Cilt 4 - Bölüm 32: Tanrının Muhafızı (2/2)

avatar
293 4

Start - Kapının Ardındaki Dünya - Cilt 4 - Bölüm 32: Tanrının Muhafızı (2/2)


Önlerinde geniş bir yol vardı. Zemin ve tarihi motiflerle işlenmiş sütunlar barındıran duvarlar bronz rengindeydi ve tavanda yolu aydınlatan büyülü taşlar vardı. Tahminince yol dağın ortasına dek uzanıyordu.

 

“Ilarlayalım,” dedi Marak.

 

İlerlemeye başladıklarında Yu sütunlara yapılmış resimleri inceledi. İlk resimde birkaç siyah insan figürü vardı; figürlerin gözleri ve ağzı kırmızıydı ve saçları ateş şeklinde resmedilmişti. Avuçlarını, ayaklarının altında bulunan insanlara doğru açmışlardı ve pençeleri o insanları saracak şekilde uzamıştı.

 

Birkaç sütun boyunca bu siyah figürlerin zalimlikleri resmedilmişti. İnsanları öldürüyor, yiyor ve kadınlara zulmediyorlardı. Zincire vurulmuş çocuklar siyah figürlere köle olarak sunuluyor ve büyük yapılar inşa etmeye zorlanıyordu.

 

Tüm bu resimlerde gökyüzü kara bulutlarca kapanmıştı ve hiç güneş yoktu. Yolun ortasında yer alan bir sütundaysa bu değişiyordu; bulutlar beyaza bürünüp güneşin önünden çekiliyor, ışık dünyaya vururken yeni bir figür yeryüzüne iniyordu.

 

Bu figür, diğer figürlerin aksine beyazdı. Altın renginde saçları ve gök maviliğinde gözleri vardı. Gümüş bir zırh giyiyor ve elinde sarı renkli bir asa tutuyordu. Yeryüzüne inen figürün arkasına farklı melek motifleri çizilmişti. Kimileri insana benziyor, kimileri ise korkunç canavarları andırıyordu.

 

Sonlara yaklaştıklarında beyaz figür ve onun melekleri, siyah figürler ile savaşıyor ve insanları kurtarıyordu. Maalesef bu savaş esnasında beyaz figürün ölümü de resmedilmişti.

 

Beyaz figürün ölümünün ardından bir defin töreni görüntüsü sütunlarda belirlenmeye başladı. Melekler, beyaz figürü bir dağın içine yerleştiriyor ve aralarından bir tanesini onu korumak üzere geride bırakarak gökyüzüne yükseliyordu.

 

“Burada mezarı korumak için bırakılan bir melek resmedilmiş,” dedi Yu.

 

“IHH! Onu ördürerim!” diye bağırdı Oğul. “Mamam merekrerden nefret eder! Onu ördürerim! Ördürerim! Ihh! Ihh! IHH! IHH!”

 

“Koray mır şay olduğunu zannatmıyorum,” dedi Marak.

 

Altar onları susturdu. “Bugün savaşmaya niyetim yok. Gidip ne var ne yok bakıp geri dönecek ve sonraki hamlemizi düşüneceğiz.”

 

Yolun sonunda altın renkli iki kapı tarafından karşılandılar. Kapılar, Oğul ve Marak’ın boyundan daha kısa olduğu için geçmeden önce eğilmeleri gerekecekti. Altar arkalarından gelen üçlüye başıyla işaret verdi ve Agar öne çıkıp kapıları açmayı denedi.

 

“Yine bir bilmece çıkmaz umarım.”

 

Agar kapıları açmayı başaramamıştı. Ne kadar ittirirse ittirsin bir işe yaramıyordu. Kapıların kilitli olma ihtimalini düşünmeden önce Kyre ve Johan da onun yanına geldi ve üçü birlikte ittirmeye başladılar.

 

Üçünün gücü biraz oynatmak için yeterli gelmişti fakat tamamen açmayı beceremiyorlardı. Marak duruma el attı ve yukarıdan onları destekledi. Ancak bu şekilde kapıları ittirmeyi başardılar ve kapılar iki yana doğru açılarak onlara içeride neyin olduğunu gösterdi.

 

Yu dilini şaklattı. “Bir tanrının mezarını daha görkemli beklerdim.”

 

Şimdiye dek gördüğü en büyük mezardı, buna şüphe yoktu. Yine de düşündüğü kadar şaşalı değil, sadeydi.

 

Başlarının çok üstünde kubbe şeklinde siyah bir tavan vardı ve tavandan aşağı zincirlerle sarkıtılmış halka şeklindeki avizenin etrafındaki renkli taşlar parlayarak mezar odasını aydınlatıyordu. Duvarların önünde, onlarca metre uzunluğundaki sütunlarda koridordakine benzer motifler ve Yu’nun okuyamadığı harfler çiziliydi.

 

Odanın ortasında, nereye dek indiği belli olmayan karanlık bir çukur vardı ve tanrının içinde bulunduğu lahit bu çukurun üstündeki siyah bir köprünün üzerine konulmuştu.

 

“Mir hazine mekriyordum,” dedi Johan hayal kırıklığıyla. “Mir tanrıdansa geçmiş zamanrarda yaşamış zengin mir adamın mezarını andırıyor.”

 

“Zaten tanrırar öremirir mi ki?” diye sordu Kyre.

 

“Kesin sesinizi,” dedi Altar. “Agar, git ve lahdi kontrol et.”

 

“Tehrikeri işreri mize veriyorsun!” diye karşı çıktı Agar.

 

“Agar, götünü Oğul’a siktirtmeden dediğimi yap.”

 

Agar oflayarak köprüye doğru yürümeye başladı. Köprüye ilk adımını atmadan önce köprünün üstüne inşa edildiği çukura baktı ve bir adım geri attı. Çukur burada gördüklerinden de daha derin gözüküyor olmalıydı.

 

Ere nas hixum, Valarfin.

 

Kılıcın sesi tedirgindi. Onun uyarısına uyarak etrafına baktı ama kimseyi görmedi. Sütunlar duvarla neredeyse bitişik olduğu için oraya sığacak birinin olduğunu zannetmiyordu ve tavan avize dışında boştu. Çukurun içinde biri olabileceğini düşündü ama o zaman da Agar bunu görürdü.

 

Fakat daha sonra sütunlarda gördüğü resimler aklına geldi. Burada, tanrının mezarını korumak için bir melek kalmış olmalıydı.

 

“Altar, burası tekin değil,” dedi.

 

“Biliyorum amına koyayım,” diye cevapladı Altar.

 

Agar tanrının lahdinin bulunduğu köprüye ilk adımını attı lakin ikinci adım asla gelmedi. Olduğu yerde donakalmıştı. Hareket etmiyor, ona seslendiklerinde cevap vermiyordu. Johan ona doğru bir adım atmayı denediğinde Agar’ın vücudu titredi.

 

“Agar!” diye bağırdı Kyre.

 

Kanlar önce Agar’ın bel kısmındaki zırhın içinden sızdı ve çeliği boyayarak bacaklarına kadar indi. Daha sonra Vazgeçilen’in vücudunun üst kısmı, köprüden aşağı düştü.

 

“AGAR!”

 

Kyre tekrar bağırırken Johan da ona eşlik etmişti. İkisinin ölen arkadaşlarına doğru koştuğunu görünce Marak onları durdurdu ve ileri gitmelerine engel oldu.

 

Göğsü parlamaya başladı, vücudunun yandığını ve kanının kaynadığını bir kez daha hissetti. Derin nefesler alırken gözleri, karşısında beliren varlığın çok boyutluluğunu kaldıramadığı için açık kalmakta zorlanıyordu.

 

Çoğunlukla beyaz, biraz gri ve biraz siyahtı. Vücudunun çoğu kısmı etiyle birleşik beyaz bir zırh tarafından kaplanıyor gibi gözüküyordu, geri kalan kısmı gri ve siyahtı ve o kısımlar da yaratığın eti gibiydi. Etinin üstünde parlayan beyaz yazılar vardı, tıpkı sütunların üstündeki yazılar gibi Yu onların da ne anlama geldiğini anlayamıyordu.

 

Varlığın başı da vücudu gibi beyaz bir zırh ve zırhın açık kalan kısımlarında siyah bir et ile beyaz yazılar tarafından kaplanmıştı. Yaratığın ağzı, vücudunun boyutundan ötürü büyüktü ama onlara gösterdiği dişleri küçük ve sivriydi.

 

Gözlerinin olması gereken yer boşken varlığın başında birbirine çapraz şekilde dönen iki halka vardı. Halkaların üstünde her biri farklı boyutta bir sürü göz bulunuyordu. Sırtından ve belinden çıkan dört kanadın tüyleri çeliği andırırken vücudundan bağımsızdı, bağımsız olan çelikleri tutması gereken kolların üstünde de birbirinden bağımsız şekillere sahip gözler duruyordu.

 

Varlığın ayakları bir kartalın pençelerini andırırken ellerinin olması gereken yerde biri düz bir kılıcı, diğeri ise testereyi andıran çelik parçaları vardı. Yani, dışarıdan bakıldığında Yu onları çeliğe benzetiyordu, gerçekte hangi maddeden yapıldığını bilmesi mümkün değildi.

 

Angel.

 

Yu onun ne olduğunu anlamış olsa da kılıcı tekrar söyledi; karşılarında bir melek duruyordu.

 

İlk başta görüldüğü kadarıyla sadece bir canavar benzese de Yu’nun gözünü ağrıtan şey onun normal görünüşü değil; meleğin vücudunun bir bütünü oluşturmakta zorlanmasıydı.

 

Meleğin vücudunun parçaları karşıdan bakıldığında birbiriyle temas ediyor gibi gözükse de gözleri, başı, vücudu ve kolları vücudun diğer parçalarından bağımsız olarak sürekli hareket ediyordu. Bir parça öne çıkarken bir parça geriye gidiyor, bir parça sola doğru uzarken diğeri sağa doğru uzuyordu. Böyle bakıldığında bozuk bir televizyon ekranını izliyormuş gibiydi.

 

“Ihh~ Ihh~”

 

Yu, Oğul’un inlediğini duydu. Kılıcını çıkarıp yaratığa doğrultmuşken Oğul’a baktı ve gözyaşlarını gördü. Gözyaşları bu sefer siyah akıyordu ve Oğul’un büyük, çirkin suratında daha önce hiç görmediği bir korku vardı.

 

“Ar-arar-arkadaşım... Ihh... Ç-çok k-korkunç...” Elleriyle yüzünü kapadı ve meleği görmezden gelmeye çalıştı. “Giderim... Giderim! IHH! IHH! GİDERİM!”

 

Gidelim diye bağırmasına rağmen yerinden kıpırdayamıyordu. Bacakları onun kontrolünden çıkmıştı, titriyor ve adım atmayı reddediyordu.

 

“Geri çekilmenin-”

 

Yu’nun sözü, meleğin kanadından ayrılan bir tüy parçasıyla bölündü. Parça neredeyse bir insan boyutundaydı. Yu’ya doğru hızla uçtu ve Yu kalkanını kaldırıp üstüne gelen tüyün önüne koymasına rağmen saldırıdan kurtulamadı.

 

Tüy, kalkanı sadece kâğıt parçasıymış gibi ikiye ayırmakla kalmayıp Yu’nun lanetli elini de bileğinden itibaren kesti. Yu henüz elinin kesildiğini anlayıp tepki veremeden bir de göğsüne saplanarak onu Oğul’un üstüne fırlattı.

 

Tüy göğsünden geri çıkarken üzerinde siyah kan vardı. Yu’nun göğsünde oluşan yara onu yakarken asıl acı elinden geliyordu. Yere düşen siyah eli erirken bileğinden kan fışkırıyordu.

 

“Aahh! Ahh! AAAHHHHHHHHHHHH!”

 

“Valarfin!”

 

Altar, Yu’nun yanında diz çökerken arkasında döndü ve elini kaldırıp oluşturduğu alevleri meleğin üstüne gönderdi. Alevler görüş alanını tamamen kapladığı için meleğin buna karşı nasıl bir hareket sergilediğini göremiyorlardı.

 

Zaten görebilecek olsalar da Yu’nun oraya bakacak hâli yoktu. Daha önce de elini kaybetmiş olsa da canı şu anda yandığı kadar yanmamıştı.

 

Göğsündeki beyaz ışık biraz daha parladı ve üstündeki çeliğin rengini değiştirerek yanındakiler gözünü aldı. Vücudunun alev alacağını bir kez daha hissetti ve kolunun acısına rağmen yanıp kül olmamak için ona acı veren yıldızı kontrol altına almayı denedi.

 

“AAAHHHH!”

 

“Götürün onu!” diye bağırdı Altar.

 

Marak, Oğul’u sürüklemeyi bıraktı ve Altar’ın emriyle Yu’ya koştu. Onu belinden tutup kaldırdı ve onunla birlikte buraya girdikleri kapının dışına çıktı. Yu gözünün ucuyla Altar’ın, melekle baş etmeye çalıştığını görebiliyordu.

 

Daha doğrusu baş etmeye çalışmak yerine, Oğul’u öldürmemesi için dikkatini dağıtmaya çalışıyordu. Onun tüylerinden kaçıyor, ateş büyüsüyle sürekli saldırıyordu.

 

İçeride kalan Agar ve Johan, Oğul’u tutup götürmeye çalışsa da nafileydi, yeterince güçlü değillerdi. Marak, Yu’yu yere indirip bir sütuna dayadı ve Oğul’u almak için mezar odasına geri girdi. Bu esnada Altar üstüne gelen tüylerden birine kılıcıyla vurmayı denemiş ve kılıcı parçalara ayrılmıştı.

 

Daha sonra üstüne gelen bir başka tüyden kaçmayı başaramadı. Tüy, Altar’ın karnına çarptıktan sonra alevler parladı ve Altar havalanıp Yu’nun yanına uçtu. Oğul ise Marak’ın uğraşlarıyla mezar odasından çıkarılmıştı.

 

Herkes dışarı çıktıktan sonra iki kapı da kapandı ve melek, tanrısının lahdiyle birlikte içeride kaldı.

 

“AAAAAAHHHHH!”

 

“Aaahrrh!”

 

Önce Yu çığlık attı, sonra Altar. Kyre ve Johan ise bir sütuna sırtlarını dayayıp hareketsizce bekliyordu. Marak önceliği Altar’a verdi ve zırhını çıkartırken yarasına baktı. Yu ise gözlerinden akan yaşlar yüzünden etrafı göremez olmuştu.

 

“AAAAHHHH!”

 

Kanının yumuşadığını, yeni bir şekil aldığını ve bir avuç oluşturduğunu hissediyordu. Daha sonra bu avuç bir elin gövdesi şeklini aldı ve üzerinden sivri parmaklar uzadı. Gerekli şekil oluştuğunda yumuşayan kan iyice sertleşti ve Yu’nun eski eliyle aynı hâle büründü.

 

Acı, göğsündeki yıldız sönene dek devam etti. Göğsündeki yıldız söndüğünde ve acıdan geriye sadece hafızasındaki hatırası kaldığında daha iyi nefes almak için miğferini çıkardı. Terliydi, ağlıyordu ve hâlâ inliyordu.

 

Altar’a baktı. Plaka zırhı kesen tüy, zincir zırhı parçalamış olsa da onu aşıp etini kesmeyi başaramamıştı.

 

“Bir şeyim yok,” dedi diğer herkes gibi miğferini çıkartan Altar. “Kendimi büyüyle korudum ama... Valarfin? Hey, Valarfin!”

 

Yüzü kıpkırmızıydı ve yeşil saçlarından ter damlıyordu. Endişeli bir şekilde Yu’ya doğru ilerledi. Marak da aynı endişeyle Yu’nun zırhını çıkartmaya başladı. Çelik zırhı eliyle parçaladı ve göğsündeki yara ile karşılaştı.

 

Göğsünde uzunlamasına bir kesik vardı. Onun acısını hissetmese de derinliğini fark edebiliyordu.

 

“Lanat olsun! Oğul’u sonra alırız! Onu goturalım!”

 

Marak, Yu’yu kollarının arasına alıp mağaranın dışına doğru koşmaya başladı. Altar kendi yarasına rağmen onların peşinden koşuyordu.

 

“Yüzüne ne oldu?!” diye bağırdı Altar. “Valarfin? Sesimi duyuyor musun? Beni anlıyor musun?!”

 

“Anlıyorum,” dedi Yu. “Yüzümde bir şey yok.”

 

Oğul kapanan kapının önünde titriyordu ve Kyre ile Johan arkada kalmaktan korktukları için Marak ve Altar ile birlikte koşmaya başlamıştı.

 

“Hayır...”

 

Altar, Yu’nun görmediği bir şeyi görüyordu. Arkasından koşarken elini işaret etti ve bakmasını söyledi. Yu kendi elini kaldırdıktan sonra önce avuç içine baktı, biraz kararmış gözüküyordu ama ilginç bir şey fark etmedi. Sonra elini ters çevirdi ve tırnaklarını gördü, pembe rengi siyaha dönmüştü.

 

“Gözlerin,” dedi Altar. “Siyahlar. Yüzün de...”

 

Yu yutkundu. Hiçbir şey söylemek istemiyordu. Marak onu taşıyarak mağaradan dışarı çıkardı. Yağmur yağıyordu ve dağdan aşağı inene dek yağmaya devam etti. Dağdan indiklerinde yağmur dinmiş ve yeri su birikintileriyle bırakmıştı.

 

“RAYA!” diye bağırdı Marak. “RAYA! KADIN! BURAYA GAL!”

 

Kampa henüz girmeden gruplarındaki şifacının ismini bağırmaya başlamışlardı. Raya kölelerin kafeslerinin bulunduğu yerden çıktı ve koşarak yanlarına geldi. Yu’yu çadıra taşımakla zaman kaybetmeden hemen Raya’nın önünde indirdiler.

 

“Hızlı ol!” dedi Altar. “Ölmesin!”

 

Raya, Yu’nun yarasının üstüne dokunduğunda bile Yu acıyı hissetmedi. Şifa büyüsünün beyaz ışığı gözünü alırken Raya’nın yüzüne baktı. Kadının suratı dehşetle kasılmıştı.

-------------------------

28.08.2022 – 13:00






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44356 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr