Cilt 5 - Son Söz: Kapının Ardında Harika Bir Dünya Olabilir mi?

avatar
209 2

Start - Kapının Ardındaki Dünya - Cilt 5 - Son Söz: Kapının Ardında Harika Bir Dünya Olabilir mi?


Çocuğun kurt adamı öldürmesinin ardından yağmur dinmiş, alevler sönmüş ve bulutlar dağılmıştı. Ay ışığı üzerlerinde onları kutsuyordu. Hiç şüphesi yoktu ki ulu anneleri izliyordu. Donor’a İselle ile aynı âna tanık olma şerefi bahşedilmişti.

 

Tüm umudunu Caetus’a bağlamasının yanlış olduğunu düşünmüyordu, ona yıllardan beri öğretilen adakların çağrılan kişi tarafından öldürülebileceğiydi. Eğer bambaşka biri tarafından öldürüldüyse adına mucize derdi ve mucize kutsanmalıydı. İselle’nin şu anda gökte yaptığı da bu kutsama olmalıydı.

 

Öyleyse hiçliğin ortasından gelip şeytanı annelerine kurban ederek vaftiz olan yiğit kahraman için Donor’un yapabileceği, üzerine düşen tek bir görev vardı.

 

“İselleus.”

 

Kalbi sıkıştı, nefes alabileceğini zannetmiyordu. Heyecan bu soğuk havada ter basmasına sebep oldu. Tutunduğu iri adamdan ayrılıp çocuğa doğru bir adım attı. İri adam dengede duramadığını fark ettiği vakit koluna girerek onu çocuğa doğru yürüttü. İri adam da iyi biriydi ama bir Lunaryen değildi.

 

Donor’un kucaklamak için yürüdüğü çocuğu önce başka biri kucakladı. Gümüş saçlı kadın “Yu!” diye sesleniyordu tanrıçanın İselleus’una. “Beni korkuttun, korkuttun!”

 

“Özür dilerim,” dedi İselleus. “Niyetim kimseyi korkutmak değildi. Biraz havalı gözükeceğini bile düşünmüştüm aslında. Hoşunuza gider diye, belki.”

 

Sevgili veya karı koca olmalılardı. Tapınakçıların kendilerini tanrıçaya adamaları gerekse de duygusal bağlar ve evlenenler hoş bulunmasa da toplumdan dışlanmazdı. Hem sonradan aralarına katıldığı için bağlarını görmezden gelebilirdi.

 

Rüzgâr kanlı saçlarını uçururken aralarına girdi. İki gencin arasındaki duygu dolu anı mahvetmek istemese de bulundukları mucizevi an aralarında yaşanan her şeyin ve bugün ayın altında onlarla birlikte olan herkesin ötesindeydi. Çocuğa sarıldı, kollarının arasına aldığında ondan daha kısa ve ufaktı. Yine de neler yapabileceğini gözleriyle görmüştü ve dinine ait olan ve kalbini kuvvetle saran ilahi tutkusu ona başka şans bırakmıyordu.

 

“İselleus,” diye fısıldadı kulağına.

 

“Özür dilerim, anlamıyorum,” dedi çocuk, kibarca.

 

“İselleus,” diye verdi ismini. “Senin adın İselleus, Luna de Magia. İselleus, bu çocuğa sahip çık. Atalarımıza layık bir savaşçı olmasını istiyorum. Annemiz İselle bizimle gurur duymalı.”

 

Genç ve dinç, nazik ve tutkulu; şüphesi yoktu, annesi yok olmuş, mahvolup bozguna uğramış çocuklarının yerine birini göndermişti. O, kaderinde dünyayı kurtarmak olan çocuğu emanet edebileceği tek kişiydi. Evet, annesinin İselleus’u gönderme sebebi ancak bu olmalıydı.

 

“Luna de Magia.”

 

Gözlerini kapadı. Görevini istediği şekilde tamamlayamasa da yeni, genç ve güvenilir bir yoldaşa devretmenin huzurunu yaşayarak nefesini verdi. Lunaryenler görevini Caetus’u koruyarak yapmıştı. İselleus da Caetus’u bir Lunaryen olarak yetiştirerek dünyaya karşı olan görevini yerine getirecekti.

 

***

 

O uzun, yakışıklı ve güçlü adamın bir kral olacağı kimin aklına gelirdi? Ormana girmeden önce bildiği son Mora kralı Mete Huo Long idi ve ondan sonra ne krallarla ne de siyasetle işi kalmamıştı. Ormanda geçerli olan tek kanun orman kanunuydu. Gerçi, Yu Zao’nun kral olmasına şaşırmamalıydı. Görüşünü tam da bir krala layıktı.

 

Öğrendiğine göre kral bir muharebe kazanmıştı. Doğal olarak muharebenin önemi hakkında bilgi sahibi olmasa da çadırlarını toplayan askerlerin sevinçlerinden önemli olduğunu anlayabiliyordu. Fakat bu biraz daha farklı, daha önemliydi. İnsanlar savaşın artık bittiğini söylüyordu. Tabii ki yaşlı, cahil kalmış Eliande’nin bir savaşın varlığından da haberi yoktu.

 

“İsterseniz size ordumda bir yer verebilirim,” dedi Yu Zao. “Aslında tam da savaşın sonlanacağı vakit orduma katılmanız, barış zamanına denk gelmenizle sizin için de şanslı bir gelişme olur. Krallığın kalkınmasına krallığın şövalyeleri olarak yardım edebilirsiniz.”

 

“Şövalyelik gibi şeylerde gözüm yok,” dedi Meryu burun kıvırarak. Sivina ise zaten bir şövalyeydi ama onun da krallıkla ilgisi yoktu.

 

Iselleus ise teklifi “Üzgünüm,” diyerek reddetti. “Ben ne böyle bir unvanı hak ediyorum ne de en önemli görevimden yüz çevirebilirim.”

 

“En çok da hak etmediğini düşünenler hak eder.”

 

Kral onlara yeni atlar, giysiler, zırhlar ve adaşı olan İselleus’un düşmanlarının üst düzey adamlarından birini öldürmesinin ödülü olarak para vermişti. Ayrıca Brahatul’a gideceklerini öğrenmişti. Brahatul imparatoruna iletmeleri için bir mektup ve yolculuklarında sınırlardan geçmelerini kolaylaştırmak amacıyla bir mühür vererek onları elçi statüsüne yükseltmişti. Böylece yol üzerinde Yu Zao’ya boğun eğmiş kalelerde konaklayabilecek, askerlerinin arasından güvenli yollarda geçebileceklerdi.

 

“Ahh… Yaşlılığa lanet olsun. Ruhum genç desem kabul eder mi acaba?”

 

Genç bir cadı olup Yu Zao’nun koynuna sokulmak isterdi. Yüzünde bu kırışıklıklar olmasa kesinlikle Yu Zao’nun yanında olurdu. O kadar erkekti ki erkeklik adamın paçalarından yere akıyordu. Kaslıydı, uzundu, sinekkaydı tıraşlıydı, gözleri düşmanlarına sert ama düşmanlarına yumuşaktı, gülümsemesi bıçak gibi keskindi, zengin ve güçlüydü ama aynı zamanda alçakgönüllü ve kibardı, cömertti, vatanseverdi, yakışıklıydı. Onu alacak kadın dünyadaki en şanslı kişi olacaktı. Hatta böyle birini çoktan kapmış bir prenses olmalıydı.

 

“Yardımların için teşekkür ederim,” dedi Iselleus. “Adını bildiğim tüm tanrılara, başka bir dünyada seninle aynı safta dövüşmek için dua edeceğim.”

 

“Adını bildiğin tüm tanrılara insanların dövüşmek zorunda olmadığı bir dünya için dua et. Ama illaki dövüşmemiz gerekirse, umarım aynı safta oluruz.”

 

***

 

Kralın yanından ayrıldıktan sonra Yuzarsef’in evine sürdüler. Caligula at arabasının şoförlüğünü yapıyordu. Donor hâlâ baygındı, altına örtü sererek arabanın ortasına yatırmışlardı. Yaşına rağmen vücudu formda gözükse de arkadaşlarının ölümü, yaralanmak ve sonda yaşadığı duygu patlamasına dayanamamış olmalıydı.

 

Ama uyanacağına inandığı için onun hakkında endişe etmiyordu. Eğer uyanacağını düşünmeseydi de endişe etmezdi. Yaşlı bir adamdı ve Eliande yaşlı adamlara pek değer vermeyen bir kadındı.

 

“Uyansa bile ne yapacak ki? Tüm tapınağı katledilmiş, dönecek arkadaşları kalmamış. Çocuğa bakıcılık etmek ve kardeşine ulaştırmak için onu Clermont’a götürmeyi deneyebilir. Çocuk için böylesi daha iyi olurdu. Yine de o adam daha sonra herhangi bir şey yapmak için fazla yaşlı olacak… Acaba ben…”

 

Çocuk da uyanıktı. Elf olduğu için vücudu manayı hızlı ürettiğinden tüm manasını harcadıktan sonra komaya girmiyordu ama uyandığı dünya bıraktığından çok daha kötü bir dünyaydı. Tanıdığı insanlar arasında sadece Donor ve çok uzaktaki kardeşi kalmıştı.

 

“Belki çocuğu götürmek için ben de Clermont’a giderim. Gitmek istediğim yerler sıcak memleketler ama kendimi işe yarar hissetmek istiyorum. Hem Clermont benim memleketim ve akademiyi tekrar görmek isterim.”

 

Kulağa eğlenceli geliyordu ama genç olmadığını sürekli hatırlatan dizleri yüzünden çekiniyordu. Kış zordu, kuzeye indikçe karın sıklığı artacaktı, yollar sıkıcıydı. Birkaç haydutla karşılaşıp tokatlamak haricinde eğlenceli hiçbir şey olmayacaktı.

 

Lakin kaderin ilerleyişi farklı olacağa benziyordu.

 

“Yu,” dedi gümüş saçlı kadın. Asil bir yüzü vardı, insanlardan çok daha güzeldi ama bir elf de değildi. El adasındaki kızların güzelliğini duymuştu, belki onlardan biri olabilirdi.

 

Onun İselleus demeyi tercih ettiği adama Yu diyordu ve Eliande o isim çok daha harika gözüken bir adama ait olduğundan karıştırmamak için kullanmayı tercih etmiyordu.

 

İkisinin karı koca olduklarını öğrenmişti. Açıkçası kıskanmıştı da. O bu yaşına dek bekâr gelmişti, bir çocuğu ya da torunu yoktu. Bir çırağı bile olmamıştı ve arkadaşları ya ölü olmalıydı ya da bilmediği köylerde ve şehirlerde kendi aileleriyle yaşlılıklarının tadını çıkarıyorlardı.

 

İselleus fazla gençti, Yu Zao kadar uzun ve onun kadar yakışıklı değildi ve ondan daha zayıftı. Yine de güzel bir kadın onu eşi olarak seçmişti ve onun yanındayken mutlu gözüküyordu. Eliande bu mutlu çifti ve geceleri yalnız uyumak zorunda olmayışlarını kıskanıyordu.

 

Adam gümüş saçlı karısına baktı. Karısı gözleriyle kucağındaki çocuğu işaret etti. İzlendiğinden haberi olmayan çocuk yaşlı adama bakıyordu. Tepesinde bir kişi konuşup da sustuğu için ne olduğunu merak ederek başını kaldırınca ona bakan mor gözlü adamla göz göze geldi. Aniden karşılaşmaları sebebiyle ürkmüş ve kadının kucağında sıçramıştı.

 

Karısının niyetini anlayan adam iç çekti. Gözlerini kapatıp bir süre bekledi ve derin düşüncelere daldıktan sonra elini çocuğun sarı saçlarına götürüp okşadı.

 

“Yuzarsef.”

 

Eliande de çocuk gibi anlamadı. Yuzarsef’in onunla olan alakası neydi. Kadın neden bu ismin anılmasından mutlu olmuştu? Gittikleri yer hakkında mı konuşuyorlardı?

 

“Anlamadım?”

 

“Senin adın Yuzarsef,” dedi İselleus. “Bundan böyle, adını ben koyuyorum. Bu dünyada çok iyi birine ait değilmiş ama benim dünyamda güzel ve erdemli bir adama aitti. İsminin hakkını ver, gerçek sahibi gibi güzel ve erdemli ol.”

 

“Ad? Ama ben vaftiz edilmedim, İterlik’i öldüren-”

 

“Umursamıyorum,” dedi İselleus. “Baban var mı?”

 

Çocuk başını salladı.

 

“Öyleyse seni evlat ediniyorum. Zaten vaftiz edilmiş olsaydın da hiçbir şey değişmeyecekti. Böylesi daha iyi olacak.”

 

Tanımadığı bir çocuğu, üstelik o çocuğun vasisi olmaya daha uygun birinin önünde evlat edinemezdi. Eliande bu kibirli gence karşı çıkmalıydı.

 

“Bunun uygun olduğuna inanmıyorum,” dedi oturduğu yerde doğrularak. “Çocuğu sahipleniyor musun? Onun hocası ve babası olmaya daha uygun bir kişi buradayken hem de? Çocuğun açıkça Clermont’taki kardeşine gitmesi gerekir, burada ona ait bir şey kalmadı. Kibirli olma genç adam.”

 

İselleus başını eğdi. “Bağışa beni, niyetim seni kışkırtmak değildi. Kehanetler ve kader hakkında çok şey bilmem ve bildiğimden de azıyla ilgilenirim ama geleceğinde dünyayı kurtarmak gibi önemli bir mesele varsa benim yanımda olması daha iyi olacak.”

 

“Neden böyle bir karara vardın?” diye sordu Eliande.

 

“Çünkü geleceğinin olabileceği tek dünya benim yanımda olduğu dünya. Diğer tüm insanların-”

 

“Hepsinden önce, ağabey!” diye ayağa fırladı genç Meryu. “Artık bazı cevapları almanın vakti geldi! Hedeflediğiniz şeye kaç kişi ulaşabilecek?”

 

Sivina boştaki eliyle çocuğa sarıldı. “Bu ne demek? Hepimiz aynı yere gidiyoruz.”

 

“Ne anlama geldiğini biliyorsun!” dedi Meryu. “Zaten çocuk tarafından ablam benden çalınacak gibi gözüktüğü için moralim hiç iyi değil, bir de benimle kelime oyunları oynama!”

 

Genç kız kadar enerjik tartışabilmeyi isterdi ama sesini yükseltip bağırmaya enerjisi yoktu. Ayrıca bağıran insanlar ve gürültü sinirlerini bozuyordu.

 

“Ben herkesin hayatta kalabilmesi ve tek parça hâlinde yola devam edebilmesi için elimden geleni yapacağıma söz veririm,” dedi İselleus. “Yine de kimin yaşayacağını ve kimin öleceğini bilemem. Ben geleceği görebilen bir tanrı değilim. Bir sinek ısırığı bile insanların-”

 

“Anlattığım şeyin bu olmadığını biliyorsun!”

 

“Evet, anlattığın şey bu değil,” diye onayladı Eliande. “Sanırım benden saklanan bir şey olduğu için üstü kapalı yanıtlarla sorun geçiştirilmeye çalışılıyor. Böyle davranıp anlamakta gecikirsen ileride onlara sorun çıkarabilirsin. Ama gümüş saçlı hanıma katılıyorum, hepimiz aynı yere gidiyoruz. Kız kardeşi ve çocuğu buluşturmaya karar vermiştim ama çocuğu kendi yanınızda götürecekseniz ben de geleceğim. Herhangi bir amacım olduğu için değil, canım öyle istediği için ve sıcak memleketleri tekrar görmek istediğim için. O yüzden söyleyecek bir şeyleriniz varsa saklamadan söyleyin.”

 

İselleus’un kanında kötülük vardı lakin kendisi ilk bakışta kötü birini andırmıyordu. Güvenebileceği konusunda emin değildi ama hayatlarını kurtardığı da bir gerçekti. Yanındaki iki kız ve yeni tanıştığı yaşlı adam tarafından seviliyordu. Bacıyakalayan’ın da onunla özel sorunları var gibi gözükmüyordu. Yolculukları sırasında da yaşından ötürü hürmet edecek birine benzediğinden tüm olumsuzlukları görmezden gelerek onunla yola çıkabilirdi.

 

“Ahh… Kaliteli olanı alamadık buna kaldık… Kahrolsun yaşlılık…”

 

“İ-insanlar güvenmemeleri gereken insanlara çok çabuk güveniyorlar…” İselleus’un gözü seyirdi. Yüzünde şimdiye dek pek bir tepki görmediği için bu yeniydi. “Adımı daha bugün öğrendiniz. Beni yanlış anlamanızı istemiyorum, lütfen sizi dışladığımı düşünmeyin. Aksine ne kadar aciz ve yardıma ne kadar muhtaç olduğumun farkında olarak hedefime ulaşmam da yardımcı olacak her dost elini kabul etmem gerektiğini fark ettim ama bu, bulunduğumuz noktayı değiştirmiyor. Siz benim kim olduğumu ve nelerden sorumlu olduğumu bilmiyorsunuz. Bilseniz benden nefret edersiniz.”

 

“Bu zorlama kibarlığınla nefret etmem için yeterince neden topluyorsun zaten,” diye yanıtladı. “Ormanda yapacak bir şeyim yok ve karının hayatını kurtardığım için bana borçlusun. Olmasaydım karın öldüğü için ağlayıp güçsüzlüğünden bahsederek kafa şişiriyor olacaktın. Minnet duy, yaşlıları bekletme ve nereye gittiğimizi, hangi hedefin peşinde olduğumuzu anlat.”

 

Zamanın akışının onların bulundukları noktada bir araya geldiği bir ilerleyiş doğrultusunda bulunması, kaderin onlar için bir beklentisi olduğu anlamını taşıyordu. Eliande de hem kendi arzuları için hem de gelecekte ne olacağını merak ettiğinden kaderin beklentisine cevap verecekti. Hem çocuğun dünyayı kurtaracağı söylendiyse kurtarılması gereken dünyada kendisi de yaşadığı için ona göz kulak olmalıydı.

 

“Bunu ben de sormalıyım,” dedi Bacıyakalayan. “Yuzarsef’in mirasını maalesef sen üstlendiğine göre istemesem de geleceğim. Yolun sonunun nereye varacağını görmek istiyorum.”

 

Genç kız olduğu dönemlerdeki gibi heyecanlandı. Otuz saniye sonra ne olacağını bilmeden yaşamak hayatın kendisiydi. Belirsizliği, gizemleri ve macerayı özlemişti. Aksiyon ve harekete olan düşkünlüğü karşılaştığı kurt adamla bir kez daha yüreğine işlenmişti.

 

“Tekrar her şeyi anlatman gerekecek,” dedi Sivina. “Tabii anlatmak istiyorsan… Kimsenin seni zorlayacağını düşünmüyorum.”

 

“Anlatmasam da bir gün öğrenecekler zaten.” İselleus her zaman ciddi gözüküyordu ama şimdi daha ciddiydi. “O gün geldiğinde anlatmadığım için benden daha çok nefret edecekler. Nefret edilmek de umursadığım şeylerden biri değil ama beni durdurmaya çalışırlarsa hoş olmaz.”

 

“Ne anlatacaksın bize?” diye sordu Eliande.

 

“Başka bir dünyadan buraya geldim, gökyüzündeki başka bir yıldızdan. Bir cadı ve kızıyla tanıştım, benim yüzümden cadı öldü ve kızıyla birlikte onu kurtarmak için zamanı geri almamızın gerekeceği bir yolculuğa çıktık. Rolderhelm Başbakanı Denise’den-”

 

“O adam hâlâ yaşıyor mu?” Bacıyakalayan aniden araya girip sözü bölünce herkesin dikkatini topladı. “Özür dilerim, tanıdık birini duyunca dayanamadım. Devam et.”

 

“Nekoverine isimli bir yerin varlığını öğrendim. Daha önce Denise ve ölümüne sebep olduğum cadının ustası Natalia ile birlikte Nekoverine isimli yere gidip zamanı geri sarmış ve dünyayı onu yok etmek isteyen Oburluk’un pençelerinden kurtarmışlar.” Eliande’nin gözlerine baktı. “Sen de cadısın. Daha önce Natalia ismini duydun mu?”

 

Eliande başını iki yana salladı. “Clermont’un kuzey doğusunda üç kişiden yedisinin ismi Natalia’dır. Elbette duydum ama bahsettiğin Natalia olduğunu söyleyemem.” Elini çenesine götürüp birazcık düşündükten sonra anıları canlandı. “Gerçi Cadı Akademisinde eğitim alırken Natalia isminin birkaç kez zikredildiğini işitmiştim. Yine de bahsettiğin Natalia olup olmadığı meçhul. Sonuçta tüm cadılar akademiden gelmez.”

 

Akademinin kökeni kimi zaman Rolderhelm’in Büyücülük Akademisinden daha eskiye dayandırılırdı. İlk cadıların oradan çıktığı, toplum tarafından dışlananların kendilerine yuva bellediği bir yer olduğu söylenirdi. Clermont lordlarına yardımcı oldukları için de zaman içinde halkın onlara olan tutumu olumsuzluğunu yitirmiş ve kucaklayıcı hâle gelmişti.

 

Fakat orada yetişen herkesin cadı olamadığı gibi tüm cadılar için orada yetiştikleri de söylenemezdi. En basit tabiriyle cadılık, kara büyüyü bilen, lanetlere ve rünlere hâkim herhangi bir kadın büyücünün kullanabileceği bir unvandı. Tabii dünyanın güney kısımlarında Azer’in Lütuflarına sahip olanlara bu unvan verildiği için kişi hiçbir büyü yapamasa da cadı olarak anılabiliyordu.

 

“Cadı da ustasından duymuştu,” diye devam etti İselleus. “Cadının kızını evlat edindim, onunla birlikte Mora’ya geldim. Kızı Başak Kardinali yaparak bir ordu kurmak ve Ethalot’taki Nekoverine isimli dağa girerek zamanı geri sarma dileğimizi gerçekleştirmek istedim. Böylece hatamı telafi edebilecek, kızım olarak gördüğüm çocuğu mutlu edebilecek ve canını aldığım kadının yaşamasını sağlayabilecektim.”

 

Zamanda geri gitmek uçuk bir hedefti ama sadece kısa süreliğine de olsa o da Denise’i tanıdığı için hikâyenin daha inandırıcı geldiğini inkâr edemeyecekti.

 

“Senden nefret edeceğimiz kısım hangisi?” diye sordu Bacıyakalayan.

 

“Damarlarımda akan şeytan kanını hissettiniz. Mora’ya gelirken bir şeytan tarafından lanetlendim, Yeşim Ejderhası tarafından bir anlaşma için elim yendi ve Terazi Kardinali gücünü kullanıp zamanı geri aldığında elim bu hâle geldi. Ondan önce Yu Zao ile savaşmış ve kaybetmiştik.”

 

“Kadının adamdan korkması bu yüzdendi demek… Zamanı- terazi- ney?”

 

İselleus açıklama yapmaktan sakınarak Sivina’ya baktı. Eliande korkunun utanılacak bir şey olmadığına inansa da kadın utançla başını eğdi ve kocasına bakmaktan kaçındı. Hem zaman mevzusu öncelikliydi!

 

“İnsanların kişisel bilgilerini vermek istemiyorum. Zaman geri alındığında elim bu hâle geldi, dediğim gibi.” Sargılarını açıp siyah pençeli parmaklarını gösterdi. “Ejderha ile yeni bir anlaşma yaptım. Şehri almamızda yardım etmesi karşılığında kalbini bulup ona vereceğimi söyledim ve onun sayesinde şehri aldık. Ne yazık ki başarımızı sürdüremedik. Ejderhanın gitmesinin ardından şeytanlar saldırdı ve kızım öldü. Ben de şehirde bir başıma kaldım. Her şey ondan sonra başladı. Her şeyin bittiğini düşündüm, hayatta bir amacım kalmadı ve yaşama isteğimi bile kaybettim.”

 

Sivina kucağındaki çocuğun saçlarını okşarken kimsenin yüzüne bakmıyordu. Kocası anlatmaktan rahatsız gözükmese de kendisi dinlemekten rahatsızdı.

 

“Beni yaralıyken bulan aileye bulaşan çetenin inine saldırdığım bir anda ki bunu sadece birilerini öldürüp iyi hissetmek için yapmıştım, onların inini ateşe verdiğimde alevler tüm şehre yayıldı ve Vermia yangını olarak bilinen olay meydana geldi. Ardından ben insanları birbirlerine kışkırttım, onlara kraliyetçilerin tanrının düşmanı olduğunu söyleyerek komşuyu komşuya öldürttüm.”

 

Bu bir günah çıkarma ayini miydi? Çocuk devam etti.

 

“Şehirden kaçtıktan sonra bir çeteye katılıp masum elflere saldırdım. Bir tanrıçaya karşı suç işledim, bir tanrıyı koruyan meleğin öldürülmesini sağladım. Çetedekiler öldüğünde kaçtım ama kasabada dinlenirken yakalanıp tutsak edildim. Sonraki bir yılım zindanda geçti. Zindandan kurtulunca da hedefime ulaşmak için yürüdüğüm yola kaldığım yerden devam ettim. Şimdi buradayım, karşınızda duruyorum. Gece gördüğünüz, olduğumu zannettiğiniz kahraman değilim. İyi biri değilim. İsterseniz benden nefret edin, isterseniz öldürmek isteyin.”

 

Eliande’nin olaylara yapabileceği tek bir yorum vardı. Gözlerini kıstı, İselleus’un duygusuz gözlerinin içine baktı ve dudaklarını kıpırdattı:

 

“Ananın amıymış.”

 

İselleus başını eğdi. “Kaç yaşında kadınsın yakışıyor mu böyle konuşmak? Hiçbirinizi bir seçim yapmaya zorlamıyorum. Benimle gelmek istediğinizi söylediniz, beni tanımıyordunuz. Ben de seçiminizi gözden geçirmeniz için dürüstçe size kim ve ne olduğumu, ne yaptığımı söylüyorum. Kimseye herhangi bir başarının garantisini de vermiyorum.”

 

Dürüstlüğüne güvenmeli miydi yoksa onu öldürmeli miydi? Kalbinden gözlerini kapatıp her şeyi yok sayarak onu takip etmek geçiyordu. İselleus’u sevip yardım etmek istediği için değildi ve çocuk da onun için sadece bir bahaneydi. Eliande kendisi için istiyordu. Tekrar macera yaşamak ve genç bir kadın gibi hissetmek istiyordu.

 

“Peki ya Brahatul ne alaka?” diye sordu Bacıyakalayan.

 

“Azerel isimli bir yüksek elfi tanıyor musunuz?” diye sordu Yu. Eliande öyle birini duymamıştı. “Onun da zamanda yolculuk etmek için kendince sebepleri varmış. Zindana düştüğümde yardımıma gelip beni kurtardı ve Ethalot’taki Nekoverine’ye gidip zamanı geri sarmanın yolunu söyledi.”

 

Dağı biliyordu. Ethalot’taki yolculuğunda kralın onayıyla dağı haccetmeye giden hacılarla karşılaşmıştı. Ethalot’ta hac en üstün statü göstergesiydi, yalnızca kralın onayıyla on yılda bir yapılırdı ve hacılar ülkenin en saygın, en üstün kesimiydi. Öyle ki kraldan bile daha çok itimat edildikleri olurdu. Tabii ki böyle kutsal bir imkân yalnızca en özel, en şanslı, en zengin, en güçlü insanların yararlanabildiği bir ayrıcalıktı. Sıradan insanlar için hac ibadetini gerçekleştirmenin imkânı yoktu.

 

Dağ, Ethalotlulara göre yaşamın merkeziydi. Tüm hayatın oradan başladığına inanırlar, dünyadaki en kutsal yer olduğunu düşünür ve korurlardı. Dağda inanılmaz miktarda mana kaynağı olduğunu, türlü gizemlere ev sahipliği yaptığını duymuştu. Sihrinin manadan en uzak insanların bile hissedebileceği kadar yoğun olduğu söylenirdi.

 

Hem Ethalotluların dağı korumaya ayırdığı özen hem de ülkenin doğal konumu nedeniyle dağ dünyanın en güvenli, en korunaklı yerlerinden biriydi. Böyle bir yerde zamanı geri almak gibi insanların aklına hayaline sığmayacak bir güç varsa büyüyle korunacağı da açıktı. İşgal etmek, Ethalot’un kralından hacı olmak için izin almak ya da gizlice girmek mümkün değildi.

 

“Ethalot’a gireceğimiz orduyu canlandırmak ve Nekoverine’nin kapısındaki mührü kırmak için Quasar Lütufu’na ihtiyacımın olduğunu söyledi. Quasar Lütufu da Brahatul’daki Asmaorman’da bulunan İlonya prensesindeymiş.”

 

“Asmaorman’ı duymuştum,” dedi Eliande. “Ama yalnızca bir efsanedir, varlığının gerçek olduğunu bilmezdim. Antik bir kral tarafından yapıldığı söylenir. İlonya prenseslerinden birinin neden orada olduğunu merak ediyorum.”

 

Meryu hâlâ ayakta yolculuk ediyordu. Sivina’nın yanına oturup koluna girdi. “İlonya çökeli kaç yıl oluyor be teyze… Krala darbe yaptılar, devirip ailesini katlettiler. Artık cumhuriyet oldu orası.”

 

Bıraktığı dünyanın aynısını bulacak değildi elbet, hatta aynısını bulsaydı üzülürdü. Dünyanın değişeceği de açıktı ama değiştiğini duymak da onu üzüyordu.

 

“Lütuflar hakkında çok şey biliyorsun öyleyse.”

 

“Bende iki tanesi var,” dedi İselleus. “Başak ve Avcı Lütuflarını taşıyorum ama bunu kızımdan değil ölen cadıdan almıştım.”

 

Eliande’nin kalbi burkuldu. “Seni sevmiş olmalı öyleyse. Lütufları almak için kuvvetli bir duygu bağı gerekir çünkü. Böyle bir bağın da herkesle kurulamayacağı açıktır.”

 

Lütuf’a sahip olduğu için cadı değildi, bir cadıydı çünkü Clermont’un Cadılık Akademisinde eğitim görüp mezun olmuştu. Oradan yola çıktığı ve Ethalot’a indiği bir dostundan aldığı Lütuf ile Mora kültürüne göre de cadı sayılmıştı.

 

“Lütuf elde etmenin tek yolu duygusal bağ mıdır?” diye sordu Sivina.

 

“Hayır,” dedi Eliande. Bir başka yolu vardı. “Yıldız Sökücü denilen aletler de mevcut. Tek kullanımlık olduklarını duymuştum. Çok nadirlermiş, öyle nadirlermiş ki senden nefret eden bir Lütuf sahibinin sevgisini kazanıp Lütuf’u almak için onun ölümünü beklemek daha kolaymış.”

 

“Yıldız Sökücü denen şeyi hiç duymadım.” Yu dizlerini göğsüne çekti. “Geçmişte neler yaşandığı hakkında da fazla bilgim yok. Bildiğim tek şey ne yapmam gerektiği. Kendim için istediğim hiçbir şey yok. Yaptığım tüm hataları düzeltmek istiyorum. Aldığım hayatları geri vermek, yıktıklarımı inşa etmek, üzdüklerimi gülümsetmek, çaldığım gelecekleri kendi ellerimle örmek. Bana verilen görev budur ve yapacağım şey budur. Arzu ettiğim başka bir şey yok. Eğlenmekte ya da mutlulukta gözüm yok. Para ya da şan istemiyorum. İşlediğim suçları telafi etmek benim için yeterli.”

 

“Peki…” dedi Bacıyakalayan. “Quasar Lütufu’nun alakası nedir? Hangi orduyu nasıl canlandıracak, mührü nasıl açacak?”

 

İselleus başını salladı. “Bilmiyorum,” dedi başını dizlerine gömüp. “Bana söylenen şey kraliçenin ordusunu canlandıracağı. Hangi kraliçe olduğunu bilmiyorum. Mühür hakkında da bir bilgim yok. Denise bir kapıdan bahsetmiş ama fazlasını söylememişti. Azerel ise ben prensesi kendime âşık edip onu öldürerek Lütufu aldıktan sonra geleceğini söyledi.”

 

Bacıyakalayan yerde yatan Donor’un üstünde döndü. “Ne diyorsun lan!”

 

Görmezden gelemeyeceği kadar büyük bir zalimlikti ama onu aşağılamadan önce diyeceği her şeyi dinlemek istiyordu. Bacıyakalayan’ı tutup susturdu ve İselleus’a devam etmesini söyledi.

 

“Devam edecek bir şey yok,” dedi İselleus. “Bana söylenen bu. Ben de yapmak istediklerimi yapmıyorum, yapmam gerekenleri yapıyorum. Yoksa kim böyle bir şeyi ister ki? Hem zaman düzeldiğinde o da ölmemiş olacak ve o zaman borcumu ödeyebileceğim.”

 

“Nasıl ödeyeceksin?” diye sordu Meryu. “Birini öldürmenin karşılığı nedir ki? Ona affedilmek için ne verebilirsin? Ağabey, kanımı donduruyorsun.”

 

Eliande de ölümün bedelini bilmiyordu. Öldüren kişinin cezası ölmekti ama öldürülen kişiye nasıl bir tazminat ödenebilirdi? Görünüşe göre susup kalan İselleus da cevabı bilmiyordu.

 

“Öyleyse,” dedi at arabasının içinde ayağa kalkan Eliande. “Bu yaşlı cadının sana cevabı öğretmesine izin ver. Ayağa kalk ve karşıma geç.”

 

İselleus karşı gelmeden itaat etti. Sorgusuz sualsiz bir itaat görmek, görmek istediği şey olsa da canını sıkıyordu. O kullanması çok kolay bir adamdı. Sadece duymak istediklerini söyleyen herhangi bir kötü tarafından şeytani emeller uğruna piyon kılınabilirdi.

 

“Lütfen bana cevabı ver,” dedi karşısında duran İselleus. Saygılıdı.

 

Bir büyücü olarak fiziksel saldırılara alışkın olmasa da vücudundaki mana sayesinde yeterince güçlü olduğuna inanıyordu. Dolayasıyla attığı tokadın etkisi de sağlamdı. İselleus’un yanağında kırmızı bir beş parmak izi çıkarken adam Donor’un yanına düştü.

 

“Ne yapıyor-!”

 

Sivina da kucağındaki çocuğu kaldırıp ayağa fırladı ama Eliande’nin ikinci tokadıyla karşılaşarak Donor’un diğer tarafına düştü. Onun da yanağında aynı iz çıkmıştı. Gözünde hak ettikleri tek şey tokattı. Bir de ölüm lakin ölümü verecek olan o değildi.

 

Tabii istese zorlanmadan verebilirdi. Onları hemen şimdi öldürebilirdi ama İselleus’tan istediği şansı alma hakkını kendinde görmüyordu. Yaşamasına izin vermek ve yapacaklarını görmek istiyordu.

 

“Ne-” Meryu da aynı şekilde fırladı. “-yapıyorsun… Sanırım… Aslında ben tokat yemek istemiyorum biliyor musun? O yüzden yerime geri oturacağım. Hem benim onlarla pek de bir ilgim yok zaten şu zaman meselesini bilsem de detayları sizinle birlikte-”

 

“Yola çıktığın insanları böyle satma,” dedi yerine otururken. İselleus ve Sivina düştükleri yerde doğrulup kalçalarının üstüne oturdular. “Sen, kızım, kocanın yanlışını görüp düzeltmeyerek kötü karılık ettiğin için bunu hak ettin. Onun kadar sen de suçlusun ve sen mal orospu çocuğu… Sen gördüğüm en büyük geri zekâlısın. Yuzarsef’ten daha büyük bir tiksinme uyandırdığın için kendini tebrik etmelisin. Hiç kimse kendi çıkarları için başkalarını feda etme hakkına sahip değildir, durum ne olursa olsun!”

 

“Evet, evet haklısın,” diye onayladı Meryu.

 

Eliande havasında değildi. “Senin onayına ihtiyacım mı var lan şıllık?”

 

Kız susup hiçbir şey demeden yerine sinerken İselleus gözlerini yere dikmiş bekliyordu. Ses çıkarmıyordu, haksızlığının farkındaydı ve söyleyecek hiçbir şeyi yoktu.

 

“Azerel dediğin orospu çocuğunun niyetinin iyi olduğunu nereden biliyorsun ki? Zindandan seni kurtarmış, zindanda olduğunu nereden biliyordu? Biliyorsa niye bir sene beklemiş? Madem sen koca bir şehri yaktın, bir sürü insanı öldürdün, senin gibi şeref yoksunu bir iti köpeği kim neden kurtarır ki? Lan mal! Senin gibi birini neden zindanda canlı tutup beslesinler! Halka açık yerde idam ederler ibret olasın diye! Hem de öyle kelleni almakla yetinmezler! Zenci Ethalotlular seni sike sike öldürsün diye yalvarırsın onlara!”

 

Hikâyedeki açıklardan yalnızca birisiydi bu. Zaten hikâyenin geri kalanı da açıklarla ve zorlama bağlarla doldurulmuştu. Ne İselleus’un ne de karısının açıklara kafa yormamasından doğan aptallık gericiydi.

 

“Bu yavşağın yüksek elf olduğunu söyledin, öyle birinin neden senin gibi aciz bir tek hücreli yarrak kafalının yardımına ihtiyacı olur ki? Bir yüksek elf senin gibi yüz tane Yu’yu ana öğün arası atıştırma niyetine yer. Sen kimsin de senin yardımına ihtiyacı olsun lan?”

 

“Ama o dedi ki-”

 

“Bana cevap vermeyeceksin!” Elini salladı ve bu sefer rüzgârla yüzüne vurdu. “Belki ben hatalıyımdır ve senin şu Azerel iyi biridir… Peki ya nasıl olur da iyi bir insan senden birini öldürmeni ister ulan? Hiç mi aklın basmıyor senin? Beynini nereye koydular?”

 

Konuştukça öfkesi artıyordu, yumruklarını sıkıp İselleus’u ölümüne darp etmemek için kendini tutarken yüzü kıpkırmızıya dönmüştü.

 

“Bana bak lan it!” Eğilip İselleus’u yakasından kavradı ve kaldırdı. “Azer’in yarattığı, bir tanrının gücüne en yakın olan üç Lütuf vardır. Andromeda Lütufu, Andromeda Pontifeksi tarafından taşınır. Biz insanların ne olduğunu bildiği tek Lütuf odur yine de hiçbirimiz onun gücü hakkında fikir sahibi değiliz. Diğer Lütuflar olan Soe ve Quasar’ın ne olduğu, güçlerinin ne denli büyük olduğunu tanrılar haricinde kim bilebilir? Belki bu kadar gizlendiklerine göre insanlıktan, Andromeda’dan bile daha vakıflardır tanrılığa! Bunun anlamını anlıyor musun? Beynin idrak edebiliyor mu? Sadece ufak Lütuflar için bile şeytanlar peşine düşüyor, kendi kardeşlerin seni öldürmeye çalışıyorken tanrının gücüne ulaşabilmek için insanların neler yapabileceğini o ufak, işe yaramaz beyninde hesap edebiliyor musun?”

 

Bir karış toprak için kardeş kardeşi öldürürdü, parası için oğul babayı öldürürdü. Bir maden uğruna ülkeler on binlerce adamın kanını dökerdi. İlahi kuvvet uğrunaysa tüm bunlardan fazlası soğukkanlı şeytanlıkla yapılabilirdi. Hangi adam tanrının kuvvetine karşı koyabilirdi? Ona ulaşmak için en ufak şansı görmezden gelebilirdi?

 

İyi bir oyuncu değilse gördüğü kadarıyla İselleus dürüsttü, gerçekten de kendisi için hiçbir niyeti yoktu. Bu da onu kendi çıkarları için oynayanlar için harika bir piyon kılıyordu.

 

“Asmaorman gerçekten varsa öyle bir yere girmek herkese nasip olmayacaktır. Zaten anlatılan çocuk hikâyelerinde oranın ejderhalar, devler tarafından savunulduğu falan yazar. Orası gerçekten varsa girmek göt isteyecektir. Öyle bir yeri inşa edenler de herkesin oraya girmesini istemez elbette. Senin şu Azerel oraya girebilir mi? Eğer girebilecek olsaydı senden girmeni ister miydi? Giremiyorsa neden giremiyor? Yüksek elfler güzeldir, ilahi bir güzellikleri vardır ve güçlü büyücülerdir. Birini duygusal olarak kendine bağlamak istese yapabilir, şu çocuğa bağlanma sebebiniz bile ırkından gelen güzelliğidir. Ne yapmak istese senden daha başarılı olur, öyle biri.”

 

“Öyleyse söyleyebiliriz ki,” diye söze girdi Bacıyakalayan. “Ufak ve salak İselleus’umuz biri tarafından kullanılıyor ve bunu anlayamayacak kadar aptal.”

 

“Hayır…” dedi Sivina. “Yu zekidir, gördüğüm en-”

 

Bir rüzgâr büyüsünü de Sivina’ya gönderdi. Kadının yüzünü kamçılayıp yere devirdi. Güzel yüzünde yara açılmıştı, kanıyordu. Öyle güzel bir yüzü yaralı bırakamayacağı için konuşma bittikten sonra iyi edecekti ama şimdilik susması için gerekliydi.

 

“Benim anladığım şey şu; seni kurtaran yüksek elf Asmaorman denen yeri bulamıyor ya da bulsa da giremiyor. Giremediği için de senin bulup girmeni istiyor. Sen Lütufu aldıktan sonra da gelip Lütuf’u alacak ve sen de göt gibi ortada kalacaksın.”

 

Azarlamaya devam edecekti ki yer sallandı, yaşlı olduğu için dengede durmakta zorlandı ve yere düşmekten az önce vurup azarladığı İselleus tarafından kurtarıldı.

 

Sallantı devam ederken bir patlamanın sesini duydular. Sonra bir patlama sesi daha geldi bir dalganın üzerlerinden geçtiğini hissettiler. Birkaç saniye sonra yer tekrar sallandı, üçüncü patlama sesini daha işittiler. Art arda depremler oluyor ve bir şeyler patlıyordu.

 

Yu Zao’nun ordusunda mı sorun çıkmıştı? Ama ordu arkalarında kalmıştı ve onca mesafeyi açıp onlara ulaşacak böyle yüksek sesli bir patlama yapabilecek kapasitelerinin olduğunu görmemişti.

 

Yer sarsılmaya devam ederken yolun kenarınaki ağaçlar sökülüp yere düştü, Caligula aracı durdurdu. Patlamalar ve sarsıntılar o kadar kuvvetliydi ki Donor’u bile uyandırdı.

 

***

 

“Seni üzdü mü?” diye sordu Sivina. Sadece geçen gece aynı yataktalardı ama sanki yıllardır aynı yatağa girmiyorlarmış gibi hissettiğinden onu sıkıca sarmıştı.

 

“Üzülmedim,” dedi Yu. “Söylediği her şeyde haklıydı. Ben hatalıydım. Onun seninle birlikte olmamı istediğini bile düşündüm ama daha fazlasını düşünmek istemedim. Birinin yürümem gereken yolu önüme sermesi fikrinin tatlılığına kapıldım. Oysa kimse geleceği bir başkasının önüne sermez. Bunu bilmem gerekirdi, bilmemek benim hatamdı. Eliande gözümü açmamı sağladı.”

 

“Sert bir şekilde, yüzüm hâlâ acıyor.”

 

“Özür dilerim.”

 

Karşılaştıkları muameleye ihtiyaçları vardı. Hâlâ gençlerdi ve görüp geçirmiş birinin öğretilerine muhtaçlardı. Kendi geleceğine baktığında çocuklarına aynı muameleyi yapacağını görüyordu.

 

Kocası için iyi olduğu sürece kabul edecek olsa da hâlâ Yu’ya vurduğu için kızgındı. Doğru olduğunu biliyordu ama kabul edemiyordu.

 

Üstüne çıktı ve yüzünü ellerinin arasına aldı. Arabanın içinde biraz karizması çizilmiş olsa da kurt adamı öldürdüğü an o kadar havalıydı ki ona tekrar âşık olmuştu. Kalbi kıpır kıpırdı.

 

“Çok ama çok havalıydın,” dedi yanaklarını okşarken. “Ve özür dilerim, sana inanmamıştım. Beni affetmeni istiyorum senden.”

 

“Özür dilenecek ya da affedilecek bir şey göremiyorum. Bana inanmadıysan bu benim yetersizliğim yüzündendir. Tüm suç bana ait.”

 

“Sen böyle deyince ben daha da kötü hissediyorum ama!” Dövüşmek erkeksiydi, kadınlar erkeksi erkeklerden hoşlanırdı, Yu da dövüşmüştü. “Senden ayrıldığımda karşılaştığım ejderha bana seni mutlu edecek bir şey olduğunu söyledi tapınakta. O şeyin çocuk olduğuna inandığım için bunca çaba gösterdim.”

 

“Bence de içinde yaşadığım ve yok olacak bir dünyayı kurtarırsa mutlu olurum.”

 

Yanaklarını sıktı. “Hayır, ben bu kadar genel bir sebebi olacağına inanmıyorum. Hem kahramanlar sürekli çıkar, çocuk olmasa başka biri kurtarır.”

 

Çocuğu kaybettiği kızının yerine mi koyacaktı? Bir başkası olsa yapabilirdi ama Yu’nun yapacağını zannetmiyordu. Yine de Yuzarsef’e karşı iyi ve adil olacaktı. Sivina da onu kendi çocuğuymuş gibi sevecekti. Zamanı geri alırken yanlarında olacağı için birlikte dönebilirler, çocuk Lunaryenlere ne yaşanacağını söyleyebilir ve insanları kurtarabilirdi.

 

“Yu Zao’nun gelmesi de şanstı ha? Buralarda olduğunu biliyorduk ama tam da bizimle karşılaşması... Bir de şu sahte sabah şövalyesini öldürme mevzusu da nedir?”

 

“Seni kurtarmaya çıkmışken zindana düştük, orada karşılaştık. İlk başta yendiğimi düşündüm ama zindandan çıkıp gelirken beni takip etmiş, tekrar karşılaştık.”

 

“Güçlü olmalı.”

 

“Güçlüydü, beni yendi. İsimsizler olmasaydı ölmüş olacaktım. Hayatımı kurtardılar ama benim için daha fazla endişe etmeni istemiyorum, o yüzden bunu geçelim.”

 

Endişelenmesi de gereksiz olacak ve sadece onu boğacaktı. Endişeleniyordu, başının etini yemek istiyordu ama kocası için içine attı.

 

“Lunaryen olmak nasıl bir şey peki? O kitaptan hoşlanmıştın. Bir şövalye olmuş sayılır mısın?”

 

“Sayılmam, bence. Sayılmak istemiyorum.”  Daha önce ne düşünüyorsa aynısını düşünmeyi sürdürüyordu. “Böyle bir mevkiyi hak etmiyorum. Yine de vaftiz edildiysem eğer, kitapta bahsedilenlerin iyi kavramlar olduğuna inandığım için bu ismi kullanabilirim. Lakin bu ismi kirletmekten korkuyorum. Donor uyanıp yaptıklarımı duyduktan sonra beni istemeyebilir.”

 

“Baksana,” dedi koynuna girip. “Benim tanrıçamdan başka bir tanrıçayı benimsemenden nefret ediyorum ama sen bununla mutlu olacağın için seni destekleyeceğm. Ayrıca seni vaftiz ettiğine göre şu anda hayatta kalan iki Luanryen var ve sadece biri, diğerini aforoz etme yetkisine sahip olabilir mi? Bence yanıt hayır. O yüzden…”

 

Elini göğsünde gezdirmeye başlamıştı ki Yu tuttu. “Hava almak istiyorum,” dedi at arabasından çıkarken. “Cadı uyanıksa ondan bir şey istemek istiyorum.”

 

“Yaşlı bir kadın için mi terk ediliyorum?”

 

“İğrenç yerlere çekilebilecek şeyler söyleme. Çirkin şakalardan hoşlanmıyorum.” Hava soğuk olsa da üstüne bir mont giymedi. “Özür dilerim, sana karşı sert olmak istediğimden değil…”

 

“Tamam, git,” dedi Sivina. “Ama bekliyor olacağım. Ne konuşacaksan hızlı ol, onu sinirlenip kendini öldürtme ve ne olursa olsun karını yatakta yalnız bırakma.”

 

***

 

Yuzarsef’in evinin onun evinden daha güzel bir konumda oluşunu çekemiyordu ama evin içi düzensiz, kirli ve çirkindi. Geldiklerinde depremin etkisiyle mutak duvarı çökmüştü. Eliande ise kendi evine tam güven besliyordu. Eşyalarını almak için döndüklerinde sapağsalam bulacaktı.

 

Ama evden daha çok kıskandığı şey ganimetlerdi. Bir sürü sihirli eşya ve kitap evin içindeydi. Bacıyakalayan on binlerce altının yer altındaki mağbette olduğunu söylüyordu ama depremle mağbedin girişi çökmüştü. Tabii ki parayı yerin altında terk edemezlerdi, yarın kazı çalışmalarına başlayacaklardı.

 

“Gelmek istemenin nedeni ne peki?” diye sordu Bacıyakalayan.

 

Eliande, Yuzarsef’in yatağında oturup kitaplarından birini okuyordu. Hava o kadar rüzgârlıydı ki evin kendisi sökülecekti sanki. Konuşmanın uzun süreceğini anlayarak kitabı yatağın üstüne bıraktı.

 

“Tamamen bencillik,” diye yanıtladı. “Ormanda durmaktan sıkıldım, hayatımı burada boşa harcadım. Yaşayacak kaç yılım kaldı? Yirmi mi? On mu? Daha mı az? Soğuktan nefret ederim, aptallıkları çekemem ama yeni toprakları keşfetmek istiyorum, yeni insanlarla tanışmak, yeni dostluklar edinmek, yeni maceralar yaşamak istiyorum. Yaşlılıktan nefret ediyorum ve gençken yapamadığım her şeyi ölmeden önce yapmak istiyorum.”

 

Neredeyse herkes ona yeni bir şarkı için fazla yaşlı olduğunu söylerdi ama Eliande hepsinden daha güçlüydü. Sahip olduğu gücün heba edilmesinden de nefret ediyordu. Bir gece öncesine dek Mora’yı terk edip Rolderhelm’e yerleşerek yaşlılığını huzur içinde geçirmek istiyordu ama artık gerçekte ne istediğini daha iyi biliyordu. Tekrar genç hissetmek istiyordu.

 

“Yuzarsef adına senden özür dilerim,” dedi Bacıyakalayan. “Bunu hak etmedin. Ama söyleyebilirim ki kadın, otuz yaşındaydın ormana geldiğinde! Zaten yaşlıydın!”

 

“Önceki beş yılım için Yuzarsef tarafından çalındı diyebilirim ama.” Pencereden dışarı baktı, gökyüzünde hiç yıldız göremiyordu. “Endişelendiğin şey mühürse Yu Zao ile konuştum. Bana halledeceğini söyledi ve biliyor musun? Halledemese de umurumda değil artık. Neden ben düşünmek zorundayım ki?”

 

Kendi hayatını başkalarının önüne koymak bencillikti ama ondan kendi hayatını başkaları için harcamasını istemek de bencillikti. Yirmi yıl bunu yapmıştı, hayatının geri kalanında yapmak istemiyordu.

 

“O çocuğun,” dedi Eliande. “Iselleus’un varlıkları çağırabileceğini biliyor muydun?”

 

“Kim bilir? Belki biliyorumdur, belki bilmiyorumdur. Şansımı denedim ve olacakları izledim ama Avcı Lütufu’na sahip olması da… İçimi görebiliyor olsaydı başarısız olurdu niyetim.” Odanın içinde döndü, eğlendiği vakitlerde böyle hareketler yapardı. “Ama başarısız olmadım ve beni eğlendirmeye devam edecek başka birini buldum. Tabii karısıyla daha çok ilgileniyorum. Adamın içindeki şeytan kanı beni rahatsız ediyor.”

 

“Böyle şeyleri bir insanın söylediğini duysaydı öldürürdü.” Böyle şeyler kendisi için söylense o da kocasından kan dökmesini beklerdi. “Bir kılıç olsan da kişiliğinden erkeklik aktığı için böyle şeyler dememelisin.”

 

“Bir şey olmaz, senden sonra en güçlü hâlâ benim!” Kolları olsa kaslarını sıkardı. “Ama tanrıların aklında kim bilir neler var? Bir kralla karşılaşmak, tapınağa fırlatılmak, çocuk, kader, şeytan… O adam için de iyi oldu. Aslında her şey çok güzel oldu.”

 

Kapı üç defa çaldı. “Burada olduğunuzu duydum,” dedi yaşlı bir adam. “Müsait misiniz?”

 

“Gel,” dedi Bacıyakalayan.

 

Kapı açıldı ve Donor içeri girdi. Normalde zırh insanı iri gösterirdi ama adam zırhı olmadan daha iri gözüküyordu. Kolları çok kalın, göğsü çok genişti. Birbirine karışmış sakal ve saçları onu aslan gibi gösteriyordu.

 

“Rahatsız ettiğim için özür dilerim,” dedi cadının karşısında başını eğip. “Ama öğrenmem gerekiyor. Genç kız ve Caetus’tan duyduklarım doğru mu? İselleus’un yaptıkları hakkında bir şeyler dediler.”

 

“Bunu öğrenmek için neden bize geldin ki?” diye sordu Eliande. Elini çenesinin altına koydu. “Ona sorman daha hızlı olmaz mıydı? Aman neyse cevabı merak etmiyorum. Sadece onun yerine bana gelmenin saçmalığını anlamanı istedim. Cevap evet, ne duyduysan doğru duymuşsun. Senin şu İselleus şeytanmış var ya…”

 

Kapıyı arkasından kapatıp içeri girdi. “Oturabilir miyim?”

 

Eliande eliyle sandalyeyi gösterince çekip oturdu ve ellerini dizlerinin üstünde birleştirip başını eğdi.

 

“Ne oldu? Tanrıçanın sana gönderdiği kurtarıcıyı beğenmedin mi?” Kılıç dalga geçse de adam her şeyi ciddiye alıyordu. “Hikmetinden sual olunmazın bunda da bir bildiği vardır elbet.”

 

“Ne düşüneceğimi bilmiyorum,” dedi Donor. “İsmini hak ederek aldı ama ne düşüneceğimi bilmiyorum. Çocuğu ona emanet ederken öleceğimi düşünmüştüm. Yaşayacağımı bilseydim emanet eder miydim? Bilmiyorum… Ne yapacağımı bilmiyorum. Cadıdan akıl almak istiyorum.”

 

“Öncelikle benim bir ismim var,” dedi Eliande. “Ormanın cadısı olmaktan hoşlanmıyorum.”

 

“Özür dilerim.” Donor ayağa kalkıp başını eğdikten sonra geri oturdu. “Eliande hanım, lütfen bana akıl verin. Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Duyduklarıma inanmak istemiyorum. Duyduklarım doğruysa her şeyin daha güzel olabileceğini anlamayacak kadar eski kafalı değilim ama yine de o ve… Ve… Ve…”

 

“Veeeee… Veeeee…” Yaşlı insanları bu yüzden sevmiyordu, yavaşlardı. “Yaptıklarını aklından atamıyorsun, çocuğa nasıl sahip çıkacağını bilemiyorsun, hedefi sana saçma geliyor. Siktir et diyeceğim sana. İnan değmez bu kadar düşünmeye. O çocuğun babalığını yapar, sen de dedesi olursun. Burada herkesin diğer herkesten öğreneceği şeyler var. Çok da güzel olacak her şey.”

 

Her şeyin güzel olacağına kendisi de inanmıyordu ama adamın kafa şişirmesini istemediği için onu yatıştırması gerekliydi. Çocuğa karşı tavır takınmasını, gruplarının içinde huysuzluk yaratmasını Yu isimli o veledi sevmese de istemezdi.

 

“Ona güvenebilir miyim?”

 

“Kimseye güvenme en iyisi.”

 

Kapı bir defa daha çaldı. Bu sefer gelen kişi hakkında konuştukları adamdı.

 

“İçeri girebilir miyim?” diye sordu İselleus.

 

Bu sefer Eliande “Gel,” dedi.

 

İselleus kapıyı açıp içeri girdi. Mum ışığı mor gözlerinde parlıyordu. Sakindi, uysal bir şekilde içeri girdi. Eliande ve Donor’un karşısına geçti.

 

“İyi akşamlar,” dedi elini göğsüne götürerek. “Verdiğim rahatsızlık için özür dilerim. Öncelikle, size anlatmam gerekiyor mu yoksa duyduğunuzu farz etmeli miyim?”

 

“Duydum,” dedi Donor.

 

“Öyleyse bir açıklama istiyor olmalısınız.”

 

Donor başını salladı. “Açıklanacak bir şey yok. Onların söylediğinden başka bir şey söyleyeceğini zannetmiyorum. Hayal kırıklığına uğradım.”

 

“Özür dilerim, beklentilerinizin altında kalmak istemezdim.” İselleus’un gözleri yere doğrulmuştu. “Ama keşke diyemeyeceğim. Keşkeler ile vaktimi harcamak ve kendimi her şeyin farklı olabileceği hususunda kandırmak istemiyorum. Yaptıklarımın hepsinden pişman olsam da hepsini yaptım ve tam şu anda dönüp değiştirmem söz konusu değil. O yüzden bu yoldayım. Keşke demek zorunda kalmayacağım bir dünya yaratmak için. Bana güvenmeyeceğinizi biliyorum, ben olsam kendime asla güvenmezdim. Sizden güveninizi istemek gibi bir yüzsüzlüğe de girmeyeceğim ama yine de söz vermek zorunda hissediyorum.”

 

Neden tüm konuşmaları zorlama geliyordu? Samimiydi, saygılıydı ama konuştukça onu dinlemek Eliande’yi rahatsız ediyordu. Acaba insanlarla olan etkileşimlerinde sürekli tartışmaya alıştığı için miydi?

 

“Düşündüğünüz kahraman değilim, zannettiğiniz kadar iyi bir adam değilim,” dedi İselleus ve birkaç adım geri çıktı. “Ama yalan söylemem, sizi kendi çıkarlarım için kullanmam, kötülüğün karşısında bulunurum ve iyiliği yaymak için elimden geleni ve elimden gelenin fazlasını yaparım. Suçlarımın pişmanlığını çekiyor ve aynılarını yapmamak için yaşıyorum. İyi bir insan olmak istiyorum. İyi olan insanların incinmesini engellemek için olduğumdan daha kuvvetli olmak istiyorum. Kızımı, benim korkaklığımdan dolayı ölmüş annesini ve eylemlerimle canlarını yaktığım ve aldığım tüm insanları kurtarmak istiyorum. Tüm isteklerim için, hak yolundan gideceğime ve hiçbir hususta sizi asla kandırmayacağıma söz veriyorum. Bana güvenmesiniz de size karşı daima dürüst olacağım. Asla aleyhinize bir iş yapmayacağım.”

 

“Vay be… Hiç güvenimizi kazanmaya çalışmıyorsun şu anda.” Bacıyakalayan, İselleus’un etrafında birkaç tur attı. “Ne istiyorsun peki? Sana yardım etmemizse mesele aynı yolda yürümeye karar verdiğimiz için ister istemez bunu yapacağız.”

 

İselleus başını salladı. “Hayır, istediğim şeyi sadece yardım diyerek geçiştiremem.” Diz çöktü, hatta başını yere koydu. “Rica etmem yetiyorsa rica ediyorum, yalvarmam gerekiyorsa yalvarıyorum. Bu yetersiz ve zayıf varlığı idealini kurduğunuz adama dönüştürün. Bana nasıl yaşayacağımı öğretin. Ay’ın yolunu, ışığın yolunu, nasıl dövüşeceğimi, nasıl avlanacağımı, av olduğumda ne yapacağımı, helali ve haramı, tanrıçanın… Hayır, Anne’nin benden beklediğini öğretin. Kim olduğumu ve ne yaptığımı öğrendikten sonra da verdiğiniz ismi taşımaya devam etmeme izin verin.”

 

Şimdiye dek söyledikleri Donor içindi. Merakla beklediği sözler onun için de geldi.

 

“Bilgeliğinizden faydalanmama izin verin, bildiklerinizi bilmeme, büyüden men edilmiş bana büyüleri ile beni yok etmeye gelen düşmanlara karşı ne yapabileceğimi öğretin. Bilge bir büyücü neler yapabiliyorsa bana öğretin ki onu geri aldığımda bildiklerimi kızıma aktarayım ve bir daha aynı şeyler yaşanmak zorunda kalmasın. Bana insanlarla nasıl konuşacağımı öğretin, onları nasıl seveceğimi öğretin.”

 

Rüzgârın şiddeti arttı. Pencereyi dövüyordu, evin yanındaki ağaçlar sökülecek gibi sallanaıyordu ve dışarıdan artık ışık gelmiyordu. Tek ışık kaynağı odanın içindeki mumlardı.

 

“Acı çekiyorum. Kendimden nefret ediyorum yaptıklarım yüzünden, yaşamak istemiyorum. Ölmeyi o kadar çok istiyorum ki yaşamak bana acı veriyor.” İselleus konuşurken takıldı. Burnunu çekti ve devam etmeden önce bekledi. Sonra daha sakin bir tonla konuşmaya başladı. “Yaptıklarımı yapmış olmak için yapmaya dayanabileceğimi düşündüm ama dayanamayacağım. Günah işlemekten çok korkuyorum, iyi biri olmak istiyorum ama nasıl başaracağımı bilmiyorum. Yürüdüğüm yolda devam etmemi sağlayan tek şey görev kelimesi. Görev, ben buyum, ben görevim. Görevim için yaşıyorum çünkü yaşamak için başka bir amacım kalmadı elimde. Ben, ben olduğum kişi olmaktan, Yu Valarfin olmaktan hoşlanmıyorum. Yu Zao gibi biri olmak istiyorum, Lunaryenler gibi olmak istiyorum. Ben görevimi tamamlayabilmem için kim olmam gerekiyorsa o olmak istiyorum.”

 

Cevap verebileceğini düşünmüştü, kelimeler ise boğazından çıkmıyordu. Onun karşısına gelip de bir şeyler istemesini beklemişti, sonuçta bir cadıydı ve yardımının dokunamayacağı çok az insan vardı. Ama bu kadar ileri gideceği aklına gelmezdi.

 

“Bir kez daha size yalvarıyorum, beni olmam gereken adam olmam için eğitin lütfen! Ay’ın Oğlu olmam için, yabancısı olduğum bu dünyanın gizemleri anlamam için! Bir adam olmam için! Sizden bana yardım etmeniz için yalvarıyorum! Yalvarıyorum, beni bir kahraman yapın!” Fırtınalı sesinde titreyen şimşekler pencereyi döven rüzgârla çakıyordu. “Benden başka kimse kalmadı Rie’yi bilen, hatırlayan, onu kurtarabilecek! Kimse kalmadı Yurine’nin dileğini gerçekleştirebilecek! Yalnızca ben, yalnızca bu acınası adam! Onları ve diğer herkesi kurtarma görevini üstlenebilecek yalnızca ben kaldım! Yalvarırım, çürümüş bu adamdan bir kahraman yaratın! Ancak bir kahraman onları kurtarabilir çünki! Ancak bir kahraman! Ve maalesef ben o kahraman değilim…”

 

Yüreğinde fırtınalar vardı, zihni karmaşa içindeydi. Davranışları hâlâ hoşuna gitmiyordu ama Donor’u etkilemeyi başarmıştı. Kabul etmeliydi, o da biraz, belki birazdan biraz fazla etkilenmişti. Ona karşı yumuşayıp yelkenleri indirmeyecekti ama aynı yolda yürüyecekleri için yardım elini uzatabilirdi.

 

“İselleus…” dedi Donor ayağa kalkıp. “Gerçekten, annemiz İselle’nin yolunda mı yürümek istiyorsun? Bunu beni kandırmak için söylemiyor musun?”

 

İselleus’u omuzlarından tutup kaldırdı ve göz göze geldiler. Aralarındaki inanılmaz boy ve kalıp farkı dışında, Eliande’nin gözüne baba ve oğul gibi gözüktü. Burada anne rolünü oynamak istemese bile zaman geçirmek için çocukla uğraşabilirdi.

 

“Asla!” diye haykırdı İselleus. “Ne yalan söyleyebilirim ne de bir başka günahı işleyebilirim. Ben kendimi bana öğreteceğiniz yola adayacağım.”

 

Eliande pembe yalanlardan zarar gelmeyeceğine inansa da onlarınki gibi bir idealizmin bir kadının gözünde çekici olacağını düşünüyordu. Yine de çekici bulacak kadın o değildi. Aslında, Yu Valarfin’e baktığında herhangi bir kadın tarafından çekici bulunmak isteyen bir adama da benzemiyordu.

 

“Annemiz vaftizine şahitlik ederek seni aramıza kabul etti, geçmiş günahlarından ışığıyla arındırdı. O böyle olmasını kabul ettiyse bir kul olarak benim karşı gelmeye haddim olmaz.” Kollarını çocuğun bedenine sarıp sarmaladı. “Bundan sonra sen İselleus’sun. Bir başkası değil, sadece İselle’nin Oğlu İselleus. Seni kendi oğlum gibi yetiştirecek, bildiğim her şeyi öğretecek ve atalarımıza layık bir Ay Fedaisi kılacağım. Annemizin isteği budur.”

 

İselleus da Donor’u sardı. Başını omzuna koyarken sıktığı mor gözlerinden sızan yaşlar mumun alevleriyle parladı. Hıçkırdıkça yaşlı kadının kalbini daha fazla ısıttı.

 

“Pekâlâ, pekâlâ!” Bacıyakalayan hadsizce ikisini ayırdı. “Beni bile duygulandırdınız, ühü… Yine de şeytan kanından tiksinmeye devam edeceğim. Eliande’nin düzeltebileceği bir şeyse düzeltsin de beni tiksindirme artık!”

 

“Deneyebilirim,” dedi Eliande. “Ama başarının garantisini veremem. Lanetin türü, ne kadar güçlü biri tarafından yapıldığı ve ne kadar zamandır onunla olduğu önemli. Ayrıca, bölünmesinden ben de hoşlanmasam da Bacıyakalayan yapmasa ben yapmak zorunda kalırdım. Çünkü konuşmamız gereken çok fazla önemli mesele var. Şeytan kanı da aslında bununla alakalı sayılır. Azerel seni bulacağını söylemişti değil mi? Belki de bu şeytan kanıyla alakalıdır? Çünkü vücudunda tanınmanı sağlayacak başka bir işaret fark etmedim. Sen fark ettin mi?"

 

“Hayır,” dedi Bacıyakalayan. “Herhangi bir mühür yok.”

 

İselleus başını salladı. “İmkânsız,” dedi reddedip. “Nasıl olur? Ejderha ile yaptığım bir anlaşma var. Eğer beş yıl içinde -ki dört yılım kaldı- kalbini götürmezsem ruhum parçalanacak.”

 

Yakından incelemek için ayağa kalktı ve elini İselleus’un göğsüne koydu. Manasını adamın içine aktardı ama başka manayla karşılaşmadığı için keşfetmek zordu. Yine de ruhunda bir mühür yoktu.

 

“Görmüyorum,” dedi elini çekerken. “Yeteneklerim ormanda körelmediyse böyle şeylerde çok iyiyimdir. Akademide lanet ve mühür derslerinden daima tam puan almışımdır! Aslında tüm derslerden tam puan alırdım! On dört yaşında mezun olmam da bu yüzden!”

 

Ufak bir kız gibi göğsünü kabarttı. Yaşlı biri olarak yaptığında daha utandırıcı oluyordu ama böyle davranmak hoşuna gitmişti.

 

“Yeşim Ejderhası’nın yanlış yaptığını mı söylüyorsun yani?” diye sordu Bacıyakalayan. İkinci seçenecek İselleus’un yalan söylediğiydi ama yalan söylediğine inanmıyordu.

 

“Belki de sözleşmenin mührü kaldırılmıştır. Tahmin ettiğimiz gibi Azerel ondan bir beklenti içindeyse ölmesini istemiyor olmalı. Açıkçası adamla ilgili diğer teorilerimizden sonra böyle sonuçlar bulmayı garipsememeliyiz. Şeytan kanı fikri de… Hmm…”

 

“Aslında,” İselleus parlak bir fikirle elini kaldırdı. “Bir çete ile takıldığımı söylemiştim. Orada adı Oğul olan bir yaratık vardı. Kanım sayesinde beni her yerde bulabileceğini söylüyordu. Damarlarımda akan şey GPS görevi görmesi için mi orada?”

 

“Tam olarak ne zaman lanetlendin?” diye sordu Bacıyakalayan.

 

“Kendi dünyamdan bu dünyaya gelişim,” durdu ve düşündü. “Böyle diyorum ama bunun detaylarını da sonra anlatırım… Bu dünyaya gelişim otuz dokuz yılının ağustos sonuna denk geliyor. Cadı Rie o tarihte öldü. Rolderhelm’de Denise sayesinde zamanı geri sarmanın yolunu bulduktan sonra kızım, yani cadının kızı ile birlikte Mora’ya yolculuk ettim. Yol üstünde İlonya’da bir ormanda şeytanlarla karşılaştık. Orada benimki gibi bir kılıç bana saplanınca lanetlendim. Otuz dokuz yılının aralık ayaına denk geliyor.”

 

Lanetlenmeden önce bir planın içindeydi ve plan doğrultusunda mı lanetlenmişti yoksa lanetlendikten sonra kullanışlı olacağı fark edilmiş ve planlara dâhil edilmişti?

 

“Ya da kılıç sayesinde seni takip ediyordur,” dedi Bacıyakalayan.

 

Yu başını iki yana salladı. “Hayır, kılıcın ruhunu görebildiğim için benim leyhime herhangi bir şey yapmadığını biliyorum.”

 

Ama başka bir kılıç olan Bacıyakalayan’ın ruhunu göremiyor, bu yüzden aklından geçirdiklerini de tahmin edemiyordu. Şeytan kılıcının da aynı şekilde olmadığını söyleyebilir miydi?

 

“O kılıcı niye taşıyorsun ki?” diye sordu Donor.

 

“Şeytani olduğu için ona güvenmeseniz de Avcı Lütufu sayesinde ruhunu görebiliyor, söyledikleri kelimelerle niyetini anlayabiliyorum. O kılıç, neden bilmiyorum ama beni seviyor. Beni sevdiğini görebiliyorum. Avcı Lütufu’nun bana sunduğu bir özelliktir bu görüş ve sevgisi hakikidir. Ben de hâlen onun gibi biri tarafından sevilmeye alışmış sayılmam ama duyduğu sevgiye güveniyorum. Dövüşmemde de yardımcı oluyor, benim görmediklerimi görüyor. Vücudumda mana olmadığı için hissedemediklerimi hissedip bana söylüyor. O olmasa tekrar tekrar ölmüştüm şimdiye dek. Beni defalarca kez kurtardıktan sonra ona ihanet etmeyi kendime yakıştıramıyorum.”

 

“Şaka yapıyor olmalısın.” Bacıyakalayan bir kılıç olarak alındı. “Bir şeytan o! Sana güvenmemiz için yaptığın o konuşmadan sonra bir şeytanı savunuyorsun bize!”

 

“Güvenmeniz için değil, beni kabul etmeniz için yaptım,” dedi İselleus. “Çünkü size muhtacım. Ama ben de o kılıcı seviyorum. İlk kılıcım, bir yoldaş ve bana bir dost tarafından sunuldu. Öyle bir dosttu ki kızımı korumak için öldü. O dost için kullanmak istiyorum. Ve de ben, onu iyiliğe sevk edebilir miyim görmek istiyorum.”

 

Aptalca buluyordu ama sebepleri anlayabiliyordu. Konuşan kılıçlar, zihnini bulandırmadığı sürece işe yarar yoldaşlardı. Tek sorun bir şeytan olmasıydı.

 

“Ve o kılıç sayesinde kurt adamı yenebildim. Başarıyı kendi üzerime alamam. O kılıç Yu Zao’da ya da Sivina’da olsa onlar da yenebilirdi.”

 

“O senin başarındı,” dedi Donor. “Kılıcı istiyorsan Eliande hanımdan ilgilenmesini isteyelim. Eğer konumunun bulunması gibi emellere çalışıyorsa durumu o zaman değerlendiririz. Konuşacak başka ne var?”

 

“Brahatul’a mı gideceğiz şimdi?” Eliande yatağa geri oturdu. “Quasar Lütufu… Birindeyse onu nasıl kullanacağını çoktan öğrenmiştir. Bir orduyu canlandırma kısmını anlamadım ama zamanı sarmak gibi bir amaca hizmet eden yapının mühürlenmesi çok olası, hatta mühürlenmemesi imkânsızdır! Ama! Quasar Lütufu için mührü açabilir diyebilir miyiz?”

 

“Bu arada,” diye araya girdi Bacıyakalayan. “Lütufu almaya çalışmayacağız. Prensesin yardımını isteyecek ve onu Asmaorman’dan çıkararak grubumuza katacağız. Başka bir şey yapmak yok.”

 

İselleus başını salladı. “Zarar görmesine izin vermem.”

 

Konuşulması gereken başka ne vardı? Aklına at arabasında Meryu’nun sorup da konuşmanın gidişatı yüzünden cevap alamadığı soru geldi. Zaman geri alındığında herkes dönebilecek miydi? Yoksa bir kişi ile mi sınırlıydı?

 

“Zamanda kaç kişi geri dönebilir?” diye sordu.

 

“Bildiğim kadarıyla iki kişi daha önce yapmış ve yine bildiğim kadarıyla orada herkese bir dilek hakkı veriliyor. Kendi dilek hakkımla hepimizin Rie’nin öldüğü geceye dönmesini dileyebilirim. Aslında hepimizin dönmesi çok iyi olur çünkü durdurulması gereken çok fazla mesele var. Meryu zorla evlendiriliyor, Cornelia Dri Vermilia için entrika planlanıyor, Vazgeçilenler isimli şeytani bir grup Orta Mora’da terör estiriyor. Tüm bunların durdurulması gerek ve görev dağılımı yapabiliriz.”

 

Gülümsedi. “Peki ya diğer dilek hakları?”

 

“Onları istediğiniz gibi kullanabilirsiniz. Yine de söylemek istiyorum, söylediğim her şey benim bildiğim kadarıyladır. Daha sonra yalancı olarak anılmak istemem.”

 

Kalbi kıpır kıpır oldu. Ne dilemeliydi? Sonsuza dek genç kalmayı? Kimden dilek dileyeceklerdi ki? Tanrılardan mı? Titanlardan mı? İsimlendirilmeyenlerden mi? Dileklerin sınırı var mıydı? Tanrıça olmak! Evet, Eliande harika bir tanrıça olurdu! Yuzarsef’i ilahi cezayla cezalandırır sonsuza dek cehennem ateşinde kavururdu!

 

İşte şimdi onun dilinden konuşulmaya başlanmıştı. Hoşuna gidiyordu. Tüm gece ne dileyeceğini düşünebilirdi. Sonsuz dilek hakkı dileyebilir miydi? Sonsuz tane dilek! Sonsuz adet dilek!

 

“Ely… Yüzünün hâline bak… Yakışıyor mu sana?”

 

Bacıyakalayan hemen suratının dibine girmişti. Ürküp geri çekilince başını pencereye vurdu. Rüzgâr da pencereye vuruyordu. Kırılmadığı için şanslıydı.

 

“Fark edemedim,” dedi pencereden dışarı bakıp. “Amanın, kar mı o yağan? Henüz kış mevsimi gelmedi ki? Hâlâ kasımda olduğumuzu sanıyordum. Burada bu kadar erken kar yağar mıydı?”

 

“Yağmazdı,” dedi Donor pencereye yaklaşıp. “Erken yağdığı olurdu ama bu kadar kuvvetli bir erken fırtınayı hiç görmedim ormanda.”

 

Rüzgâr kar tanelerini etrafa saçıyordu, konuşacak konuları da bu gecelik tükenmişti. Aslında çok daha fazlasını konuşabilirlerdi ama gerek görmüyordu. Hava artık daha da soğuktu ve uykusu vardı.

 

“Öyleyse iyi geceler,” dedi İselleus. “Her şey için teşekkür ederim. Size minnettarım. Hayatımın sonuna değin öyle kalacağım.”

 

“Bu kadar abartma,” dedi Bacıyakalayan. “Yarın sabah evdeki her şeyi toplayıp Eliande’nin evine gidelim, sonra da tapınağa gideriz. Ondan sonra da yola koyuluruz. Kış gelmeden Doğu Ethalot’a varalım ki zorlanmayalım.”

 

“Katılıyorum,” dedi İselleus’un koluna girip kapıya yönelen Donor. “Arkadaşlarımı son yolculuklarına uğurlamam gerek. Onlarla tekrar kavuşacağımı söyleyerek bedenlerine saygısızlık edemem. Ben de iyi geceler dilerim.”

 

Odadan ayrıldıklarında Eliande ve Bacıyakalayan tekrar baş başa kaldı. Eliande kitabı yataktan kaldırıp yere koydu ve uzanıp yorganı üstüne çekti. Kar hızını arttırmıştı, sabahleyin her yeri kaplarsa eğer bir arpa boyu yol kat edemeyeceklerinden endişeleniyordu.

 

“İyi geceler,” dedi Bacıyakalayan. “Uzun süreden sonra bir macera ha? Çok heyecanlıyım.”

 

Eliande gözlerini kapamadan önce gülümsedi. “Ben de.”

 

“Bu arada…” Bacıyakalaya kouşunca kalktı. “Dileğini Yuzarsef’in sonsuza dek cehennemde yanması gibi bir şey için kullanmazsın değil mi?”

 

“Saçmalama! Dilek hakkımı onun gibi bir şerefsiz için harcayacak değilim. Yine de yapabilirsem onu öldüreceğim. Benden çalınan yirmi yılı unutmamı bekleme.”

 

“Lütfen öldürme…”

 

Yuzarsef’e yirmi beş yaşındayken âşık olmuştu. O zaman bile Yuzarsef ondan büyüktü. Onu takip etmiş ama defalarca kez aldatılmanın ardından yolun sonunda bu ormanda kısılı kalmıştı. Otuz yaşından beri de nefret ediyordu. Duygularıyla oynanmış, kandırılmıştı. O zamanlar hayallerinde Yuzarsef’in bebeğini büyüttüğü günler vardı. O zamanlardan sonraysa yalnızca Yuzarsef’i gebertmeyi hayal eder olmuştu.

 

“Ben yine de söylemek istiyorum,” dedi Bacıyakalayan. “Yuzarsef seni diğer kadınları sevdiğinden fazla sevdi ama yine de biliyorsun işte nasıl bir şerefsiz olduğunu. Ben birlikte olmanızı isterdim. Onun dostu olarak da söylemek yine benim borcum, yaptıklarından ötürü pişmandı ve senden özür dilemek istiyordu. Onun yerine ben senden özür diliyorum Ely.”

 

“Ha! Birinden yirmi yıl çalmak ne demek anlamamış gibisin! Ama onun aksine seni biraz severim. O yüzden onu değil ama seni affedeceğim.”

 

“Teşekkür ederim.”

 

“Sen ne dileyeceksin?”

 

“Belki bir kılıç perisi olmayı dilerim. Kılıç olmayı seviyorum ama insan da olmayı isterdim. Birine sarılmak nasıl hissettiriyordur acaba?”

 

Sarılmak, Eliande çok uzun zamandır insanlara sarılmıyordu. Hatırladığı kadarıyla sıcak ve yumuşak bir histi. Hele bir de sarıldığı kişi yakışıklı ve güzel kokan bir beyse harikuladeydi. Kızlara sarılmak da ayrı bir güzelliğe sahipti. Çocuklara sarılmayı da seviyordu, çok masumlardı.

 

“Demek senin dileğin sarılabilmek… Oldukça duygusal aslında, anlıyorum. Umarım hepimiz için yolun sonu mutlu biter. Yuzarsef hariç. Umarım döndüğümüzde de gebermiş olur.”

 

“Kalbimi kırıyorsun.” Bacıyakalayan sızlandı. “Onu seviyordum, tamam mı? Aşağılandığını duymak her ne kadar hak etse de canımı sıkıyor.”

 

Ama aşağılamaya devam edecekti. “Onu bırak da senin şu isim çok uzun, değiştirsek mi?”

 

“Hayır, bu ismi seviyorum.”

 

“Dileğimi senin ismini değiştirmek için mi kullansam? Duolyn? Duolyn nasıl?”

 

“Ne demek o?”

 

“Bilmem, yeni uydurdum.”

 

“Bana kafadan uydurduğun bir ismi verme! Of!”

 

Aklına daha iyisi gelmezse onu bu isimle çağırıp herkese de bu ismi kullanmasını tembihleyecekti. Bacıyakalayan hem çok uzun hem de çok çirkindi. Neden böyle bir ismi sevmişti ki? Yuzarsef adlı şerefsiz it oğlu itin bir parmağı olmalıydı.

 

“Neyse ne,” dedi tekrar yatarken. “Bu gece tanrılara dua edelim ve yarın sabah yepyeni maceramıza uyanalım. Yarın harika bir dünyaya adım atmak istiyorum!”

-------------------------

30.06.2023 – 21:00


Cilt 5 – Kumruların Hülyası’nın Sonu.

 

Okuduğunuz İçin Teşekkürler.






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44356 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr