Cilt 5 - Bölüm 34: Denize Düşenler (1/2)

avatar
114 2

Start - Kapının Ardındaki Dünya - Cilt 5 - Bölüm 34: Denize Düşenler (1/2)


Meryu, Bacıyakalayan ve Yu Zao’nun yapmaya çalıştığı şeyin temel prensibini Büyücülük Akademisinde okuduğu kitaplar sayesinde anlasa da hâlâ ona yabancıydı. Yardımcı olmak, olabildiğince hızlı şekilde buradan çıkmak için yardım etmek istese de konuşması ve fikir yürütmesi Bacıyakalayan ve diğerlerinin dikkatini dağıtmak haricinde işe yaramayacağından yapabileceği tek şey oturmak ve beklemekti. Beklemekten hoşlanmasa ve kendini faydasız hissedip, başarısızlık hâlinde yardımcı olamadığı için kendini suçlayacak olsa da elinden gelen bir şey yoktu.

 

Bu yüzden yapabileceği tek şeyi yaptı, oturdu ve kılıcını bacaklarının arasına koyarak beklemeye başladı. Yu Zao’nun ufak asasından yayılan ışık kılıcın siyahlığınca sömürülse de herkesin arkası dönüktü ve anormal özelliğini görmüyorlardı. Hem görmelerine de gerek yoktu. Meryu ve Bacıyakalayan zaten biliyordu ve Yu Zao da hissetmiş ama hakkında konuşmaya gerek görmemiş olmalıydı.

 

“Stresliyim,” diye iç geçirdi kılıcının bir şey demesini beklerken. Kılıcın aksine onunla konuşmak için ağzını açması gerekiyordu. “Düşünmek istemiyorum, çıkmak istiyorum. Düşünmemek için bir şeyler yapmak istiyorum. Harekete ihtiyacım var fakat ayağa kalksam bile yardımım dokunmayacak.”

 

Dışarıda olsaydı hareket etmesi gerektiğini söylemesine gerek kalmadan ayağa kalkar, bir saniye bile gecikmeden koşmaya başlardı. Zindandaysa kapıyı açmak için yapabileceği başka bir şey yoktu. Bir büyücü değildi, kendini ne kadar zorlarsa zorlasın faydasızdı.

 

“Yetersizlik de bir suç sayılır mı?” Bir insanın elinden her iş gelmezdi ama bunu bahane olarak kabul edecek biri de değildi. “Yu Zao hem dövüşebiliyor hem büyü yapabiliyor. Zeki, karizmatik, soylu, uzun boylu ve güçlü.”

 

Tekrar karşılaştıklarında korkmamıştı. Onu biçen adam karşısındaydı ama herhangi bir öfke veya nefret duymamıştı. Kaçınılmaz olarak şaşırmıştı lakin onu düşman olarak göreceği ve saldıracağı yoktu. Olumsuz duygular beslemiyordu.

 

Ruhunu gördükten sonra da besleyemezdi. Yu Zao’nun ruhu beyazdı. O dürüst, asil ve cesurdu. Sadece iyi bir savaşçı değil aynı zamanda iyi bir adamdı. Yu’nun olmak isteyip de olamadığı her şeydi.

 

“Onu kıskanıyor muyum?” Kıskançlık hissi tüylerini ürpertti. “Zh’ai, Zh’ei, Zh’ii, Zh’en, Zh’yu. Kimseye karşı kıskançlık besleyemem. Hayran olmak olur ama o da gücünü ağaçtan toplamadı. Yine de bu zayıflığım…”

 

Ne yaparsa yapsın aşamayacağı sınırların olmasına katlanamıyordu. Kendini kısıtlaması, bir noktada tıkanacağını söylemesi onu sinirlendiriyordu. Sinirlendiği için kendine daha fazla kızıyordu. Döngüsü kısırdı ve çıkış yolu bulamıyordu. Ne yapmalıydı? Buraya tek başına düşmüş olsaydı ne olacaktı? Kapıyı aşması mümkün olmazdı. Buraya tek başına düşmüş olsaydı, ne Sivina’ya ulaşabilir ne de zamanı geri sarmayı başarabilirdi.

 

Zayıflığına çözüm bulamadıkça yüreği ışığın giremediği bir kafese koyulmuş gibi soldu. Korku, çaresizlik ve güçsüzlük içini yiyip bitiriyordu. Düşünmesi gerekiyordu. Çalışması gerekiyordu. Daha fazla düşünmesi ve hiç kimsenin çalışmadığı kadar çok çalışması gerekiyordu. Bugün burada yalnız olsaydı başarısız olurdu, öyleyse yarın başka bir yerde yalnız kaldığında başarılı olmanın bir yolunu bulmalıydı.

 

Yanında süzülen beyaz-mavi ışık kürelerine baktı. Kılıcın karanlığı onların yaydığı soluk ışığı yutamıyordu. Onlara dokunmayı denedi ama parmakları içlerinden geçti.

 

“Size şarkı söyleseydim beni daha güçlü yapar mıydınız?” diye fısıldadı.

 

Nesnelerden beklendiği gibi cevap gelmiyordu. Onlar da Yu gibi kapının açılmasını bekliyorlardı. İsteseler yapabileceklerine emindi fakat yapmamayı tercih etmişlerdi.

 

“Şarkı söylemeye başlarsam, gerçekten beğenirlerse yardım ederler mi?”

 

Şarkısıyla güç elde etseydi bunun haklı bir güç olduğunu söyleyebilir miydi? Güzel bir sesle doğduğu için gücünün kaynağı şans olurdu ve Yu şanslı olduğu için güç elde etmiş olmayı istemiyordu. Eğer elinde gücü bulunduracaksa onu hak etmeliydi.

 

「Bak ne hallere düşmüşsün Valarfin.

 

Kılıcın ruhu karanlıktı. Hiçbir zaman aydınlığı göremeyecek gibiydi ve bu da anlaşılırdı. Ne de olsa o bir şeytandı ve amacı onu kandırarak Marak gibi bir canavara dönüştürmek, içten içe yiyip bitirmekti. Yu neden onu yanında tuttuğu konusunda bile emin değildi ama dövüşürken konuşup yapması gerekeni söylüyor olması fayda sağlıyordu.

 

「Yaptıklarını unutmak, evlenmek… Bunları senden beklemiyordum.

 

Kılıç onunla çok az konuştuğu için az önce kurduğu iki cümle bile onu diğer günlere kıyasla konuşkan adlandırması için yeterliydi ama konuştukları hayırlı sayılmazdı. Tehlikeli sularda geziyordu. Sivina’ya verdiği sözü tutacak ve kılıç onu yürüdüğü yoldan alıkoyamaya çalışırsa asla taviz göstermeyecekti.

 

“Belki sen de iyi biri olabilirsin,” diye fısıldadı kapıyı açmaya çalışan üçlünün duyamayacağı kadar kısık sesle. “Dün ve yarın aynı olmak zorunda değil. Tövbelerin en hayırlısı, hemen şimdi edilen tövbedir. Farklı biri olmanın en hızlı yolu da en ani olanıdır.”

 

「Bana vaaz verme Valarfin.

 

Kötücüllüğü ruhundan belli olsa da en azından kullanıcısına zarar vermeye niyetli gözükmüyordu. Kılıcın ruhu depresyonda gibiydi, üzgündü ve Sivina’nın koyduğu kurallardan hoşlanmıyordu.

 

“Seni seviyorum,” dedi kılıca. “Daha önce sana bir isim vermemiştim. İsminin ne olmasını istersin? Aklında bir şey var mı?”

 

Kılıç cevap vermedi. Yu bunu isim koymak için kendisine verilen bir hak olarak görecekti.

 

“Yunoken? Yu’nun kılıcı demek ama fazla mı şey oldu… Fazla animce? Hmm… Belki daha sonra düşünmek daha iyi olacaktır.”

 

Kötü olmak için var olan varlığa iyiliği öğütlemenin, üstelik o varlığın önünde akla gelebilecek en kötü şeyleri yaptıktan sonra denemenin işe yaramayacağı söylenebilirdi ama yine de denemek zorundaydı.

Onun kötü olduğunu söyleyip öylece vazgeçmek prensiplerine aykırıydı. Öğütlemeli, defalarca kez doğru bildiği yola davet etmeliydi.

 

Ve görmek istiyordu. Kötü birinin tövbe etmesini sağlayabilir miydi? Öğrenmeliydi.

 

“Günahlarımın kefaretini ancak böyle ödeyebilirim. Tek yol bu. İyilik yap, iyiliğe davet et ve tekrar et. Hayatımın sonuna dek devam edeceğim. Hatalarımı düzeltsem bile varlığımın sonuna gelene dek…”

 

Kılıcı yere bıraktı ve titreyen parmaklarını yüzüne götürdü. Göğsünün içindeki karanlık suçlarıyla beslenerek büyüdü ve sarmaladı. Kendini cezalandırmak için daha ne yapabilirdi?

 

“Hata değil, hata değil, hata değildi…” Dudakları kendisinin bile duyamayacağı kadar hafif kıpırdıyordu. “Yaptığım şeylerin yanlış olduğunun farkındaydım. En başından beri yanlış olduklarını biliyordum. Öyleyse hata değillerdi, hataların farkında olmazdım. Bilerek yaptığım şeyler için hata diyemem. Kötü olduklarını bilerek, hata olduklarını bilerek yaptığım şeyler için hata diyemem. Hata yapmadım, ben yapmadım, hiçbirimiz yapmadık.”

 

Hata kelimesini bir bahane olarak gördü ve dizlerini karnına çekip sarıldı. Vicdanından korunmaya çalışıyordu. Günah işlememesi gerektiğini kendisine söyleyip durmasına rağmen zihninin suçlarından sıyrılmasına çalışmasına engel olamamıştı. Bir de utanmazca birilerine vaaz veriyor, günahlarından tövbe edip dönmesini istiyordu.

 

“Günah… Neden böyle yapıyorum ki? Neden eninde sonunda buna dönüyorum. Olmamalıyım, bu kadar acınası olmamalıyım.”

 

Taşın toprağa sürtünme sesini duyduğunda hemen ayağa kalktı. Meryu, kılıç ve Yu Zao kapıyı açmayı başarmıştı. Kapı açıldıkça içeriye alevlerin ışığı doldu. Kapının ardında uzun bir köprü ve köprü boyunca uzanan meşaleler vardı. Sonunda hareket edebilecek, parlak bir ışık kaynağının yanında kılıcını sallayabilecekti. Düşünüp kendini yargılamak zorunda kalmadığı için dövüşmeyi seviyordu.

 

“Zindanın efendisi,” dedi Bacıyakalayan. “Buraya yerleşen kişi bir şeytanmış demek.”

 

Bacıyakalayan için bir ruhu olduğunu söyleyemiyordu. Canavarlarınki gibi gümüş bir auraya sahipti, erkek kişilik özellikleri gösteriyordu ama hislerini göremiyordu. İnsanların duyguları olaylar karşısında dalgalanırdı ama Bacıyakalayan’ın aurasında hiçbir dalgalanma yaşanmıyordu. Yine de iyi biri gibiydi.

 

“Abi,” diye seslendi Meryu. “Aradığımız şeytan olabilir mi? Goblinleri yaratan. Öyle gözüküyor.”

 

“Evet, benim de o olduğuna dair kuvvetli bir hissiyatım var,” diye onayladı Yu. Şeytanın oturduğu tahtın önünde yeşil başlar vardı, tahta doğru secde ediyorlardı. “Mümkünse önce karımı kurtarmayı ardından buraya dönüp goblinleri ve şeytanları öldürmeyi isterdim. Zaman harcayacak olmamızdan hoşlanmıyorum.”

 

“Ama dostların goblinlerin üzerinden geçip şeytanı aşmak istiyor gibi.”

 

Söylediği gibi, Yu’nun şarkısıyla çağırdığı varlıklar köprünün ortasına dek ilerlemiş ama sonrasında durmuştu. Tahtın üstünde Yu Zao’dan bile çok daha uzun olan kırmızı tenli bir canavar oturuyordu.

 

Tabii ki canavar demek onu tanımlamaya yetmezdi, o bir şeytandı. Beyaz saçları, uzun siyah boynuzları ve vücudunu saran hiç ışık görmemiş gibi karanlık ruhuyla dünyaya kötülük yaymaya gelmiş bir iblisti.

 

Başı mağaranın tavanına bakıyordu, ağzı ve gözleri açıktı ve alev alev parlayan kırmızı bir ışık yayıyordu. Bir ritüelin ortasında gibiydi, öyle ki gelenleri fark etmemişti. Siyah parmakları tahtın kollarına kenetlenmişti ve goblinlerin manası şeytana doğru çekiliyordu.

 

“Güçlü bir canavar,” dedi Yu Zao. Yu bu sesi biliyordu. Biraz sonra birini öldürecekti. “Ona karşı iyi olacak mısınız? Zarar görmenizi istemem.”

 

“Evet,” dedi ve kartlardan birini çıkardı. “Kızgın Kasırga.”

 

Yu Zao ne yaptığına bakarken Yu’nun tahta doğru tuttuğu kartın içinden rüzgârlar taştı ve goblinlere doğru hareket eden fırtına onları ya parçaladı ya da köprüden aşağı fırlattı. Köprünün kenarındaki meşalelerin yarısı sönmüş ve ortamın ışığı azalmıştı.

 

Kart manaya dönüşüp dağılırken çıkan rüzgârlar aynı zamanda tahtında oturan şeytana da çarptı fakat onun vücudunda hiçbir etkisi olmadı. Yine de ağzından ve gözlerinden çıkan alev sönmüş, oturduğu yerden tavana doğru uzayan ışık incelerek kaybolmuştu.

 

“İ-ilk-ilk kez bir şeytan görüyorum,” Meryu’nun elinde bir asa yoktu, savaşması zor olacaktı.

 

“Bunu al,” dedi Yu Zao kendi asasını ona verirken. “Geride dur ve bize destek ol.” Bacıyakalayan’a baktı. “Yanımda bir kılıç yok, seni kullanabilir miyim?”

 

Bacıyakalayan uzatmadan kendini Yu Zao’nun eline bıraktı ve şeytan ayağa kalkıp kendi kanıyla üç dişli bir mızrak oluştururken Yu Zao kılıcını savurup rüzgâr bıçağını şeytanı ikiye yarmak için gönderdi.

 

Şeytan ise mızrağını yere vurdu ve denizden yükselen dalgalar gibi coşan alev rüzgâr büyüsünü içine alıp yok etti. Rüzgârın ateşi söndüreceğine dair teorisini gözden geçirmesi gerekecekti.

 

Koşmaya başladı. Yu Zao’dan hızlı koşamıyordu, belki önüne gelecek ilk darbeyi indirmeyi hedeflemesi bile aptalcaydı ama hamlenin değerlendirmesini düşünmüyordu. Düşüncelerini şekillendiren tek şey zafere olabildiğince çabuk ve doğrudan ulaşmaktı.

 

“Yeterince hızlı olursam zarar görmem.”

 

Pelerinini kendine siper ederek şeytanın yaptığı ikinci alev saldırısının içinden geçti. Meryu tarafından Salderough’ta verilen başka bir ödül, aleve bir nebze dayanabilen pelerindi. İçinden geçtiği anormal, plazmadan daha yoğun alevlere karşı onu korumuştu.

 

“ABİ!”

 

Alevleri yanmadan atlattı fakat pelerini tekrar kullanabileceği durumda değildi. Omzuna bağlandığı yerden söküp şeytana fırlattı ve üstüne zıpladı. Mana kullanamasa da yeterince yükseğe sıçradığına inanıyordu.

 

Şeytan herhangi bir insanın olabileceğinden daha uzundu ve kılıcıyla ona vurmayı denediğinde savunmak ve Yu’yu itmek onun için zor değildi. Yu yine de itildiği yerde durmadı ve ileri atılarak rakibinin üstüne koştu.

 

Kılıcını saplamayı denedi, şeytan üç dişli mızrağının uçları arasına kılıcı sıkıştırdı ve boştaki elini havaya kaldırıp avucunun içinde alevleri biriktirdi. Silahsız bırakırken yüzünü yakmayı hedefliyordu ama Yu buna müsaade edecek kadar acemi biri değildi. Kılıcının mızrağın uçları arasına sıkışabileceğini dövüş başladığından beri biliyordu.

 

Mızrağı tuttu, sol eli bile şeytanın gücüne yetişmek için yetersiz kalsa da döndürerek kılıcını almasını engelleyebiliyordu. Alev topu fırlatıldığı anda yere kaydı, mızrağını altından geçti ama hâlâ tutuyordu. Şeytanın altına geldiğinde tuttuğu mızrağı kendine çekerek ayağa kalktı ve siyah kılıcının sivri ucunu dünyaya kötülük yapmak için gelmiş varlığın karnına uzattı.

 

Ancak şeytanın gücü, Yu’nun yetenek ve zekâsını birleştirerek oluşturacağı stratejilerin ötesindeydi. Kılıç ona ulaşmadan zıpladı ve mızrağı tutan Yu onunla birlikte havaya yükseldi. Hareket yüzünden kılıcı saplamayı başaramamış olsa da havadayken şeytanın karnına sol ayağıyla vurabilmişti.

 

Pek tabii ki şeytan için canını yakan bir hamle olmadığı açıktı lakin Yu aldığı destekle geri sıçramış ve yere inerek rakibinden uzaklaşmıştı.

 

“Dövüş, yen, tekrar et.”

 

Belki de bunun için doğmuştu. Dövüşün heyecanını bir günah olarak görmüyordu, kalbinin hızla atışı hoşuna gidiyordu ve zihni bir amaç olarak rakibini yenmeyi memnuniyetle kabul ediyordu. Yanlışlık yoktu, iyi bir amaç uğruna dövüşüyordu. Kötülüğü dünyadan silmek, iyiliği yaymak; dövüşürken aynı vakitte kefaretini ödüyordu.

-------------------------

25.06.2023 – 21:18






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44356 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr