Cilt 3 - Bölüm 30: Virgo

avatar
367 4

Start - Kapının Ardındaki Dünya - Cilt 3 - Bölüm 30: Virgo


Mart ayının başlarında büyük bir konvoy Virgo’nun kapılarına dayanmıştı. Yeni Başak Kardinali de konvoyun içindeydi ve Pontifeks tarafından kendine sunulan şehri yönetmek için buraya gelmişti.


Konvoy içerisinde Vermia Dükü Leoral Dri Vermilia’nın naaşını barındırıyordu. Leoral, şubat ayının sonunda nefes yetmezliğinden ölmüştü ve vasiyetinde Vermia’ya gömülmek vardı.


Fakat şehir şu anda düşmanın elindeydi ve oranın ele geçirilmesini beklerlerse ceset çürürdü. Bu yüzden ceset, Vermia’nın alınışını beklemek için mumyalanmıştı. Vermia geri alınınca da Leoral vasiyet ettiği gibi oraya gömülebilirdi.


“Hiçbir suçlama ile de karşılaşmadım. Benden şüphelenenler olabilir ama aleyhime hiçbir kanıt da yok. Öyle görünüyor ki bu işten paçayı sıyıracağım.”


Eğer Leoral ağzını kapalı tutup Bart dışında biriyle konuşmadıysa Yu’nun bu konu üzerine daha fazla kafa yorması gerekmeyecek ve önüne bakabilecekti.


“Şimdi kafamı Vermia için çalıştırmam gerek. Andromedia’dan ayrılmadan önce kuşatmanın devam ettiği haberini almıştık.”


Kuşatma aylar alabilir, belki bir yılı bile aşabilirdi. Yüksek miktarda gıda ve insan gücüne ihtiyaç duyuluyordu. Cornelia Dri Vermilia’nın kısa sürede kurduğu orduyla Vermia’nın düşmesi mümkün değildi.


“Kraliyet tarafının Vermia’ya göndermek için ordu topladığı haberleri dolaşıyordu. Cornelia ile tanışmak, dostluğunu kazanıp onu düşes yapmak ve bir düşesin desteğini elde etmek için hızlı olmalı ve Başak Katedrali için bir ordu toplamalıyım.” 


Vermia’yı geri almak için orduyla birlikte Cornelia’nın yanına gidecekti. Sadece arkada durup destek yollaması dostluğunu kazanmak için yeterli değildi.


“Belki Luna’yı etkilediğim gibi onu da etkileyebilirim. Yurine istemese de tüm bunlar zamanı geri sarabilmek için. Acaba Cornelia güzel midir? Benden biraz daha büyük olduğunu duymuştum, engel olmaz herhâlde. Üç yaş mıydı?”


Cornelia’nın desteğini de kazandıklarında Başak Katedrali için gereken temeli atmış olacaklardı.


“Burası Andromedia’dan daha güzelmiş,” dedi Yurine.


Başak Kardinali için sunulan Virgo Şehri, şimdiye dek kuzeyinde yer alan ve Kova Katedrali’ne ev sahipliği yapan Aqua şehrinin koruması altındaydı.


Güvenliği Kova Katedrali sağlar ve vergileri Andromeda Kilise’si alırdı. Şehrin asıl lordu ve ailesi, Yu Zao Long’u kral olarak kabul ettiği için idam edilmişti.


Virgo, lordunun öldürülmesinden sonra bir konsey tarafından yönetilmeye başlamıştı ama Yurine geldiği için artık eski konseye ihtiyaç yoktu.


Eski konsey yerine şehrin lideri Yurine olacak ve ona yeni kurulacak bir meclis eşlik edecekti.


“Sadece beyaz olduğu için mi? Tüm şehrin tek renk olması bir süre sonra kişiyi soğutmaz mı?”


“Benim hoşuma gidiyor. Sen beyazı sevmez misin, Yu?”


Yurine’nin beyaz saçlarına baktı. “Çok severim.”


Virgo, limanından surlarına kadar beyazdı. 


Şehrin böyle beyaz olmasının altında yatan bir efsane, bazılarına göre tarihi bir gerçek vardı.


Efsaneye göre çok uzun zaman önce Virgo lordunun oğlu, kalbini beyaz saçlı güzel bir cadıya kaptırmıştı. O zamanlar Virgo, gökkuşağı gibi rengârenk ve hayat dolu bir şehirdi.


Fakat şehrin lordu bu aşkı duyduğunda oğlunun bir cadı ile birlikte olmasına şiddetle karşı çıkarak cadıyı bulup öldürtmüş, oğlunu da tanımadığı soylu bir kızla zorla evlendirmişti.


Lordun isteği oğlunun ona soylu kandan bir varis vermesiydi. Bundan başka hiçbir şeyle ilgilenmiyordu.


Oğlunu evlendirdiği soylu kız ona erkek bir torun verirken doğumda ölmüş, lord istediği soylu varisi almış ve tekrar oğlunu evlendirmeye çalışmamıştı.


Zaman geçmiş ve şehrin lordu ölmüş, onun oğlu yeni Virgo Lord’u olmuştu. Bu yeni lord tuhaf bir adamdı, fazlasıyla içine kapanıktı. Karısı öldükten sonra tekrar evlenmediği için herkes onun ölen karısının yasını tuttuğunu düşünüyordu.


Bir bakıma haklıydılar, lord gerçekten yas tutuyordu ama ölen karısının değil; uzun zaman önce ölen sevgilisinin yasını tutuyordu.


Cadıya o kadar düşkündü ki şehrin her yerine onun heykellerini yaptırmaya başlamıştı. Cadı ölmesine rağmen kalbinde taşıdığı aşk, tüm şehri cadının saçları ile aynı renge, beyaza boyamasına yol açmıştı. Şehrin bembeyaz oluşunun sebebi buydu.


Hikâyeyi buraya gelirken ona Clara anlatmıştı ve hikâyeyi duymak onu hüzünlendirmişti. Dramatik şeyleri hiç sevmiyordu.


“Hikâyede istediğini elde eden tek kişi şehrin ilk lordu. Onun oğlu da gelini de torunu da cadı da kötü bir hayat yaşamış. Hepsi tek bir kişinin bencilliği yüzünden, böyle hikâyeleri duymak kalbimi incitiyor.”


Hayatı dramatik hikâyelerden uzak durmayı deneyerek geçmişti. Hentai izlerken bile karakterin başından ufacık da olsa kötü bir şey geçiyorsa izlemeyi bırakırdı. Dram hikâyelerinden hoşlanan biri değildi.


“Bence hayat üzülmek için değil gülmek için var. Böyle üzücü hikâyeler hiç var olmamalı.” 


Surlar kıyı şeridinin iki yanından uzanıyordu. Şehrin farklı yönlere bakan beş kapısı vardı ve tüm kapılar gümüşle süslenmişti.


Kapıların gümüşle süslenmiş olması şehirde bolca gümüş ustasının varlığından kaynaklıydı. Virgo gümüş konusunda ülkenin en yetenekli işçilerine sahipti ve topraklarının altı gümüş doluydu.


Ama şaheserler üretebilen gümüş ustalarının varlığına rağmen şehrin asıl geçim kaynağı balıkçılıktı. Savaş patlak vermeden önce Virgo ticari bir bölgeydi ama savaş yüzünden gelen gemilerin sayısı azalmış ve hâlâ ticari faaliyetler sürse de genel geçim kaynağı balıkçılığa dönüşmüştü.


Virgo Şehri’nin kıyısında, birbirine doğru uzanan iki kıyı oku vardı ve bunların üstüne de surlar örülmüştü. Liman, kıyı oklarının arkasında kalıyordu ve limana girmek isteyen gemiler kıyı oklarının arasından geçmeliydi. 


Kıyısının doğal şekli limanı güvende tutuyor ve işgalcilere karşı şehri savunma imkânı sağlıyordu. Virgo, denizden gelen bir çıkartma ile ele geçirilmesi zor olan bir şehirdi. 


“Beyaz saçlı ve yarı insan görünüşlü birinin lider olmasından hoşlanmayacak olsalar da kalabalık konvoy ilgilerini çekiyor demek.” 


İç savaşa rağmen baharın gelişiyle şehir hareketlenmişti. Şaşalı lord kapısından geçip şehre giren konvoylarını karşılamak için halk şehrin beyaz-gri döşemeli kaldırımlarına çıkmış, yoldan geçen konvoyu izliyordu. 


“Yeni halkın hakkında ne düşünüyorsun?”


“Üstün bir varlık tarafından idare edilme şerefine kavuşmuş düşük yaşam biçimleri.”


“Bunu Afrika’da söyleseydin ırkçılık yüzünden Twitter’da linç edilirdik. Küçük bir çocuğun ırkçılık yaptığını görmek hoş değil.”


“Ben yüksek büyü gücüne sahip ölümsüz bir varlığım, onlar değil. Hem ırkçılığın ne demek olduğunu bilmiyorum, göz önündeki gerçeği söylüyorum! “


“Kılıç perileri ölümsüz müdür?”


Daha önce kılıç perilerinin ölümsüz olduğunu duymamış, ona duyduğu saygıdan ötürü Büyücülük Akademisinde kılıç perilerini araştırmak yerine onun anlatmasını beklemeye karar vermişti.


“Çocuklar ebeveynlerinin ölümlerini görür, normali budur. Neden onun sonsuza dek yaşayacak olması içime buruk bir duygu yerleştirdi?”


Bir gün ayrılacaklarını biliyordu ama onun ölümsüz olduğunu duymak yüreğini burkmuştu. Yurine onsuz ne yapardı? Onu terk etmek istemiyordu, ölmek istemiyordu.


“Şey, kılıç perileri anlaşma yaparsa ölümlü olur ama şey... Durumum özel olduğu için... Ben sonsuza dek bu formda yaşayabilirim.”


Duyduğu şey yetersiz bir açıklamaydı fakat Yurine durumu açıklarken utandığı için üzerine gitmek istemedi. Anlatmaya çekindiği şeyleri sorgulayıp onu daha fazla rahatsız etmeyecekti.


“Ama deli gibi merak ediyorum!” 


Merakını dilini ısırarak bastırdı. 


Virgo’nun merkezinde iç surlarla çevrili bir kale bulunmuyordu. Buranın lordu bir kalenin içinden değil, malikânenin içinden şehri yönetirdi.


Güvenlik konusunda endişe vericiydi ama malikâne boş bir tepenin üstünde bulunduğundan gelecekte oraya sur çekebilmek mümkün olacaktı. Gerçi onlar sur çekene kadar zamanı geri almayı başarabilir ve bunun için uğraşmaya gerek kalmazdı.


“O tepeye roaronlar için geçici bir kamp kurarız, hepsini malikâneye alacak hâlimiz yok. Daha sonra şehir merkezine yakın bir alanda onlar için yaşam alanları oluştururuz. Onlara verecek iş de bulduk mu roaronlar için daha fazla düşünmeye gerek kalmaz.” 


Akıl sağlığına zarar verecek kadar beyaz olan sokakları geçtiler ve Dolunay Malikânesi’ne biraz daha yaklaştılar. Yu malikânenin isminin nereden geldiğini merak ediyordu çünkü beyaz olması dışında dolunay ile benzer bir özellik taşımıyordu. 


“Belki bu da o cadıyla alakalıdır. Of, bu hikâye beni gerçekten etkiledi. Geceleri aklıma gelip beni üzmez umarım. Yüzyıllar önce ölmüş iki kişinin acısını çekmek istemiyorum.”


Ağırlığı sırtına düştüğünden bir tepeye çıktıklarını hissedebiliyordu. Eğer karlar erimeye başlamasaydı böyle dik bir tepeye çıkmakta zorlanırlardı.


“Buraya düzgün bir yol yapmak lazım, kar kuvvetliyken sorun çıkar.”


Dolunay Malikânesi’ne girmeden önce roaronların çoğunu ve Leoral’in getirdiği insanlardan bir kısmını tepede kurdukları çadırlara bıraktılar. 


“Biz burada yaşayacağız ama Başak Katedrali neresi olacak?”


“Şehirde bir yer ayarlarız, dert etmene gerek yok.”


Malikâneye vardıklarında vagonlarının kapısını açan kişi Dimen’dı. Yu önden inip Yurine’yi aşağıya indirdi. 


U şeklinde inşa edilmiş büyük bir binaydı. Virgo kötü bir şehir sayılmazdı ama bina bu şehir için fazla görkemliydi. 


“Malikâneyi inşa eden kişi ampulcü sanırım, itibardan tasarruf etmemiş.”


Tüm roaronları, Leoral’in askerlerini ve askerlerinin ailelerini barındırabilecek kadar büyük bir malikâneydi. Yemyeşil bahçenin ortasındaki mermer yolun üzerinde devasa bir süs havuzu vardı ve havuzun ortasında büyük, mermer bir kadın heykeli elinde tuttuğu asadan su fışkırtıyordu.


“O lord da abartmış.”


Malikâne neredeyse tamamen beyazdı ve tekdüzelik Yu’yu huzursuz ediyordu. En azından çimlerin yeşil olması sayesinde içini birazcık rahatlatabilirdi.


“Burada çok fazla hizmetçi var, değil mi?” diye sordu Ana. Anlaşılan malikâneyi yapanlar gibi kullananlar da itibarından tasarruf etmiyordu.


Başak Katedrali’nin üç hizmetçisi Bart’ın yasını tutuyordu ama Sivina ve Ana’nın duygu durumu Raul’a rağmen normaldi. Hatta ikisi bugün neşeli bile sayılırdı.


“Büyük bir yer sonuçta, birkaç kişi burayı çekip çevirmeye yeterli gelmez.”


Hizmetçilerin sayısı azaltılabilirdi ama burasının büyük bir yer olduğu ve bir sürü hizmetçiye ihtiyaç duyduğu da bir gerçekti.


Başak Katedrali’nde olduğu gibi sadece dört kişiye buranın tüm işlerini yüklerlerse gece olduğunda onların baygın hâlde yattıklarını görürlerdi. 


Odalar düzenli olarak temizlenmeli, kalabalık bir hane halkının ihtiyaçları giderilmeli ve misafir odalarını dolduracak çok sayıda misafir ile ilgilenilmeliydi. Bunun için çok sayıda hizmetçi gerekiyordu. 


“Roaron kadınlarını işe alabilirdik ama elleri çok büyük, küçük eşyaları temizlemekte ve insanlara yemek hazırlamakta zorlanıyorlar ama onlar insanlardan daha güçlü, belki limanda ya da tarlalarda çalıştırabilirim.”


Sivina, elini Yu’nun omzuna koydu ve ona yaklaşıp konuştu.


“Sadece iki yıl önce Ecues konağındaydım ve oranın yaşanabilecek en rahat yer olduğunu düşünüyordum. Yanılmışım, aile mülkümüz bu malikânenin yanında gecekondu gibi görünür!


“Burası bir lordun yaşaması için yapıldı sonuçta.”


Sivina’nın bir şövalye ailesinden geldiğini biliyordu, bunun haricinde geçmişiyle ilgili bildiği fazla şey yoktu.


Başak Şövalyelerinden ilki olan Sivina yine beyaz şövalye üniformasını giymişti. Yu şövalyelerin zırh giydiklerini zannederdi ama o basit bir üniforma ile yetiniyordu.


Sivina’nın omuzlarından aşağıya kırmızı bir pelerin sarkıyor ve pelerinin üstünde Başak Katedrali’nin sembolü olan bakire bulunuyordu.


Ana’ya da beyaz rahibe kıyafetleri giydirmişlerdi. Kıyafetin orijinali oldukça sade olmasına rağmen Ana için gümüş ve altından süslemeler takmışlardı.


Sessizce onların arkasında duran Link de Sivina ile aynı şekilde giyiniyordu. Sivina, Elhaven tarzında bir şövalye üniforması giydiğinden Link’e de benzer bir üniforma vermişlerdi. 


“Dördü de bu şehre uyum sağlayacak şeyler giyiyor.” 


Yurine de beyaz giyiyordu. Yu ise siyah kâhya kıyafetlerinin içinde arkadaşlarıyla oldukça uyumsuz gözüküyordu.


“Hoş geldiniz, hoş geldiniz!”


Kısa, kel ve şişman bir adam ellerini çırparken ayaklarını yere vurarak hızla yürüyordu. Topuklarına bağladığı ziller yüzünden yürürken sürekli ses çıkarıyordu. Mor ipekliler giymişti ve üzerine kadın parfümü sıkmıştı.


“Harem ağası falan mı bu...” 


Yumurtaya benzeyen kafası parlarken adamın kaşlarının da olmadığını fark etti, yüzündeki tek kıl siyah sürmeli kirpikleriydi. Gri gözleri vardı. 


“Top üzerine top yeter artık.”


Adamın arkasından gelen farklı kişiler de vardı. Yu onlara bakmak yerine Yurine ile karşı karşıya duran kele odaklanmayı tercih etti. El sıkışmak için bile olsa onun Yurine’ye dokunmasını istemiyordu. 


“Bendeniz Verryho Atless, kardinal hazretlerinin meclisinde yer alacağım.”


Verryho neredeyse Yurine’nin ayaklarına kapanacak kadar eğildi. Böyle birinin ona yaklaşmasından duyduğu rahatsızlığı tarif etmesine gerek yoktu. Yu onun yüzünü yumruklamak istiyordu. 


Yurine de ondan rahatsız olmuştu, içgüdüsel olarak Yu’ya yanaştı ve elini kavradı. 


“Küçük hanım kendisine böyle yaklaşmanızdan memnun değil, lütfen uzaklaşın," dedi Yu.


Verryho abartılı özürler sunarak Yurine’den uzaklaşırken gelen kişilerin tekinsizliği sebebiyle Başak Katedrali’nin şövalyeleri ve roaron muhafızları kendilerini göstermeleri gerektiğini düşünerek Yurine’ye yanaştı. 


“Kim bunlar?”


Link yanına geldiğinde kulağına doğru sessizce mırıldandı. 


“Genelev Lubunyası Verryho, Mora’daki kerhanelerin çoğunun sahibidir. Onun burada ne işi var anlamıyorum.


“Ben de anlamıyorum! Nasıl onun gibi biri Yurine’nin karşısına çıkabilir!”


Her normal insan gibi, onun gibi birinin küçük bir çocuğun yanına yaklaşmasını kabul edemezdi. Yu, Verryho’ya dönüp sesini yükseltti.


“Bu saçmalığı kim düzenledi!? Senin gibi biri burada ne arıyor?”


“Beni görmek hayal kırıklığı mı yarattı? Özür dilerim genç beyefendi ama ben Pontifeks hazretlerinin mektubuyla kardinal hazretlerinin meclisinde olmak için görevlendirildim, tıpkı diğer arkadaşlarım gibi.”


Verryho’nun arkasındaki adamlara baktı. Siyah kıyafetler içinde siyah sakallı ve siyah saçlı bir adam vardı. Onun yanında beyaz bir takım elbise giymiş, uzun pembe saçlı ve kırmızı gözlerine açgözlülük yerleşmiş bir genç kendilerine gülümsüyordu. 


En arkadan gelen kişiyse en yaşlılarıydı. Kel başının altında tamamen beyaz gözler vardı ve bir baston yardımıyla yürüyordu.


“Anlaşılan orospu evlatlarının yetiştiği bir yerdeyiz.”


Hazır elini kana bulamışken bunların da icabına bakmayı düşündü. Hepsini ortadan kaldırması ne kadar zor olabilirdi ki? Yurine’nin yanında bulunmamalıydılar.


“Pontifeks’in mektubuyla mı? Pontifeks hazretleri sizin gibileri neden buraya atasın? Mektubu görmek istiyorum," dedi Link.


“Elbette, Long beyim. Buyurun.”


Verryho elini mor ipekli kıyafetinin içine soktu ve göğüslerinin arasından bir mektup çıkarıp Link’e uzattı. Öne çıkan Link tiksinerek mektubu aldı ve sessizce okudu.


“Pontifeks’in adı Martus değil. Nasıl bir oyun oynuyorsunuz!”


“Kılıcınıza bu kadar hızlı sarılmayın, sayın şövalye. Sanırım siz haberleri almadınız. Pontifeks Tauntis öldü, Andromeda Lütufu kardeşi Martus’a geçti ve yeni Pontifeks ilan edildi. Onun mektubuyla birlikte biz, Başak Kardinali hazretlerinin meclisine atandık.”


Verryho’nun arkasından gelen pembe saçlı adam, kılıcını çekmiş Link’e keskin bir gülümsemeyle vaziyeti açıkladı.

-------------------------
10.03.2022 - 02:15






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44356 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr