Cilt 5 - Bölüm 36: Tapınağın Çocukları (1/2)

avatar
106 2

Start - Kapının Ardındaki Dünya - Cilt 5 - Bölüm 36: Tapınağın Çocukları (1/2)


Şeytana ait tahtın arkasında uzun bir yol zindanın dışına ilerliyordu. İki yönden aşağı inen merdivenler çukura inip onları Yu’nun düştüğü yere götürecekti lakin yanlarına varan üç cismin işaret ettiği yön zindanın dışıydı. Meryu abisine yardımcı olmaları gerektiğine inansa da aşağı indiği zaman kendisine bunun için kızılacağı da kesindi.

 

“Onu terk etmek yakışıklı bir hareket olmaz,” dedi Yu Zao.

 

Şaşırtıcı olmayan şekilde, baştan aşağı bir kahramanın sıfatına sahip bu yüce gönüllü kral herkesin kurtarılması için bir seçenek varsa buna inanacak ve tercih edecekti. O birini arkasında bırakarak kaçacak tiplerden değildi.

 

Bacıyakalayan ise merdivenlerden aşağı inmeye çalışan kralın elinden ayrılıp önüne geçti. “Hayır,” dedi sertçe. “Onun peşinden gitmek doğru değil. Kurtarmamız gereken karısı. Ruhları kendisine yardım etmemiz için değil de karısını bulmamız için göndererek bir fedakârlıkta bulunmuşken karısının hayatını riske atıp onun peşinden gidersek bu hem yaptığı asil harekete bir hakaret hem de hâlâ kurtarılabilecek bir kadına karşı duyarsızlık olacak.”

 

Yaptığını asil yürekli bir adam olduğundan yapmıyordu, en azından Meryu’nun inandığı buydu. O inanıyordu ki sebebi vicdanını rahat tutmaya yönelikti. Yine, Bacıyakalayan’ın dediği gibi Yu’nun yanında durmayı seçerlerse karşılaşacakları şey bariz bir öfke olacaktı. Hele bir de Yu yüzünden geciktikleri için Sivina zarar görürse ne tepki vereceğini düşünmeye cesaret edemiyordu.

 

Kararı biraz da kendisine yönelikti. Sivina’yı Yu’dan fazla seviyordu ve maceralarına onunla birlikte devam etmek istiyordu. Sadece ikisinden birini kurtarması gerekirse tercihi çok düşünmeden Sivina yönünde yapardı.

 

Açıkça görülüyordu ki tuttukları demirin iki ucu da kızgındı, hangi tarafı tutarlarsa tutsunlar elleri yanacaktı çünkü Sivina’yı kurtardıktan sonra Yu hakkında kötü bir ihtimal gerçekleşirse bir kez daha karşılaşacakları tepkinin olumlu olmayacağı aşikârdı. Yine de bir kadının hayatı erkeğin hayatından önce geliyordu.

 

“Karısının tehlikede olduğuna emin misiniz?” diye sordu Yu Zao.

 

“Büyü ile ne yaptığına uzaktan baktık, bir kurt adamdan kaçıyordu,” dedi Bacıyakalayan. “Ayrıca ordularınız canavarları ormanın içlerine itmiş olmalı. Hiçbir tehlikeyle karşılaşmadan ilerlemesi mümkün değil.”

 

Değinilmesi gereken bir başka konu da Sivina’nın tehlikelere karşı Yu’dan daha korunaklı olduğu ve tek başına hayatta kalma şansının daha yüksek olduğuydu. Aşağıda şeytan ve şövalye yaşamaya devam ediyorsa Yu’nun zafer kazanma şansının olmadığını, onun her şeye rağmen sadece normal bir insan olduğunu biliyordu. Çoktan ölmüş bile olabilirdi.

 

“Öyleyse bir kadını kurtarmak önce gelir,” dedi Yu Zao. “Onun istediği buysa yukarı çıkacağına ve bize yetişeceğine güveneceğim.”

 

“Bir dakika.” Kafası karıştı. “Bize yetişmek derken? Yardım mı edeceksin? Ordun ne olacak?”

 

“Cadım yollarımızın ayrı düşeceğini öngörmüştü. Kılıç perim de şimdiye meydana varmış ve kontrolü sağlamıştır. Durumları iyi olacak, size eşlik edeceğim.”

 

Bacıyakalayan liderliği ele alıp öne geçti ve üç ışığın yol göstermesiyle zindanın çıkışına uçtu. Yu Zao ise Meryu’nun önüne geçmesini bekledi. Yu Zao’nun askerlerini bırakıp tanımadığı insanlara yardım etmek istemesi, bir başkası yapsa şüphe duyacağı bir davranıştı fakat kralın kendisinin seçimi buysa faydalanmamak edemezlerdi.

 

Yu’yu arkada bırakmaya gönlü tamamen razı gelmese de Azer’e onu koruması ve yetiştirmesi için içinden dua ederek yürüdü.

 

İsimlendirilmeyenleri takip ediyorlardı. Birlikte koridorları geçtiler, kapıları yıktılar, merdivenleri tırmandılar ve ışığın ilk zerresine ulaştılar. Attıkları her adımda ışığın parlaklığı artıyor, dışarıdaki dalların hareketleri belirginleşiyordu.

 

“Kötü bir şeyler hissediyorum,” dedi Yu Zao ve haklılığı sözünü bitirir bitirmez ışığın önüne geçen gölgelerce kanıtlandı. Onlardan yayılan kötülüğü anlamak için manaya gerek yoktu. Yüzlerine kısaca bakmak dâhi ne olduklarını anlamalarına yetiyordu.

 

Siyah bıçaklara karşı topraktan duvar merdivenlerin önünde yükseldi. Meryu için kısa bir karanlığın ardından toprak duvar indi ve Bacıyakalayan şeytanlara doğru uçtu. Yu Zao silahsız olsa da Meryu’nun önüne geçip kılıcın peşinden gitti.

 

Az önce savaştıkları şeytana benzemiyordu. İnsan gibiydiler, yüzlerine baktığında içlerindeki kötülüğü görebilse de burunları insan burnu, ağızları insan ağzı ve gözleri insan gözüydü. Saçlarının arasından boynuzlar uzamıyordu, sıradan askerlerin giyeceği deri zırhlardan giyiyorlardı.

 

İlk şeytan kılıcın uçarak göğsüne saplanmasından vücudunu yana çevirerek kurtuldu. Geri dönerken bir kez daha kaçtı fakat bu sefer Yu Zao kılıcın sapını yakaladı, hızını hiç kesmeden şeytana saldırdı. Şeytan eğildiğinde Yu Zao kılıcı aynı rotanın üstünde döndürdü ve diğer şeytanın başını burnunun hizasından kesti. O anda şeytan dizlerinin üstüne çöktü ve üstündeki kıyafetlerle birlikte erimeye başladı.

 

İkinci şeytanın sarı gözleri kısıldı, siyah göz bebeği kralın silahına kenetlendi. Meryu, Yu Zao’nun arkasında beliren siyah kristalleri gördü ama o seslenmeden kral manayı hissetti ve zıplayarak kristallerin önünden çekildi. Kristaller asıl hedeflerini bulamamalarına rağmen aynı rotada ilerleyerek onları yaratan şeytana saplandı. Şeytan arkadaşı gibi erimeye başladığında toprak onların dönüştüğü siyah ziftle aşınıyordu.

 

“Bir kralın gücü böyle bir şey demek… Yu Zao yerine Yu ve Sivina burada olsa ne olurdu? Bizim bu kadar hızlı bitirmemiz mümkün müydü?”

 

Çıktıkları yer ormanın içindeki bir ağaç kavuğuydu. Etrafta başka bir kötülük hissetmese de hâlâ bir yerlerde canavarlar olabilirdi. Tabii yanlarında Yu Zao varken Meryu herhangi bir canavar hakkında endişelenmiyordu.

 

Yollarına rahatça devam edebilecek olmanın güvencesiyle Bacıyakalayan’ın arkasından ve kralın önünden koşmaya başladı. Grubun ortasında yürümek onu zincirin en güçsüz halkası yapsa da güvende olmaktan memnundu.

 

Koştukları esnada yağmur hâlâ yağıyordu. Bir yıldırım ağaçların arasından geçti ve yollarının üstüne düştü. Meryu yıldırımın ona isabet edeceği korkusuyla aniden durduğu için Yu Zao ile çarpışmıştı.

 

“Özür dilerim,” dedi Yu Zao, suç açıkça Meryu’da olmasına rağmen. “Böyle çok yavaş ilerliyoruz. Müsaade verirsen…”

 

Kendini bir anda Yu Zao’nun omzunda buldu. Adamın omzu Meryu gibi minyon bir kızın sığması için yeterince geniş olduğundan hiç zorlanmamıştı. Yu Zao, Bacıyakalayan’ı da eline aldı ve birlikte sanki uçuyormuşçasına koşmaya başladı. Rehberlik eden isimsiz varlıklar da hızlanmış ve süratle ormanda ilerlemeye başlamıştı. İri adamın hem çevik hem de rüzgâr kadar hızlı olması ona olan hayranlığını arttırıyordu.

 

“Çok havalı adam,” diye iç geçirdi. “Uzun, güçlü, yakışıklı ve kral…”

 

Yu da aynı adı taşıyordu ama onda sadece yakışıklı kısmı vardı ve o da göreceli bir kavramdı. Yu Zao daha erkeksiydi, yüz hatları da kasları da sertti. Ayrıca onun kibarlığı zorlama durmuyordu.

 

Aynı zamanda yağmur da sertti. Ağaçlar bile onları koruyamazken sırılsıklam olmaları için zaman geçmesi dâhi gerekmemişti. Yürüdükleri yol çamura dönüşmüştü. Tabii bu Yu Zao’yu biraz bile yavaşlatmıyordu.

 

“Evet, tekrar mananın karardığını hissediyorum,” dedi Bacıyakalayan.

 

Maalesef şaşılacak durum değildi. Aksine şaşıracağı şey hiçbir kötülükle karşılaşmadan devam etmeleri olurdu. Mıknatıs gibi nerede bela varsa üzerlerine çekiyorlardı. Sanki tanrıları kızdırmış, onların öfkesini deneyimliyorlardı.

 

Yolun ilerisinde yağmur damlalarıyla birlikte hışırtılar ve hırıldamalar geliyordu. Kırmızı beyaz renklere boyanmış bir adamın etrafı sarılmıştı. Ağaçların arasından atlayan bir örümceğe karşı savaşıyordu. Yu Zao’nun ordusuna denk gelmeden önce gördükleri kadar uzun bir yılanla da karşı karşıyaydı. Çürümüş vücudu ile iskeleti gözüken başka bir canavar da yılanın yanındaydı, siyah kristalleriyle beyazlı adama saldırıyordu.

 

Meryu hâlâ Yu Zao’nun omzundayken kral atıldı. Zıplamadan önce ayağını yere vurduğu toprak merdiven gibi yukarı tırmanarak yılana ilerlerdi ve onu havaya fırlattı. Ağaçları devirerek göğe yükselen yılana ikinci darbe Bacıyakalayan’dan geldi. Rüzgâr kılıcı onu ikiye ayırdı ve kanı beyazlı adamın üstüne akarak onu tamamıyla kırmızıya boyadı.

 

Örümcek ve çürümüş insansı canavar ancak yılanın ölümünden sonra onları fark edebildi. Eski beyazlı ve şimdi tamamen kırmızı adam şaşkınlıklarından faydalanıp örümceğin bacaklarını keserek yere yığdı ve çığlığı ormanı doldururken kılıcını gözlerinden birine sapladı. Gücü bu noktada tükenmişti, kılıcını sapladığı canavarın üstüne düştü.

 

Geriye sadece büyü kullanabilen çürümüş canavar kaldı. Yüzünün yarısı kemikti ve diğer yarısı da sadece kemiği bırakmak üzere dökülüyordu. Daha önce defalarca kez kırılmış gibi gözüken çarpık parmaklarını Yu Zao’ya doğrulttu ve elinin çevresinde oluşan siyah kristal bıçakları fırlattı.

 

Kral kristallerden kaçtı, canavarın yanında belirmesi Meryu’nun gözünü kapayıp açmasıyla bir oldu. Yu Zao’nun tekmesi canavarın başına geldi ve kafatasının parçaları ağaç gövdelerine saçıldı.

 

“Gördüğüm en havalı şeydi!”

 

Omzundan inerken kalbi hayranlıkla çırpınıyordu. Başka kim tekmesiyle kafatasını parçalayabilirdi? Harika bir güç gösterisiydi.

 

Ama Yu Zao hayran bıraktığı kızı ardında bırakarak kanla boyanmış adamın yanına koştu. Ayağa kalkamasa da hâlâ hayattaydı. Kendini doğrultmayı deniyor ama yardım istemiyordu.

 

“Şifa iksirim vardı.” İksirlerinin olduğu çantaya elini attığında boşlukla karşılaştı. “Çanta gitmiş!”

 

“Düştüğümüz sırada kopmuştur,” dedi Bacıyakalayan. “Zaten orada olsalardı da kırılmış olurlardı. Dikkatli olmalıydın.”

 

Arasa bulabilecekmiş gibi gittikçe artan telaşıyla etrafında döndü ama yolculuk boyunca beline asılı çantanın kaybolduğunu fark edememişti. Sadece kendisi için değil, grubun büyücüsü olarak grupları için de utanç verici bir başarısızlıktı.

 

“Yaralı mısın?” Yu Zao adamın yanında diz çöküp elini tuttu.

 

“Beni…” diye inledi kesinlikle yaralı olan adam. “...öldürecek,” diye devam etti soluklanarak. “…kadar değil…”

 

Yaşlıydı, sakalları uzun ve gürdü. Saçları da uzundu ve sakallarına karışmıştı. Şu anda kırmızı olsa da gerçek renklerinin beyaz olduğunu biliyordu. Yüzüne bakarak tahmin yürütmesi istenseydi altmışlı yaşlarda olduğunu söylerdi. Yaşlı bir adama göre vücudu kuvvetli gözüküyordu.

 

“Sen bir Lunaryensin,” dedi Bacıyakalayan. “Ama seni gördüğümü hatırlamıyorum.”

 

Kılıcın fark ettiği gerçeği görmek üzere adamın zırhına baktı. Yuzarsef’in evindeki kitapta gördüğü sembolün aynısını zırhına kazımış gururla taşıyordu.

 

“Yuzarsef’in…” diye konuşmaya çalıştı yaşlı adam ama Yu Zao onu durdurdu.

 

“Yaralarını göster.”

 

Konuşmayı bırakarak başıyla bacaklarını işaret etti. Kırmızının yoğunluğundan ötürü yaraları ilk bakışta fark edilemeyecek düzeydeydi. Sonra da başını geriye yaslayarak “Belimde,” dedi.

 

Yu Zao adamı doğrulttu. Bir eliyle sırtını desteklerken diğer elini bacağına bastırdı. Canını yakıyordu, adamın gözleri kapandı ve alnı kırıştı.

 

Yeşil otlar adamın yaralarının üstünde büyüdü. Çektiği acı artıyordu. Kesilmiş etin içinden otların çıkmasının acı verici bir deneyim olacağını gözlerini yaralardan kaçırarak kendisi de onaylıyordu.

 

“Toprak büyüsünü bu şekilde kullanabilenler nadirdir. Görünenden güçlü olmalısın.”

 

“Işık kadar güçlü değil,” dedi Yu Zao. “En azından şu anki seviyemde değil.”

 

Yeşil otlar birbiri ardında uzayıp yaraları kapadı, çürüyüp döküldü ve tekrar uzadı. Döngü her tekrar edişinde adamın yaraları daha iyi hâle geldi, acısı da azaldı.

 

“Adın ne?” diye sordu Bacıyakalayan.

 

“Donor,” dedi yaşlı adam. “Söylediğin gibi, İselle’nin bir çocuğuyum.”

 

Artık daha seri konuşabiliyordu. Aldığı nefeslerin ağırlığını işitse de Yu Zao’nun beklenmedik şifa büyüsü başarılıydı.

 

“Adım Yu,” dedi Yu Zao, gerçek kimliğini saklayarak. “Konuşabilecek gücün varsa bulunduğun duruma sebebiyet veren olaylar dizisini öğrenmek isterim.”

 

“Ritüelimiz kontrolden çıktı,” dedi Donor. “Tapınağımızdan bir çocuğu kutsamak için ritüel yapıyorduk, tanrıçamıza feda etmek üzere şeytan çağırdık fakat gücü tahminlerimizin ötesinde çıktı. Kardeşlerim onunla dövüşürken beni de Yuzarsef’ten yardım istemem için gönderdiler.”

 

“Ph- Evet…” Meryu istemeden gülmüştü. “Yalnız yardımını aradığın adamın ölü olması gibi bir sorun mevcut.”

 

Donor’un gözlerindeki köpek bakışının verdiği acı, adamın yaralarının acısından ağırdı. Ona dokunsa kız hâliyle ağlatabileceğini fark etti.

 

“Evet, kabul etmesi üzücü olsa da Yuzarsef öldü,” diye onayladı Bacıyakalayan. “Yine de yardım isteyebileceğimiz biri var. Eliande’yi bulup, yardımını istersek bizi geri çevirmeyeceğine inancım yüksek. O da güçlüydü ama uzun süredir görmediğim için şu anki durumunu bilemeyeceğim. Yaşlandı sonuçta.”

 

“Onu biliyorum!” Adamın gözleri tekrar hayat buldu. “Ama daha önce hiç görmedim. Beni ona götürebilir misin? Lunaryenler bu iyiliğin karşı-”

 

“Kılıcın senden isteyebileceği ne olabilir ki?” Saygısızca davranıyor olsa da konudan uzaklaşmalarına katlanamadı. “Ritüele geri dönelim, yani şeytana. Kurt şeklinde miydi? Siyah mıydı?”

 

“Onu gördünüz mü?” Donor, Yu Zao’nun yardımıyla ayağa kalktı. “Neredeydi? Eğer hâlâ hayatta ise zaman kaybetmeden cadıyı bulup hareketsiz kılmalıyız! Her geçen saniye- Öhh!”

 

Vücudu kuvvetli gözükse de yaşlıydı, hızlı konuşmak nefesini de hızlı tüketti ve adam öksürdü.

 

“Kardeşlerin öldü.”

 

Bacıyakalayan o kadar sertti ki adam yere çakılmış gibi karşıladı. Yüzünde birkaç duygu hızla belirip silindi ve yanakları kasıldı. Kırmızı gibi sıcak bir renge boyanmış olsa da yüzü buz gibi gözüküyordu.

 

“İmkânsız…” diyebildi sessizce. Ağzı kırmızıya boyalı bıyıklarının arasında kaybolmuştu.

 

“Yani… Olaya hızlı girmek zorundayım,” dedi Bacıyakalayan ve Yu Zao’nun eline geri döndü. “Belki tapınağınızdan kaçmış olan birileri vardır ve yaşıyordur, umudunu hemen kaybetme ama amacımız tüm Lunaryenleri değil, sadece kesin olarak yaşadığını bildiğimiz iki kişiyi kurtarmak. Biri bizim bir dostumuz olan bir kadın, diğeri de onun tapınakta bulduğu bir çocuk.”

 

“Çocuk!” Adamın ifadesiz suratında korku ve heyecan zuhur etti. “Hâlâ yaşıyor mu? Güzel! Güzel! Onu bulmamız gerekiyor. Onu bulmalı ve şeytanı yakalayıp öldürmesini sağlamalıyız. Çünkü şeytan sadece onun için çağrıldı ve yalnızca o öldürebilir. Cadıyı da hemen bulalım ve şeytanı hareketsiz bırakması için yardımını alalım!”

 

Kılıcını kınına koydu ve yüzündeki kanı bile temizlemeye uğraşmadı.

 

“Ama Sivina onu öldürmedi mi?” diye sordu Meryu. “Aynada görmüştük.”

 

“Öldüremez!” Donor çığlık attı. “Sadece çocuk! Sadece çocuk!”

 

Kanları yere damlıyordu. Korkunç durumdaydı ama yine de bir hedefi vardı ve yılmadan peşinden gidiyordu. Arkadaşlarının ölümünü bu kadar kolay aşıp yoluna devam edebilmesinin sebebi ancak hedefine olan bağlılığı olabilirdi.

 

“Herkesin amacına ulaşmasını sağlayacak senaryo bu olsa gerek,” diyerek iç çekti Yu Zao. “Ne kadar hızlı koşabilirsin?”

-------------------------

26.06.2023 – 12:12






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44356 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr