Cilt 5 Bölüm 17 [ Hiç Kaybolmayan Zırh ]

avatar
5690 5

Re:Zero Kara Hajimeru Isekai Seikatsu - Cilt 5 Bölüm 17 [ Hiç Kaybolmayan Zırh ]


Çevirmen : Clumsy 

 

—Yemekteki atmosferin tamamen düzelmesi bu saatten sonra imkansızdı.

 

Felt’in sert sözlerinden memnun kalan Priscilla peşinde Al’la otelden ayrılmıştı. Buraya gelerek hedeflediği her şeyi yerine getirdiğini söylemek mümkün olabilirdi.

 

Yarattığı hasar düşünülünce de gerçekten bencil olduğu anlaşılabilirdi.

 

Herkes yemeklerine geri dönmüştü, hiç kimse eskisi gibi mutlu mesut sohbet edemiyordu.

 

Priscilla’nın bıraktığı etki oradaki herkes için fazlasıyla acıtıcı olmuştu. Bilhassa Reinhardt ve Wilhelm’in ne hissettiğini anlamak mümkün olamazdı.

 

Yine de bu iki erkek de gerginliklerini ifadelerine hiçbir şekilde yansıtmayacak kadar metanetliydi.

 

Tabii ki dede ve torunun kavuşmasının ileri bir tarihe atılması mecburiydi ve tek başına bu bile Subaru’nun kalbinde ağır bir düğüm oluşmasına yetmişti.

 

Otto: “Garfiel burada olmadığı için acayip şanslıyız.”

 

Yemeğin ardından Muse Ticaret Odası yoluna düşerken ağzından bu sözler dökülmüştü. 

 

Tam da söylediği gibi Garfiel veya öfke sorunu yaşayan herhangi biri yemekte olsaydı işler ciddileşebilirdi. Garfiel’in tepesi atarak Heinkel’in üzerine atladığını ve bir trajedi doğduğunu hayal etmek zor olmasa gerekti.

 

Kahvaltıdaki herkes büyük oranda sakin ve mantıklı bireylerdi. Bu da Priscilla’nın tatmini için hesaba kattığı unsurlardan biri olabilirdi.

 

Subaru: “…bu nasıl olabilir ki? Gerçekten tesadüfün de böylesi...”

 

Priscilla’nın kibirli bir şekilde belirip iftihar etme ihtimali imkansıza yakındı.

 

Bu da olabilecek en kötü sonucu doğurmuştu. İnkar etmek mümkün olsa da kabul etmek acı vericiydi. Emilia ve Beatrice’in endişesinin Subaru’nun hissettiği öfkeden daha çok acıttığı kesindi.

 

Felt bile mantık sınırları çerçevesinde hareket ederken duygularını kontrol altına alamayan tek kişi Subaru olmuştu. Ve düşüncesizliği için hem dostlarından hem de rakiplerinden özür dilemek istiyordu.

 

Emilia ve Beatrice, Subaru ile yürüyüşe çıkmadan önce kısa bir mola vermek adına odalarına çekilmişti.

 

Subaru da sinirini atmak için her zamankinden daha sert adımlar attığı bir yürüyüşle vakit öldürmeye çıkmıştı.

 

Ayakkabısının içindeki ayağına yüklenen baskı öfkesinin, hüsranının bir yansıması gibiydi.

 

Düşüncelere dalmış şekilde adımlarındaki baskıyı giderek arttırıp duygularını rahatlatmaya çalışıyordu. Ta ki,

 

Julius: “Yere bu kadar yüklenme, Subaru. Otel personelinin başına iş açacaksın.”

 

Ayaklarına bakmakta olan Subaru bu sesi işiterek kafasını çevirdi.

 

Belli ki farkında olmadan avluya açılan koridora çıkmıştı. Bu sırada Julius, avluda rüzgar banyosu yapmaktaydı.

 

Eli alışıldık bir hareketle mor saçlarını arkaya itiyor, serin rüzgarla etkili bir manzara sergiliyordu.

 

Yakışıklı suratı her zamanki gibi Subaru’da kıskançlık doğurmuş, dilini şaklatarak genç adamın yanındaki yerini almıştı.

 

Julius: “Emilia-sama ve Beatrice-sama yanında değil sanırım?”

 

Subaru: “Evet. İkisi de çocuk değil. Kendilerine vakit ayırmak isteyecek yaştalar ve ben de bu haklarına saygı duyacak inceliğe sahibim. Sonrasında buluşmak için saat ve yeri belirledim.”

 

Julius: “Kullandığın bazı terimlere aşina olmasam da sen bile başkalarının düşüncelerini anlama konusunda daha iyiye gitmişsin gibi görünüyor.”

 

Subaru: “Ahh, sen…!”

 

Alışılmışın aksine ilk kışkırtıcı sözü eden taraf Julius olmuş fakat genç adamın surat ifadesini gören Subaru’nun siniri dağılmıştı.

 

Kafasını hafifçe sallayan Julius,

 

Julius: “Özür dilerim. Gerçekten insanları anlamak konusunda başarısız olsaydın herkesin önünde yardımcı komutana bu kadar yüksek sesle karşı çıkmazdın… Sana minnettarlığımı göstermeliydim.”

 

Subaru: “Bu kulağa teşekkür gibi geliyor, o yüzden lütfen yapma. O herif beni yanlış şekilde törpüledi. Herkes soğukkanlılığını korurken benim yaptığım korkunç görünmüş olmalı.”

 

Julius: “Hiç de bile. Diğerlerinin sakin kalabilmesi tamamen senin aceleci tavrın sayesinde oldu, buna ben de dahilim. Fevri tepkilerinin yardımı dokunmuş gibi görünüyor.”

 

Subaru: “Hey, başından beri beni övmeyi planlamıyordun, değil mi?”

 

Subaru Julius’un içten ses tonu karşısında kaşlarını çatmıştı.

 

Julius Subaru’yla konuşurken daima kurnazca alay ederdi. Tabii bu iki taraf için de geçerliydi, yalnızca Julius’un suçu değildi. Her halükârda ikilinin dürüst bir konuşma yapması imkansıza yakındı.

 

Subaru: “Biliyorum, bir şövalye gibi sakin ve aklı başında davranmalıydım. Şövalyelik pozisyonuna sahip olmama ve hepsinin bir oğlanın görgü kuralları kitabında yazıyor olmasına rağmen sakin kalamıyorum.”

 

Julius: “Haklısın. Şövalyelik açısından tavrın hiçbir şekilde takdire şayan değildi. Fakat...”

 

Julius, rahatsız haldeki Subaru karşısında sessizleşmişti. Ve bir sonraki eylemi Subaru’nun gözlerini şaşkınlıkla irileştirecekti.

 

Subaru: “Ne yapıyorsun sen?”

 

Julius: “Gördüğün gibi.”

 

Subaru: “Tek gördüğüm önümde eğildiğin.”

 

Julius Subaru’nun önünde başını ve gövdesini eğmişti.

 

Bu bir şövalyelik nezaketi değildi. Törensel bir ritüel değildi. Bu hareketin arkasında hiçbir resmi temel yoktu. Julius’tan hiç beklenmeyecek bir şeydi.

 

Julius: “Teşekkürler. Teşekkür ederim. Benim sergileyemediğim öfkeyi sergilediğin için teşekkür ederim.”

 

Subaru: “…Neden bahsettiğin hakkında en ufak bir fikrim yok.”

 

Julius: “Şövalyelik şerefi gereği durum ne olursa olsun erdemli hareket etmek gerekir. Dostun küçümsense, insan dışı sözlere maruz kalsa bile hislerinin söylediği şeyi yaparak müdahale edemezsin. Ama sen böyle değilsin.”

 

Duruşunu bozmayan Julius Subaru’ya teşekkürlerini sunmayı sürdürüyor, Subaru ise bu beklenmedik tepki karşısında kafası karışık şekilde bakakalmaktan fazlasını yapamıyordu.

 

Julius: “Şövalyeliğim ve hislerim arasında kalıp öfkemi hızlıca bastırdım. Ama senin tutkulu çıkışını görünce kendimden utandım. Bu yüzden sana teşekkür etmek istiyorum.”

 

Subaru: “Öfkeni dışa vurmak yerine öyle yaptın, ha…”

 

Julius: “——”

 

Subaru anlayışlı bir şeyler söylerken Julius kafasını kaldırmıştı.

 

Julius nihayet içten hislerini açığa vurmuş ve o hisleri bakışlarına yansıtmıştı. Bunu gören Subaru ise homurdanmaktan öteye gidemedi.

 

Subaru: “Ne aptalca şeyler söylüyorsun. Gerçekten, dalga geçmeyi bırak.”

 

Julius: “…dalga geçmeyi bırakayım, ha.”

 

Subaru: “Tabii ki. Neden senin yerine öfkeleneyim ki? Ben yalnızca tepem bizzat attırıldığı için öfkelenmiştim, başkaları da o sakallı herifi tokatlamak istiyor diye değil. Başka birinin öfkesini yansıtmak gibi akıllıca bir şeyi hayatta yapamazdım.”

 

Meseleyi yanlış anlamış gibi görünen Subaru, Julius’a bu içten düşüncelerle karşılık vermişti.

 

Subaru öfkesinin asil bir içerlemeden doğduğunu düşünmüyordu. Sonuçta Reinhardt ve Wilhelm’in hislerini yalnızca kendileri anlayabilirdi.

 

Subaru yalnızca böylesi bir atmosfer bozulduğu için öfkelenen bir yabancıydı. Yani öfkesi tamamıyla kendisiyle alakalıydı.

 

Subaru: “Madem öfkelendin, neden hiçbir şey söylemedin? O ihtiyarla tek başıma sakince baş edemeyebilirdim ama bana arka çıksaydın onu korkutabilirdik.”

 

Julius: “Ne olursa olsun o, şövalyelerin komutan yardımcısı. Bir komutan yardımcısını düşman edinmek bir hayli can sıkıcı olurdu.”

 

Subaru: “Bunun rütbenle bir bağlantısı olmasına gerek yok ki. Ayrıca ‘ne olursa olsun’ diye araya sıkıştırıveriyorsun, bu kadar eski kafalı olma. Sürekli bir şövalye gibi düşünüyor ya da bir şövalye gibi davranıyorsun, falan filan. Kalbin bile mi o şövalye zırhının içerisinde örtüldü?”

 

Julius: “——”

 

Subaru, sessizleşen Julius’un karşısında dirseklerini dizlerine, avuçlarını da yanaklarına yerleştirip bitkin bir şekilde iç çekmişti.

 

Ne aptalca bir münakaşaydı! Julius’un minnettarlığını reddetmekle kalmamış, bir de ona öfkelenmişti.

 

Bu meselenin altındaki sebebi ve Heinkel’i düşünmekse öfkesini daha da arttırıyordu.

 

Julius: “Kalbim bile o şövalye zırhının içerisinde örtüldü… ah, bu bayağı sert oldu.”

 

Subaru: “Kelimelerimin bayağı artistik olduğunu düşünsem de boş ver, duymazdan gel. Yalnızca şaka yapıyordum.”

 

Julius: “Yo, bu kelimeleri aklımda tutacağım. Senden bir ders aldığıma memnun oldum. Bir yıl önce böyle bir şeyin mümkün olacağına hayatta inanmazdım.”

 

Subaru: “O nahoş mesele sona ermiş olabilir ama hala o konuda kabuslar görüyorum.”

 

Hala ara ara şövalyelerin eğitim alanında yaşananları, Julius’la yaşadığı yüzleşmeyi ve ardından gelen sert dayağı rüyalarında görüyordu.

 

Aldığı fiziksel hasarı anımsamak acı verse de canını esas acıtan, zihinsel ve duygusal yaralarını anımsamaktı. Yetersizliğinin anısı zihnine net bir şekilde kazınmıştı ve o günden bu yana bir film gibi aklında oynuyordu.

 

Tabii ki kabusları yalnızca Julius’la yaptığı düelloyla dolu olmuyordu fakat bu hatıra, tattığı pek çok ölüme rakip olabilecek düzeydeydi.

 

Julius: “Mümkünse buna devam etmemeni tercih ederim. Seninle her gece rüyalarda buluştuğumuzu düşünmek hiç hoş değil.”

 

Subaru: “Bunu suçlunun ağzından duymak komikmiş. Sence ben de rüyalarımda Emilia-tan’la yakınlaşmayı tercih etmez miydim?”

 

Julius: “Demek onu tavlama çabalarını rüyalarına dek düşürdün, yeteneğine güvenmeyi bıraktın. Tarzına uygun olmuş.”

 

Subaru: “Seni piç, beni o kadar övdükten sonra beş para etmezmişim gibi davranmasana. Hem sen kendi haline yan!”

 

Julius: “Anastasia-sama hoş bir kadın ve ona belli bir mesafeden hizmet edebilmekten daha onur verici bir şey olamaz. Doğal olarak halimden memnun olmam gerektiğini düşünüyorum.”

 

Subaru, Julius’un bu sakin yanıtına kedilerden duyulabilecek bir homurdanışla karşılık verdi.

 

Ve Julius’un eğilişini sonlandırıp her zamanki haline dönüşüyle aralarındaki tuhaf atmosfer sonlandı. Rahatlamış bir şekilde kaşlarını çatan Subaru da öksürerek konunun akışını değiştirdi.

 

Subaru: “O sakallı ihtiyara dönersek… komutan yardımcısı falan olduğunu söylemişti, doğru mu söylüyordu?”

 

Julius: “Şüphe duyman anlaşılabilir ama söyledikleri gerçekten de doğruydu. O adam Lugnica Krallığı Şövalyeleri Yardımcı Komutanı, Heinkel Astrea’ydı.”

 

Subaru: “Kör mü bu adamlar? Yoksa sağır mı? Ya da kafadan çatlak falan?”

 

Julius: “Gerçekten her şeyi sorguluyorsun. Tabii ki hiçbir kıdemli şövalye veya bey, komutan yardımcısının niteliklerini sorgulayamaz. Zaten komutan yardımcılığı unvanı bir nevi süsten ibaret, onu henüz iş başında gören olmadı.”

 

Julius kafasını sallayarak yanıt verirken Subaru’nun hayal gücü aklındaki kıdemli imgesiyle boğuşuyordu.

 

Gerçekten önemli hiçbir sorumluluk almadan inanılmaz ödüller elde edenler— Subaru çoğu üst düzey hükümet yetkilisinin böyle olduğunu düşünürdü ve Heinkel için de tam olarak aynı şey geçerliydi.

 

Üstüne üstlük etrafındakiler de onun yetersizliğinden ve tutumundan haberdardı.

 

Subaru: “Kılıç Azizinin babası olarak statüsünden faydalanıyor olabilir mi?”

 

Julius: “…tam olarak… öyle denemez. Komutan yardımcılığı rolünü üstlenmek oğlu Reinhardt’ı ilgilendirmeyen bir şey değil. Ve Reinhardt’ın ne kadar adil biri olduğunu tüm dünya bilse de söz konusu aile meseleleri olduğunda onu nasıl yargılayabiliriz ki? Ona herkes güvenemez.”

 

Subaru: “Reinhardt’ın babası için ahlaki değerlerinden ödün vereceğini sanmıyorum.”

 

Julius: “Yine de o Reinhardt’ın babası. Başkaları ne düşünürse düşünsün hiç şüphesiz ki Reinhardt’ın gözünde o, aynı kanı paylaştığı bir aile ferdi. Dolayısıyla ne düşündüğünü hiç kimse bilemez.”

 

Julius öfkelenen Subaru’yu yatıştırmak için sakince konuşuyordu. Subaru ise dişlerini sıkarak homurdanmakla yetindi.

 

Julius’un söylediği gibiydi. Heinkel ne kadar vasat biri olursa olsun Reinhardt’ın babasıydı ve ilişkilerinin seyriyle ilgili kararları yalnızca Reinhardt’ın kendi kalbi verebilirdi.

 

Adalete ve nezakete önem veren bir şövalye olarak aile bağları onu yoldan çıkarmamalıydı. Fakat Reinhardt için böyle bir ilişkiyi kesip atmak da kolay olamazdı.

 

Dışarıdan bakanların Reinhardt şunu yapmalı ya da yapmamalı konusunda net olduğu ortadaydı fakat bu, fazlasıyla kibirli bir hareketti.

 

Subaru: “Tam olarak öyle denemez dedin, yani başka sebepler de mi var? Ne olabilir ki…”

 

Julius: “O aynı zamanda Astrea Hanesinin reisi ve Wilhelm-sama’nın oğlu. Yani en açık şekliyle krallığın en iyi şövalyesi ve eski Kılıç Aziziyle akraba. Ona yüksek rütbeli bir pozisyon verilmeme olasılığı görmezden gelinemeyecek bir ihanete sebep olabilirdi.”

 

Julius’un kısa, duygusuz yanıtı bu şekildeydi.

 

Bunu duyan Subaru’nun arkasındaki imayı anlaması için yalnızca birkaç saniye gerekmişti.

 

Subaru: “Bu ülke! Reinhardt! Ya da Wilhelm! Hayatta inanmam! Heinkel ülkeye kin güttü, gücendi diye Kılıç Azizinin ailesi ülkeye ihanet edecek ha…! Onlara birer saatli bombaymışçasına temkinli davranmaları da ne demek oluyor…!”

 

Bu Reinhardt ve Wilhelm için bir aşağılanma değil miydi?

 

Ne kadar onurlu oldukları barizdi ama buna rağmen onların ülkelerine ihanet edebileceğine inanılıyordu.

 

Subaru’nun şu anki öfkesi Heinkel karşısındaki öfkesi kadar yoğundu. Bu sırada Julius kafasını sallayarak bir elini Subaru’nun omzuna yerleştirdi.

 

Julius: “Öfkelenmeni anlıyorum. Ama krallığın her olasılığı göz önünde bulundurması gerekiyor.”

 

Subaru: “Mümkün olmayan bir şey olasılık değildir ki! Bu tarz bir şeyin asla ama asla olmayacağı apaçık ortada!”

 

Julius: “…Wilhelm-sama eski Lugnica şövalyeleri komutanıydı.”

 

Subaru: “Ha!?”

 

Julius’un tutuşundan kurtulmaya çalışan Subaru bu sözler karşısında hareketi kesmişti.

 

Julius: “On dört yıl önce başkentte bir kraliyet ailesi üyesi kaçırıldı. O sırada Wilhelm-sama korumaların başına geçerek arama işiyle görevlendirildi.”

 

Subaru: “Ee, yani? Ben bile böyle meşhur olaylardan haberdarım.”

 

Felt, bahsi geçen kraliyet ailesi üyesiydi— bu hikaye pek çok kişi tarafından bilinirdi. Bunu çoktan aklından atmış olan Subaru, Julius’un sözlerinin altındaki anlamı çözememişti.

 

Subaru: “O çocuğun bulunamadığını biliyorum. Peki ne olmuş? Wilhelm-san sorumluluğu üstlenip şövalyelikten istifa etti diye krallıktan nefret etmesi için bir sebep mi oldu yani? Ama öyle olsaydı…”

 

Julius: “O vakitlerde eski Kılıç Azizi Beyaz Balinaya boğun eğdirmek için sefere gönderilmişti— yani Wilhelm-sama’nın kaçıran kişiyi aradığı günlerde…”

 

Subaru: “——”

 

Julius’un sözlerini irdeleyen Subaru düşüncelerle dolu bir boşluğa dalmıştı. Wilhelm’in zamanında söylediği bir şeyler o boşluğu doldurabilirdi.

 

Wilhelm karısı ölürken yanında olmadığını söylemişti.

 

Subaru: “…karısının yanında olamadığını söylemişti, araştırma yüzünden ayrı düşmüşler, öyleyse Wilhelm-san krallıktan nefret etmiş falan olabilir…”

 

Julius: “Wilhelm-sama’nın gerçek niyeti neydi bilmiyorum. Ama kaçırılan prensesin arayışı ve büyük seferin başarısızlıkla sonlanışının ardından korumalık görevinden çekildiği doğru. Marcus-sama’nın yeniden organize etme çabaları olmasaydı şövalyelerin o dalı dağılmış olabilirdi.”

 

Subaru: “Bu benim zerre kadar umurunda değil! Ben Wilhelm-san’dan bahsetmeye çalışıyorum! Sen… ne düşünüyorsun? Wilhelm-san karısı yüzünden herkese kin mi besliyor yani? Bu… bu…!”

 

Kendi kini yüzünden krallığa isyan bayrağını çekmişti.

 

Wilhelm van Astrea gerçekten böyle mi görünmüştü? Bu kadar derinden aşık birini, aşkı için her şeyden vazgeçmeye gönüllü birini gören herhangi biri nasıl böyle bir şey düşünebilirdi? Onunla hiç göz göze gelmemişler miydi ya da o dik duruşunu görmemişler miydi?

 

Kılıç Şeytanının dürüst, samimi kılıcıyla hiç karşılaşmamışlar mıydı?

 

Subaru: “O böyle bir şeyi asla yapmaz, bunu nasıl anlayamazlar!”

 

Julius: “——”

 

Subaru bu defa elini omzundan çekmeye çalışmamış, doğruca Julius’un göğsünü iteklemişti. Julius ise ayağa kalkıp dengesini yitirmiş bir şekilde geri çekildi.

 

Ona dönük sarı gözleri Subaru’nun öfkesini takdir edermiş gibiydi. Subaru anlamıştı. Bu derece bir öfkenin uygun olmadığını biliyordu.

 

Julius’un Subaru’ya söyledikleri kendi bakış açısını yansıtmıyordu. Julius’un tutumu ortadaydı.

 

Sonuçta bir yıl önce Beyaz Balinanın katledilişinin ardından Wilhelm’i, karısının intikamını almak için koskoca on dört yıl uğraşan adamı teselli etmiş, yatıştırmıştı.

 

Wilhelm’in krallığa başkaldırmak gibi bir şey yapacağını asla düşünmeyeceğine dair hiçbir şüphe yoktu.  

 

Subaru: “…affedersin. Aptallık ettim.”

 

Julius: “Yo, özür dileme. Haklıydın. Asıl ben hata ettim —Özür dilemesi gereken biri varsa o da benim.”

 

İki taraf da kafalarını eğmiş, gözlerini kapamıştı. İki taraf da katlanılamaz bir ağırlık altındaydı.

 

Ülkenin Wilhelm’e yönelik kuşkularını değiştirmek için hiçbir şey yapamayacak olmanın çaresizliğini taşıyorlardı. Subaru da Julius da hislerini dışa vursalar dahi nihayetinde tamamen güçsüzlerdi.

 

Subaru: “Peki Reinhardt için de durum aynı mı?”

 

Julius: “…aynı mantıkla öyle olmamasına rağmen Reinhardt da büyükannesini ölüme gönderdikleri ve atasını öldürmek durumunda kaldığı için krallığa kin güdebilirdi.”

 

Subaru: “Öyleyse…”

 

Julius: “Fakat krallık Reinhardt’ın herhangi bir isyan gerçekleştireceğinden şüphelenmiyor. Aksine, bu şüphe Heinkel-sama’ya ait.”

 

Reinhardt’ın babasının ismini işitmek Subaru’nun gözlerini irileştirmişti.

 

Duymak istemediği bir isim olsa da bu konuya kulaklarını tıkayamazdı. O ismi içeren hiçbir konuşma hoş olamazdı.

 

Subaru: “Reinhardt’ın babasıyla ilişkisi nasıl? Bariz kan bağı dışında yani.”

 

Julius: “Reinhardt’ın Heinkel-sama’ya tamamen, her zerresiyle itaat ettiği bir zaman dilimi olmuştu. Baba oğul oldukları için bu kulağa normal gelebilir ama… o zaman dilimi olması gereken sınırı aşmıştı.”

 

Julius pişmanlıkla konuşurmuşçasına gözlerini Subaru’nunkilerden kaçırıyordu.

 

‘Sınırı aşan’ ilişki tipik bir ebeveyn çocuk ilişkisiydi. Sözleri tam olarak ne kastettiği anlaşılamayacak şekilde belli belirsizdi. Detaylara girmeye pek hevesli görünmeyen Julius bakışlarını yeniden Subaru’ya çevirerek,

 

Julius: “Reinhardt daha özgüvenli biri oldukça bu tavrın sonu gelmeliydi. Fakat Reinhardt’ın hala Heinkel-sama’nın sözlerini dinleyip dinlemeyeceği net olarak bilinmedikçe şüpheler ortadan kalkamazdı.”

 

Subaru: “…yani Heinkel Reinhardt’a krallığa başkaldırma emri vermesin diye ona bir iyilik yapıldı, öyle mi?”

 

Julius: “Belki de böylesi daha kötü oldu. Bu kulaktan dolma denilebilecek bir söylenti olabilir ama yine de Reinhardt’ın bir arkadaşı olduğun ve onun adına öfkelendiğin için sana anlatacağım.”

 

Bu can sıkıcı girişten sonra etrafına çabucak göz gezdiren ve herhangi birinin kulak misafiri olmadığını teyit eden Julius, Subaru’nun yanına yaklaştı.

 

Sonra da,

 

Julius: “Yardımcı komutan prensesin on dört yıl önceki kaçırılışının şüphelilerinden biri.”

 

Subaru: “——!?”

 

Julius: “Kesin bir kanıt yok. Ancak şüpheli müdahalesiyle ilgili defalarca sorgulandı.”

 

Subaru: “Eğer bu doğruysa, öyleyse, kaçırma…”

 

Julius: “Bu meseledeki gerçeğin artık bir önemi kalmadı. Şu anki esas problem böyle şüpheli bir karakterin kraliyetin en güçlü pozisyonlarından birini işgal ediyor olması.”

 

Kılıç Azizi unvanını takiben gelen görkemli kutsama…

 

Lakin Subaru, duruma ışık tutuldukça bu unvanın bir kutsamadan ziyade bir lanet olduğunu düşünmeye başlıyordu.

 

Subaru: “Eğer kaçırılmayla gerçekten bağlantısı varsa babasıyla annesinin son bir kez yüz yüze gelememesinin sebebi Heinkel demektir.”

 

Julius: “…bununla da sınırlı değil. Ayrıca çoktan kılıcını bırakmış olan Thearesia-sama’yı sefere aday gösteren ve Beyaz Balinayla karşılaşmaya gönderten kişinin de Heinkel-sama olduğunu işittim.”

 

Subaru: “Gerçekten öz annesini Beyaz Balinayla savaşmaya mı göndermiş!?”

 

Julius: “Buna dair bir kayıt var. Yardımcı komutan Beyaz Balinayla savaşmayı reddedip bunu annesinin yapmasını tavsiye etmiş.”

 

Tam anlamıyla nutku tutulmuştu. —Subaru nasıl karşılık vereceğini dahi bilemiyordu.

 

Önceki asılsız söylentilerin aksine bu son söylem gerçek kanıtlarla destekleniyordu. Şahitlerin ve kayıtların olması da bunun gerçek olduğu anlamına geliyordu.

 

Heinkel kendisinin yerine öz annesini Beyaz Balina muharebesine göndermişti.

 

Sonra da annesi savaşta ölmüş ve babası son anlarında onunla birlikte olamadığı için intikam kılıcını kuşanmıştı. Ama o adam herhangi bir ceza almak yerine oğlunun yeteneğini kalkan olarak kullanarak rahat ve istikrarlı bir hayat sürmeye başlamıştı.

 

Bu nasıl mümkün olabilirdi? Bunu yapabilecek bir insan nasıl var olabilirdi?

 

Subaru: “Bir yerde bir hata olmalı, haksız mıyım…?”

 

Buna inanmak istemiyordu.

 

Mesele Heinkel’in insanlığına inanmak isteyip istememesi değildi. Subaru onun olabilecek en kötü kişi olduğunu çoktan kabullenmişti ve bunu onunla karşılaşan herkes anında anlayabilirdi.

 

Fakat böylesine şeytani, böylesine ahlaksız, böylesine çarpık bir karakter olabileceğine inanmak istemiyordu.

 

Etiğe, ahlaka, insan doğasına inancı vardı ve insan doğasının izin verebileceği kötülüğün bir sınırı olduğunu düşünürdü.

 

Lakin hayal etmenin bile günah olacağı şeyler gerçek hayatta meydana gelebiliyordu.

 

Julius: “…üzgünüm. Kendisini tam anlamıyla hazırlamamış birine bunları anlatmak istemezdim.”

 

Julius nutku tutulan Subaru’ya bu şekilde fısıldamıştı, sesine keder işliydi.

 

Subaru bu ses tonunun verdiği hisleri tamamıyla anlayabiliyordu ve bu, daima sakin olan Julius’a hiç uymayan bir şeydi.

 

Subaru: “Bu… bu senin hatan değil, dinlemek isteyen bendim. Gerçi seni suçlayabilecek olsaydım daha kolay olabilirdi.”

 

Julius: “Sözlerini kabul edecek pozisyonda değilim. Sana aktardıklarım başka bir aileye ait meselelerle ilgili söylentilerden ibaret ama onları bizzat tanık olmuşum gibi anlattım. Nasıl bakarsan bak o söylentilerin ağırlığını düşünmeden konuştum. Bir şövalye olarak gerçekten kendimden utanmalıyım.”

 

Subaru: “Ama bunlara tanık oldun, değil mi? Sonuçta Reinhardt’ın arkadaşısın.”

 

Subaru Julius’un kendini küçümseyişine bu karşılığı verir ve başını sallarken Julius bir kez daha kafasını ona doğru kaldırmıştı.

 

Subaru: “Reinhardt’la arkadaşlığının sınırlarını bilmesem de onun için endişelendiğini görebiliyorum. Yani öfkeni ayıplamam veya fazla saldırgan bulmam. Sırf seni ilgilendirmiyor diye böyle bir şeye dahil olmamanın doğru olduğunu düşünmüyorum.”

 

Julius: “…peki sen olsan ne yapardın?”

 

Subaru: “Bir başkasının ağladığını işitip müdahale etmek yanlış mı? Ben bir dostumun kendisini çaresiz hissettiğini görürsem mutlaka ona ulaşırım. Reinhardt’ı umursuyorsan senin de bunu yapman tamamen normal. Bilhassa senin hislerin benimki gibi olmadığı için...”

 

Julius yalnızca merakına yenik düşerek müdahale etmek isteseydi Subaru, onu ayıplayabilirdi.

 

Fakat Julius’un hem tavrı hem de sözleriyle kanıtlanan hislerinde utanılacak hiçbir yön yoktu.

 

Subaru: “Az önce de söylemedim mi? Şövalye onuruna ya da her ne haltsa ona böyle sımsıkı yapışıp kalmana gerek yok. Gerek olsa bile arada bir zırhını çıkarıp yalnızca ‘Juli’ olmak o kadar da fena bir şey olmamalı. Doğal olmanın iyi durumlara yol açamayacağını kim söyleyebilir ki?”

 

“Juli” Julius’un Cadı Tarikatı mücadelesi esnasında kullandığı takma addı.

 

Julius pozisyonu gereği herhangi bir paralı asker grubuna katılamayacağı için hafif bir sahtekarlıkla zarif bir şekilde kimliğini gizlemişti. Juli, herkesin, kendisinin bile en nihayetinde kullanmayı bıraktığı bir isimdi. Fakat o Julius, olabildiğince az şövalyeydi.

 

Julius: “Juli, ha… bu isim cidden hiç yoktan ortaya çıkıverdi!”

 

Subaru: “Çok uzun zaman önceydi ve yalnızca bir kez kullanılmıştı. Hatırladığım için kendimden bayağı etkilenmiş durumdayım.”

 

Julius: “‘Şövalye onuruna ya da her ne haltsa ona böyle sımsıkı yapışıp kalmana gerek yok.’ Gerçekten ağır şeyler söyledin. Eminim herkesin bana ne dediğini biliyorsundur.”

 

Subaru: “Sana en iyi diyorlar diye fiziksel ve zihinsel olarak bu kadar katılaşmana gerek yok. Zırhını hiç değilse banyodan önce çıkarmalı ve tekrar kuşanmadan önce benimle bir müddet esnemelisin.”

 

Bu cümlelerle birlikte eğilmiş, yeni esneklik seviyesini sergilemek istercesine avuçlarını yere değdirmişti. Bedeni hala oldukça sert olsa da eğitim parkuru sonrası daha yumuşak ve esnek hareket edebilmeyi öğrenmişti.

 

Ardından esnekliğini sergilemekte olan Subaru karşısında,

 

Julius: “Bana gösteriş yapmaya çalışıyorsan gerçekten iç çekmekten başka bir şey yapamam.”

 

Subaru: “Oh!?”

 

Bu sözleri söyleyen Julius bacaklarını iki yana açarak alçaldı. Onun ince bacakları üzerindeki kontrolünü ve esnekliğini takdir etmemek elde değil diye düşünen Subaru da aynı şekilde alçalmaya başladı.

 

Peki Julius’un Subaru’yu herhangi bir alanda rahatlıkla yenebileceğini söylemeye gerek var mıydı?

 

Subaru: “Gaah… ama, ama! Ut çalıyor ya da dikiş dikiyor olsaydık kesinlikle kazanırdım…!”

 

Julius: “Hobilerimizi yarıştırmakta erdemli bir taraf göremesem de benim de enstrüman çalmışlığım vardır. Gerçi dikiş dikmenin bir hayli zor olduğunu söylemek zorundayım.”

 

Subaru: “Grrr! Demek öyle! Hobiymiş! Benim gibi birinin hiçbir hobisi yüzeysel olamaz. Seninle asla grup kurmazdım. Solistlik rolümü başkası alacak!”

 

Julius bacaklarını düzeltmiş ve güzelce ayağa kalkmıştı, sonra da saçlarını savurarak galibiyetiyle böbürlenircesine göğe doğru gülümsedi.

 

Julius: “Hmm. ‘Juli’ olarak göğe bakıp rüzgarla yıkanmak böyle hissettiriyormuş.”

 

Subaru: “Ha?”

 

Julius: “Geçmişe dönüp bakınca o zamanlar gördüğüm gök genelde olduğundan bir nevi farklıydı. Demek sebep buymuş.”

 

Subaru: “Giderek daha da anlamsız konuşmalara başlıyorsun. Seni yapmacık piç.”

 

Subaru sinir olmuş bir şekilde omuzlarını silkerek koridor zeminine çöktü. Julius ise güneşten gözleri kamaşmışçasına gözlerini kıstı.

 

Nihayet konuşmalarını teslim alan nahoş hava dağılmıştı.

 

Tabii ki tartıştıkları şey hala zihinlerinden ayrılmamış, düğümleri göğüslerini terk etmemişti. Fakat en azından öfkelerinin üstesinden birlikte gelmeye gayret edebileceklerdi.

 

—Yalnızca bu manzara, onların sıradan bir çift arkadaş olduğunu düşündürebilirdi.

 

#Subaru’nun çoğu arkadaşlığı böyle laf sokmalı, dalga geçmeli sanırım. Erkekler arasındaki dostluklar hep böyle mi oluyor acaba, anlatsanıza biraz
Şaka maka yine güzel bir bölümdü, böyle ufak ufak bilgiler almayı seviyorum. Tabii ki tüm bunlar fırtına öncesi sessizlik. Yakında bizi bekleyen çok büyük olaylar var. Öyleyse bir sonraki bölümde görüşmek üzere!






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44253 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr