

 

“Burada bahçe mi vardı?”

 

“Yani, köylerdeki evlerde genelde bahçe oluyor. Eve girerken çitleri geçince ev ve çitler arasında kalan yere bahçe deniyor.”

 

Sivina karşı cevap vermedi. Bahçe derken çiçeklerin ve sebzelerin ekildiği bir yerden bahsediyordu, rastgele otların yetiştiği boş bir alandan değil.

 

Evden dışarı çıkıp ön bahçeye baktılar. Güneş tamamen doğmuştu ve hava sıcaktı. Köydeki diğer evlere doğru baktıklarında karınca boyutundaki insanların hayata başladığını görebiliyorlardı.

 

“Böyle sakin bir yerde yaşamak isterdim ama zor olur. Şehir hayatı daha kolay.”

 

Üstelik köyde yapacak bir şeyler bulması da zor oluyordu. Günün neredeyse tamamı çalışarak geçiyor, sonra da yoruldukları için erkenden yatıyorlardı. Elbette festivaller oluyor, gelen gezginlerden bazıları eğlenceler düzenliyordu ama bunlar sürekli yaşanan olaylar değildi.

 

Ve insanları aşağılamak istemiyordu ama şehirdeki insanların daha ahlâklı olduğuna inanıyordu.

 

Rolderhelm veya Elhaven’de ticaretle uğraşarak temiz bir iş yapabilir, geceleri fazladan birkaç saate sahip olabilir ve rahat bir hayat yaşayabilirlerdi. Prenslerin ve kralların halk için yaptırdığı tiyatro ve parklarda zamanlarını değerlendirebilirlerdi. Eğer bir gün çocuk sahibi olurlarsa çocukları şehirde düzgün bir eğitim alabilir, üst sınıf arasında seçkin bir makama ulaşabilirdi.

 

Fakat bunlar uzun süre boyunca tatlı hayaller olarak kalacaktı. Şimdilik o günler geldiğinde ne kadar mutlu olacağını hayal etmek haricinde bir şey yapamıyordu.

 

“Nihayet çıkabildiniz.”

 

İmalı kelimelerin sahibini sesinden tanıdı. Onları evinde ağırlayan Ayulke elinde sebzelerin bulunduğu bir sepetle evin arkasından geliyordu. Görünüşe göre arka tarafta Sivina’nın bahsettiği tarzda bir bahçe vardı.

 

“Günaydın,” diyerek onları selamladı yaşlı kadın. Mutsuz değildi ama yüzünde gerçekçi bir gülümseme de yoktu.

 

“Günaydın,” dedi Sivina saygıyla başını eğerek. Aynısını kocası da yaptı. “Bizi evinizde ağırladığınız için teşekkür ederiz. Size daima minnettar kalacağız.”

 

Kadın bahçedeki masayı işaret etti. “O kadar derin bir minnettarlığa gerek yok. Arada sırada evin içinde farklı yüzler görmek güzel oluyor. Hem yaşlandıkça yalnızlık korkunçlaşıyor, kısa bir süre için de olsa konuşacak birine sahip olmak istiyor insan.” İç çekti. “Kahvaltı etmediniz?”

 

“Yapmadık.”

 

“Ben size hazırlayayım.”

 

“Zahmet edeceksiniz,” dedi Sivina. Ayağa kalktı, daha fazla rahatsızlık verip onun hayatını tehlikeye atmadan köyden gitmek istiyordu fakat Ayulke elini sertçe sallayarak kesin bir otorite sergiledi.

 

“Otur kızım,” dedi elindeki sepetle birlikte eve dönerken. Sivina’ya teşekkür etmek için zaman vermemişti bile. Yu ve Sivina’yı tedirgin edici şekilde sallanan çürümüş masada köyün manzarasını izlemeye bırakmıştı.

 

Manzaranın sakinleştirici bir yönü vardı, çalışan insanları görmek içini azimle dolduruyordu, Yu’nun yanında sessizce oturmak vücudunda mutluluk tomurcukları açtırıyordu.

 

Yu konuşmayınca “Hayallerimizden bahsedebilirsin,” dedi Sivina. “Hikâyelerde sevgililer bunları evlenmeden önce konuşuyordu ama bizim için işler hızlı ilerlediği için bugüne kaldı.”

 

“Hayallerimiz?”

 

Neler hissettiğini harflerin arasındaki hafif titreşimlerden anlayacak kadar titiz dinliyordu ama karşısında duyguları yansıtmaktan itinayla çekinen bir adam vardı.

 

“Evli olduğumuza göre hayallerimiz.”

 

Cevap almak için beklemesi gerekmişti. Bulutlar güneşin önüne gelmiş ve geçmiş, Ayulke henüz yanlarına gelmemiş ve Sivina cevap almak için sabretmişti.

 

“Senin yapmamı istediklerini yapmayı hayal ediyorum.”

 

“Daha fazla şey duymak istemiştim.” İç çekerek kocasına baktı. Durgun olsa da hâlâ çok güzel gözleri vardı. “Peki ya ben de senin yapmamı istediklerini yapmak istersem ne olacak? O zaman benden ne isteyeceksin? Ya da yapmak istemediğin şeyleri yapmanı istersem? Her istediğimi yapar mısın?”

 

Her ne kadar söylerken olabildiğince canlı ve heyecanlı konuşsa da sorusundaki niyet belliydi ve isteyeceği şeyler netti. Yu duyduğu kelimelerin altındaki niyeti sezdiğinde avlanmak üzere olan bir ceylan gibi ürkmüştü. Bu da bir cevap vermekte zorlanacağı anlamına geliyordu ama Ayulke ona istese de soruları cevaplama fırsatı vermeyecekti.

 

“Fazla çeşit yok ama öğlene kadar tok tutuyor.”

 

Sivina’nın hiç sevmediği ama Cornelia’nın yanında yolculuk ederken bolca yemek zorunda olduğu siyah ekmek vardı. Ekmeğin kendisi bir tabak olarak kullanılmış, içine yumurta ve salata konmuştu.

 

Aslında Ayulke’nin alçakgönüllü konuştuğunu söylemek mümkündü. Sabah akşam lapa yiyen diğer köyleri düşündüğünde misafirlerin önüne yumurta ve salata koymak lükse kaçıyordu.

 

Salatanın lüks olduğunu düşündüğünü fark edince gülümsedi. Lüks hayatın nasıl bir şey olduğunu Virgo’da görmüştü. Dolunay Malikânesinde yaşadığı hayat Mora’nın köylüleri için cennete gitmek gibi bir şeydi.

 

“Avamlar ve azamların hayatı arasında devasa bir uçurum var.”

 

Babasının eğittiği küçük kızı hatırladı. Birinin haklı davasına onurlu bir şövalye olarak destek olmak, adaletsizliği ortadan kaldırmak ve şövalyelerin efsaneleşmiş kodlarına uygun yaşamak istiyordu.

 

On beş veya on sekiz yaşında böyle şeyler düşünmeyen biri olduğunu da zannetmiyordu. Her gencin aklından boyunu aşacak büyük hayaller geçerdi. Birkaç yıl sonraysa aynı genç dünyayı değiştirmek bir kenara; dünya tarafından değiştirildiğini acı şekilde fark ederdi.

 

En sevilen şövalyelerin bile kodlarına uygun yaşamadığı, dünyayı değiştirmekten uzak romantik şövalyelik hayali Sivina’nın boyunu aşmıştı. Dünya değiştiremeyeceği kadar büyüktü ve asil şövalyelik yalnızca masallarda yaşıyordu. Yapabileceği en iyi şey dünyanın zulmünden uzaklaşıp büyüleyici bir insanla dünyanın büyüleyici yanlarına odaklanmaktı.

 

“Teşekkür ederiz,” dedi Yu. “Yardımsever insanları görmek güzel, sizin gibi insanlar olduğu için zaman ilerlemeye devam ediyor.”

 

Ayulke ellerini sallayarak sözleri savuşturdu. “Zaman iyiler ya da kötüler olsun ya da olmasın ilerlemeye devam edecek, tanrı öyle istediği sürece. Yeni evlenen bir gencin bunlara kafa yormaması gerekiyor. Gülümse, surat asarsan karını üzersin. Karılarını üzen adamlar kötü adamlardır.”

 

Yu yutkunurken yüzü duyduklarıyla beyazladı. Sivina duyduklarından ne gibi bir dehşet sezdiğini anlayamıyordu. Neyin bu kadar korkunç olduğunu merak ederken cevap aklında belirdi.

 

“Kötü olmak istemiyor. Günah işlemek istemiyor.”

 

Cevap ‘karısını üzmek istemiyor’ değildi. Sivina bunu anlamıştı. Bir şeyi doğru olduğu için değil de aksi durumda cezalandırılacağı için yapmak samimi değildi. Yu’nun bunu öğrenmesi lazımdı.

 

“Özür dilerim. İyi bir adam olacağım.”

 

Ayulke yanağını eliyle destekledi. “Kızım, tuhaf bir adamla evlenmişsin.”

 

Yu’ya baktığında gördüğü korkmuş ama gittikçe ifadesizleşen suratı, suskunluğu ve sargıların altına gizlediği siyah kolu ile dışarıdan baktığında tuhaf bir adam olduğunu söyleyebilirdi. Yaptığı tüm o kötü işlerle tezat oluşturan güzelliği zaten başlı başına tuhaftı.

 

Yine de “O adamla evlendiğim için mutluyum,” dedi.

 

Kocasını ezdirmemek için verdiği cevap Yu’yu daha derin bir suskunluğa iterken Ayulke’nin yüzüne aynı ifadesizliği getirdi ama kadının dudakları kısa sürede yukarı kıvrıldı.

 

“Karakterleriniz birbirinden çok farklı gözüküyor,” dedi gökyüzüne bakarak. “Benim ihtiyar gibi. Onun için otuz sene önce babamdan kaçmış, şehirden ayrılıp köye gelmiştim. Gençlik aşkı, bugün pek çoğu aptalca olduğunu söyler. Hatta aynı şeyi yapmak üzere olan bir kız gelse ben de aynısını söylerim.”

 

Dillerini aksansız konuştuğuna göre ya güneydeki ya da batıdaki bir şehirden geliyordu. Evi buranın yakınlarında değildi.

 

“Yine de mutlu olmuştum. Gerçekten sevdiğin bir insanın yanındaysan nerede olursan ol mutlu oluyorsun.” Ayulke anlatırken uzaklara dalmıştı. “Kocam bana otuz yıl süren bir mutluluk yaşattıktan sonra öldü. Oğlum ondan önce tanrı adına savaşırken ölmüştü.”

 

“Başınız sağ olsun,” dedi Yu, gururlu bir şekilde oğlunun ölümünü söyleyen anneye.

 

“En azından gitmeden önce bana uğraşacağım bir torun bıraktılar. Hayatım boyunca sevdiğim iki erkekten kalan son şey. Kendimi böyle avutuyorum.”

 

“Annesine ne oldu?” diye sordu Sivina.

 

“Başka kocaya kaçtı,” diye cevapladı Ayulke. Gülmüştü.

 

Sorduğu sorudan pişmanlık duyarken tıpkı Yu gibi gerekmedikçe yabancılara bir şeyler sormama kararı aldı. Bugün üzücü şeyler duymak istememesine rağmen duyuyordu, üzerinde saçma bir lanet olduğunu düşünmeye başlamıştı.

 

“Siz otuz yıldan uzun bir süre birlikte olun,” diyerek dileklerini iletti. “Birbirinizin değerini anlamanız için ayrı düşmeniz gerekmesin. En az elli yıl birlikte olun.”

 

“En az,” dedi kısa sürede keyiflenen Sivina. “Öyle yapacağız.”

 

Yu ile evliliklerinin ilk kahvaltısını ediyorlardı. Bu hesaba göre evliliklerinin son kahvaltısını etmek için en az elli yıl geçmesi gerekiyordu. Birlikte binlerce, binlerce, binlerce kahvaltı daha edeceklerdi.

 

Ama elli yıl yetmezdi.

 

Bir asır bile yeterli gelmezdi.

 

En iyisi binlerce yıl, on binlerce yıl sürmesiydi ki bunu bile yeterli bulmazdı.

 

Sonsuza dek sürmeliydi.

 

Sonsuza dek mutlu son olmalıydı.

 

Kahvaltılarını bitirmek üzereyken Ayulke konuşuyor ve çeyrek asrı geçmiş evlilik hayatından tavsiyeler veriyordu. Yu’nun yüzünden ne kadar ilgili olduğu anlaşılmasa da yeni gelin olan Sivina anlatılanlara ilgiliydi.

 

“Ne yapmayı planlıyorsunuz?”

 

“Yola çıkacağız, birazdan.”

 

Ayulke başını omzuna doğru eğdi. “Şimdi mi?”

 

Sivina başını salladı. “Size daha fazla rahatsızlık vermemeliyiz.”

 

“Böyle söyleme. Evleneli bir gün olmadı bile.”

 

“Üzgünüm, gitmemiz gerekiyor.” Yu, Sivina’dan daha otoriter konuşuyordu. “Ne size daha fazla yük olabilir ne de vakit kaybedebiliriz. Çok geç olmadan yola çıkacağız. Ne kadar erken bizim için o kadar iyi.”

 

Yaşlı kadın parmaklarını masaya vurdu. “Kıçına yumurta mı dayandı be adam!” Kadının duvar gibi düz suratı yabancıların saçmalığına karşı kızarmıştı. “Kızın biraz mutlu olmasına izin ver. Gelin oluşunun kırkı çıkmadı. Nereye böyle?”

 

Yu tekrar sessizliğe gömüldü. Açıkçası Sivina da yolculuğu mümkün olduğunca geciktirmeyi ve mümkün olduğunca hiçbir şeyle ilgilenmeden Yu ile balayı yaşamayı istiyordu. Tekrar bir yolculuğa çıkmaktan, tekrar savaşmak zorunda kalacağı fikrinden hoşlanmıyordu.

 

“Ama…” dedi sessizce, duymak için dikkatli dinlemek gerekiyordu. “…kaybettiğimiz her gün, söz verdiğim hayattan bir gün daha uzaklaşıyoruz.”

 

Ona tekrar âşık olmalı mıydı? Bu noktada kalbi onu öptüğü ilk andaki gibi titriyordu, vücudunda deprem yaratırmışçasına sallanıyordu. Söylediği kelimeler diğer herkese anlamsız gelecek olsa bile Sivina için bambaşkaydı.

 

“Nereye gideceksiniz?” diye sordu burnundan soluyan kadın. “Eviniz olduğunu zannetmiyorum.”

 

“Doğuya,” diye cevap verdi Sivina.

 

Ayulke alay etti. “Açıklayıcı konuştun.”

 

“Özür dilerim,” dedi Yu. “Evinize al-”

 

“Doğuda savaş var,” diyerek Yu’nun sözünü kesti. “Asker misiniz? Şövalye?” Yu başını sallayarak reddederken Sivina cevap vermedi. “O bölgeden sürekli göç geliyor, buradan oraya gidenlerse çok az. Yol pislik dolu.”

 

“Pislik?”

 

“Ethalotlular. Hem güneydekinden hem de kuzeydekilerden. Savaşın yarattığı boşluğu fırsat bilip krallığa geliyorlar, köpek sürüsü gibiler. Sürekli batıya hareket ediyorlar.”

 

Ethalotluların neden savaşın olduğu bir ülkeye göç ettiklerini sormayacaktı çünkü cevabı Mora’da yaşayan herkes gibi biliyordu. Ethalot ülkelerinde savaşlar alışıldık şeylerdi ve savaş olmasa bile iç savaşla kanayan bir Mora Krallığı, barışın hüküm sürdüğü doğudan daha güzeldi.

 

Üstelik savaş sapkınların reddedemeyeceği bir motivasyon kaynağıydı. Savaş yüzünden erkeklerin sayısız azalmış, kadınlar ve kızlar dul ve öksüz kalmıştı. Ölü erkeklerin sahipsiz bıraktığı evler ve tarlalar da ağız sulandırıcıydı. Göçmenlerin çoğu erkeklerden oluşuyordu ve Mora’nın güzel kadınlarıyla evlenip topraklarına çökmek istiyorlardı.

 

“Hepsi erkek,” diye yakındı Ayulke. “Savaşın hüküm sürdüğü yerde erkekler vahşileşir. Hayvanlar daha da vahşileşir. Onlar savaşın içinde doğup, savaşın içinde büyüyen hayvanlar. Bir kadını onların adım attığı yerin yakınından bile geçirmemelisin. Yapabilirseniz kuzeye ya da batıya gidin.”

 

“Kendimizi koruyabiliriz,” dedi Sivina. “Endişelendiğiniz için teşekkür ederim.”

 

“Buraya ilk geldiğinizde kendinizi güzelce korumuş gibiydiniz zaten.”

 

Ayulke’nin dili sivriydi ve laf sokmaktan hiç çekinmemişti. Yu’nun yüzü kararırken Sivina susmak dışında verecek cevap bulamadı. Her ne kadar artık hak etmediğini düşünse de Yu’nun aksine o şövalyeydi ve öldürmenin dışında korumak gibi bir vazifeyi de omzunda taşıyordu. Korumayı başaramayan şövalye kötü bir şövalyeydi. Koruyamayan şövalye ölmeliydi.

 

“Doğuda nereye gideceksiniz?”

 

“Brahatul.”

 

Yu’nun hedefledikleri yeri söylemesinin ardından Ayulke’nin yüzünde alaycı bir ifade belirdi. Brahatul’a gitmek, Ethalot ülkelerinden geçmek anlamına geliyordu ve o ülkelerden buraya gelenler olsa da tüccarlar bile buradan oraya gitmek istemezlerdi.

 

Sebebi mallarını satamamaları değildi; eğer güven içinde büyük bir yerleşkeye ulaşırlarsa getirdikleri ürünü fahiş fiyattan halka satıyor ve cepleri gümüşlerle dolu şekilde evlerine dönüyorlardı.

 

Sebebi Ethalotluların çekilmez insanlar olmalarıydı. Kabaydılar, medeniyetten habersiz hayvanlar gibi yaşıyorlardı. Yeryüzünün en büyük imparatorluğunu kurmuş olmalarına rağmen şimdi o imparatorluğun leşine üşüşmüş böceklerden ibaretlerdi. Yollarda onlar tarafından saldırıya uğramak karşılaşması yaygın bir olaydı ve saldırıya uğramasalar bile yaşadıkları yerlere aklı başında hiçbir insan gitmek istemezdi.

 

En azından Sivina böyle duymuştu.

 

“Kızı oraya götürmemelisin,” dedi Ayulke. “Şakası olan bir iş değil bu; Ethalotlular hayvandır, onur ve ahlaktan anlamazlar. Bırak kızı, sana bile gözlerini dikerler. Çekici gelmen için batılı olman onlar için yeterlidir. Onlardan ne kadar uzak o kadar iyi.”

 

Yu’nun gözleri keskinleşti. “Hiçbir şey yapamayacaklar.”

 

Sıcak bir rüzgâr eserken Sivina’nın yarı boyu kadar olan çirkin bir köpek bahçe kapısını aralayıp içeri girdi. Beyaz tüyleri ve siyah burnu vardı. Kocasının köpeklerden korktuğunu hatırladığı için köpeği gönderecekti ama sonra vazgeçti, Yu’nun artık gözünün gördüğü herhangi bir şeyden korkacağını düşünmüyordu. Hem böyle bir şey yapması gururunu kırabilirdi.

 

“Onlar hayvansa ben canavarım,” diye devam etti Yu. “Canavarlar hayvanlardan daha korkunçtur.”

 

Onun köpekten korkacağını düşünmek komik geldi. Yu’nun neler yaptığını hatırladığında ve sözlerinde ne kadar ciddi olduğunu gördüğünde duyduğu şeyler gerçekten korkutucuydu. Gerçekten bir canavar ile evli olabilirdi.

 

“Hâlâ gerektiği zaman öldürme hakkına sahibim.”

-------------------------

10.01.2023 – 10.01






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44356 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr