Cilt 5 - Bölüm 32: Yeni Kral ve Sahte Kral (2/2)

avatar
144 2

Start - Kapının Ardındaki Dünya - Cilt 5 - Bölüm 32: Yeni Kral ve Sahte Kral (2/2)


Cübbesi de yağmaya devam eden yağmurla birlikte sırılsıklam olmuştu. Çevreden gelen atların ve rinoların ayak sesleri iyice duyulur olduğunda askerlerin ıslıkları da kulaklarını tırmaladı. Bindikleri dal binlerce adamın aynı anda hücuma kalkmasıyla titriyordu. Naralar rüzgârın hafif esintisi gibi başlamış ve fırtına gibi büyüyerek devam etmişti.

 

“Sakın sesini çıkarma,” diye uyardı Yu. Ağaçların arasında ilk süvari birliği belirmişti. Yeşil ve kahverengi tüylü rinolara binen süvariler ellerinde düşmanlarına saplamak için uzun kargılar taşıyordu. Arkadaşları arkalarındaydı, ilerledikçe hatlarını açarak iki ayrı kola bölünüyorlardı. Taşıdıkları zümrüt ejderha sancaklarıyla kralları Yu Zao’nun askerleri olduklarını gururla belli ediyorlardı.

 

Kraliyet ordusunun karşısından, sağından ve solundan gelen askerler ise Azer’in adını bağırıyordu. Pek çoğu asker Aslan Katedralinin armasını taşıyordu. Kraliyet askerlerini çembere alarak öldürmeyi amaç edinmişlerdi. Yu Zao’nun kıskaca alınacağını bilip de ordusunu dümdüz hareket ettirmesini anlamasa da adam kuzeyden güneye dek başarıyla indiğine göre burası için de bir planı olmalıydı ama strateji ve sayı üstünlüğü açıkça kilisedeydi.

 

“AZER! AZER! AZER”

 

“KRAL JUEL!”

 

“KÂFİRLERE ÖLÜM!

 

Juel Huo Long’un süvarileri etrafını sardıkları kraliyet süvarilerini gölün kenarında kıstırdı ve mızraklarını rinoların üstündeki süvarilere sapladı. Süvarilerden düşenler olsa da savaşmaya alışkın olan rinolar sahipleri olmadan dövüşmeye devam ederek kilise süvarilerinin atlarının boyunlarına saldırdı. Rinoların dişleri bir defa boyunlarına kenetlendiğinde atların kurtulma şansı kalmıyordu. Zamanında avcı hayvanlar oldukları için ısırıkları kemiği parçalayacak kadar güçlüydü. Kimisi atları devirdi ve nefessiz bırakana dek boğdu, kimisi de boyunlarından parça kopararak öldürdü ve başka hayvanlara, bazen de süvarilerin bacaklarına saldırdı.

 

“KRAL ADINA!”

 

İlk dalga kraliyet askerlerinin strateji ve sayı üstünlüğü karşısında hızlı bir başarısızlıkla yüzleşmiş olsa da ikinci dalga korkusuzca düşmanın üstüne sürüyordu. İkinci dalganın ellerinde mızraklar değil, eğik süvari kılıçları vardı. Etrafları sarılmış ve iki kanattan da kapana kıstırılmış olsalar da kuşatmayı yarmak için süratle ve krallarının adını tezahürat ederek hücum ediyorlardı.

 

Göledin mavi suyu iki ordu tekrar çarpıştığında kenarlarından ortasına doğru kırmızıya döndü. Kanlar toprağı suluyor ve ağaçların kahverengi kabuklarını kırmızıya boyuyordu. Uzuvlar havada uçarken süvarilerin kılıçları havada sallanarak kesecek yeni bilekler, kollar ve boyunlar arıyordu.

 

“AZER-AZER-AZER!”

 

Bir kilise askeri mızrağını ikinci dalganın süvarilerinden birinin sürdüğü rinonun gözünden içeri soktu fakat kraliyet askeri düşmeden önce bineğini öldüren adamı tutup aşağı çekerek kendisiyle birlikte devirdi. Kılıcını düşürdüğü için belindeki hançeri çekerek kilise askerinin boynuna saplayacaktı ki yine bir kilise süvarisinin atı, yere düşmüş kraliyet askerini ezerek geçti. Kilise askeri kurtulduğunu sanarak ayağa kalkarken bir başka kilise süvari tarafından ezildi. Meryu kırılan kaburgaları kendi vücudunda hissetmişti.

 

Mızraklar kalkanlara çarpıp kırılıyor, gölete düşen askerler zırhlarının ağırlığını taşıyamayarak boğuluyordu. Daha önce bu kadar çok kanın döküldüğünü ne görmüş ne de bu kadar çok küfür işitmişti. Muharebe izledikçe anlamsızlaşıyordu. Kraliyet askerleri sonları gelmeyecekmişçesine kendilerini saran kilise askerlerini aşmaya çalışıyordu ama şimdiye dek başaran olmamıştı.

 

Ama devam ediyorlardı. Dalga üstüne dalga geliyor, süvariler ölen kardeşlerinin vücutları üstünde hareket ediyordu. Kraliyet askerleri hücumlarını sürdürürken kilise askerleri piyadeleri muharebeye dâhil etmişti. Aralarına ağaçları da alan piyadeler kalkanlarıyla bir duvar örüyor, kilise süvarileri arka saflara geçtikçe duvarı yavaşça kapatarak mızraklarını uzatıyorlardı. Muharebenin boyutu öylesine artmıştı ki birkaç dakika sonra safların nereye kadar uzandığını göremez olmuşlardı.

 

Kraliyet süvarileri ilk başta mızraklarca avlandı fakat yığılan cesetlerce oluşan merdiven sonraki dalga kraliyet süvarilerinin sürdüğü çevik rinolar için bir basamak görevi gördü. Kilisenin düşmanı kapana kıstırma stratejisi süvarilerin yerini piyadelere bırakmasıyla zayıflamıştı ama Azer ve Kral Juel naraları kilise askerlerine cesaret veriyor, saflarını sıklaştırıyorlardı.

 

“KRAL JUEL GELİYOR!”

 

“SABAH KILICI GELİYOR!”

 

Yıldırımlar düşerken kararmış gökyüzünü yarmak isteyen bir ışık huzmesi gibi ilerleyen bir adam, kraliyet askerlerinin üstüne basarak adeta havada yürüyordu. O kadar hızlıydı ki hareket hâlindeyken yüz hatlarını çıkarması imkânsızdı lakin görebildiği kadarıyla tamamen beyaz bir adamdı. Kraliyet saflarının ortasına düşerken ayna gibi parlayan, hatta tamamıyla ayna olan kılıcını yere doğrulttu ve yere inip toprağa sapladığında ağaçları ve kraliyet süvarilerini parçalayan göz alıcı bir ışık patlaması yarattı. Meryu ışıktan etkilenmemek için gözlerini kapamak zorunda kalmış, açtığındaysa vücutlarında oluşan yanıklar sebebiyle çığlık çığlığa gölete atlayan kraliyet askerlerini görmüştü.

 

“Korkunç,” diye düşündü. İlk kez gerçek bir savaş görüyordu. Buradaki her adam bir diğerini öldürmek için elinden geleni yapacaktı.

 

“Size teslim olmanız için bir şans veriyorum!” diye bağırdı onu saran kraliyet askerlerine karşı. “Kral Juel Huo Long, Mora’nın tek gerçek hükümdarıdır! Kılıçlarınızı bırakın ve hükmünü kabul ederek diz çökün!”

 

Genç bir adamdı, uzun boylu ve sağlam vücutluydu. Baştan sona beyaz giyiniyordu ve pelerinini omuzlarına tutturan çelik omuzluk haricinde üzerindeki tek çelik taşıdığı kılıçtı. Mavi gözlerindeki tüyler ürperten soğuk bakıştan ölüm havası yayılıyordu. Saçları bile giydiği pelerin kadar beyazdı.

 

Savaş alanında şüphesiz Sabah Şövalyesi’nin getirdiği bir ağırlık vardı. Kilise askerlerinin arka saflarına sızmayı başarmış süvariler hareket etse de Sabah Şövalyesi’nin çevresi durgunlaşmış, az önce yaşanan patlamanın etkisinden hâlâ çıkılamamıştı.

 

“Kral Juel! Kral Juel! Kral Juel!”

 

“Kral Juel! Kral Juel! Kral Juel!”

 

“Kral Juel! Kral Juel! Kral Juel!”

 

Kilise askerleri bu kez saflarını kendi arzularıyla yardı ve beyaz rinosunun üstünde, yirmiye yakın muhafızla korunan siyah zırhlı bir adama yol açtı. Başına taktığı siyah miğfer yüzünü gizlese de askerlerin hep bir ağızdan adını bağırması şüpheye mahal bırakmıyordu.

 

“Diz çökenlerin canları bağışlanacak!” diye bağırdı beyaz rinonun üstündeki siyah zırhlı kral. Yüksek perdeden konuşuyordu. Tanımasa bile sesindeki gururdan mevkiini çıkarmak mümkün olurdu.

 

 “SAHTE KRAL!”

 

Kraliyet askerlerinden cesur bir şövalye, kılıcını kaldırıp Juel Huo’ya doğru onu saran muhafızları geçme umuduyla koştu. Kolaylıkla öldürülse de cesareti diğer kraliyet askerlerini de etkilemişti. Hep bir ağızdan “Kral adına!” diye bağırdılar ve Yu Zao adına Juel Huo’yu öldürmek için hücum ettiler.

 

“BURAYA KADAR!”

 

Ama sert ve otoriter bir ses, sadece muhafızları değil kraliyetin askerlerini de durdurmuştu. Diğeri gibi insanlara yüksekten bakarak konuşmuyordu. Gök gürültüsü gibi çakan ve binlerce adama ulaşarak her birini çivileyen sesi kahramana yarışır bir tondaydı.

 

“Bu meseleyi bugün bitirelim kilisenin sahte kralı.” Gök, kralın sesi yetmezmiş gibi gürledi. “Sen ve yalancı şövalyene karşı tek başıma dövüşeceğim. Kılıçla, mızrakla ya da yumrukla; istediğin silahı seç ama teslim olmayı seçersen canını bağışlayacağıma ve karınla birlikte sürgüne gitmene izin vereceğime söz veriyorum.”

 

Koyu sarı saçları yağmurda ıslanmıştı. Gözleri alev gibiydi. Ejderha kanatlarıyla süslenmiş siyah miğferini askerlerinden birinin eline tutuşturdu ve uzun beyaz kılıcını çekti. Meryu hem Yu Zao’yu hem de kılıcı Falyn’i görmüştü. Elindeki beyaz çelik alevi kontrol edebilen kızıl kılıç perisi değildi.

 

“Dedikleri kadar cesurmuşsun.” Sabah Şövalyesi, rinosundan inen Juel Huo ve Yu Zao’nun arasına geçti. “Sadece beni değil, majestelerini de aşağılamak cesaret ister. Ancak majesteleri senin gibi bir isyancı değil, tanrımız Azer’in kilisesi Andromeda tarafından seçilmiş hakiki kraldır.”

 

“Herkes neyin ne olduğunu biliyor.” Yu Zao kılıcını Juel Huo’ya doğrulttu. “Yalanınızı sürdürmekte ısrarcıysanız ölümünüzden sonra onursuz adamlar olarak anılacaksınız.”

 

Juel Huo şövalyesinin arkasındaydı. Miğferinin altından güldü. “Etrafına bak Yu, burada ölecek olan sensin ve ben halkımın kralı olarak Mora’ya yürüyeceğim.”

 

“Bu kadar yeter,” dedi Yu Zao.

 

Yüzyıllar boyunca konuşulacak tarihi bir ana tanıklık eden iki ordu da krallarının mücadelesini izlemek için durmuştu. Fırsat bilen bazıları yaralı dostlarını arka saflara taşıyordu. Gölet tamamen kırmızıydı. Yu Zao tek başına iki kişiye meydan okumuştu ve bugün yıllardan beri süregelen iç savaşın sonlandığı gün olabilirdi.

 

Ama savaşın kimin aleyhine sonlanacağı henüz belli değildi. Yu Zao’nun Mora’nın en güçlüsü olduğu söyleniyordu fakat Juel Huo yanında tarihin en güçlü şövalyesi olarak bilinen Sabah Şövalyesi vardı. Her ne kadar Yu Zao bir Sabah Şövalyesi’ni öldürmüş olsa da şimdiki öncekinden daha gençti.

 

Juel Huo ve şövalyesi aynı hizada durmak yerine Yu Zao’nun önüne ve arkasına geçmeye çalışıyordu ama deneyimli kral kendi ekseni etrafında dönerek ikisinden birinin arkasına geçmesine müsaade etmiyordu. Uzun kılıcını tek eliyle kullanabilecek kadar uzun boylu olduğu için Yu Zao kılıcını Sabah Şövalyesi’ne doğrultmuşken diğer elini boş bırakmış ve onu da Juel Huo’ya doğrultmuştu.

 

İlk saldırıyı önünde bir kılıç bulamayan Juel Huo yaptı, kılıcını kaldırıp Yu Zao’nun üstüne atladı ama Yu Zao bir adım geri atarak adamın havayı kesmesini sağladı. Ardından tekmesini adamın karnına geçirdi ve Kilisenin Kralı bir ağacın içine göçtü. Kraliyet askerleri Yu Zao’nun adını bağırırken gök titriyordu.

 

Sabah Şövalyesi daha dişli bir rakipti. Yu Zao onun saldırılarını kılıcıyla savuştururken ikilinin kısa sürede ulaştığı hız dövüşü takip etmesini zorlaştırıyordu. Kılıçların her darbesi muhteşem bir yetenek ve koordinasyon istiyordu ve iki savaşçı da buna sahipti. Sivina’nın bile onlara karşı zorlanacağı açıktı ve Yu’nun hiç şansı olmazdı.

 

“Iha!”

 

Yu Zao ve beyaz şövalye dövüşürken ayağa kalkan Juel Huo elini kaldırdı ve omzundan parmak uçlarına dek dolaşarak ilerleyen rüzgâr, başını gövdesinden ayırmak için keskin bir kılıç misali Yu Zao’nun boynuna ilerledi.

 

Kral için büyü dikkatini vermesini gerektirecek bir saldırı değildi. Ayağını yere vurdu ve yükselen toprak duvar rüzgârın ilerleyişini durdurdu. Kralın savaşı bitirmek için Juel Huo’yu öldürmesi gerekiyordu ama kendisiyle aynı makama talip olan baş rakibindense Sabah Şövaylesi’ne dikkatini vermişti.

 

Sabah Şövalyesi kılıcını havayı kesmek için salladı ve düz bir hizada ilerleyen uzun beyaz bıçak Yu Zao’nun gövdesine ilerledi. Onu belinden ikiye ayırmayı hedefliyordu ama Yu Zao yerin içinden başka bir toprak sütun çıkararak kendini ve arkasında kalan bazı askerleri korudu.

 

Lakin saldırının uzunluğu sadece toprak duvarla durdurulabilecek kadar kısa değildi. Geniş bir eksende ilerleyen ışık dalgası duvara çarptıktan sonra ikiye bölündü ve hem kraliyet askerlerini hem de kilise askerlerini ikiye bölerek durdu. Bazı ağaçlar bile devrilmişti.

 

“BENİ DESTEKLEYİN!”

 

Juel Huo kılıcını havaya kaldırıp bağırdığında kilise askerleri hep bir ağızdan krallarının adını haykırmaya başladı. Sayıları sayesinde Yu Zao’nun askerlerinin sesini bastırıyorlardı. Juel Huo askerlerinden aldığı gazla tekrar Yu Zao’ya saldırdı.

 

Yu Zao aynı anda saldıran Sabah Şövalyesi’ni kılıcıyla durdurdu ve gücünü kullanarak itti. Juel Huo kılıcını Yu Zao’nun boğazına saplamak istiyordu. Yu Zao geri çekildi, Juel Huo’nın kılıcını tuttu ve bir çocuğun elinden şeker alıyormuş gibi çekip aldı. O kadar güçlüydü ki Juel Huo karşı koyamamıştı bile.

 

Sabah Şövaylesi kralını kurtarmak için saldırdı ama Yu Zao ayağını tekrar yere vurarak şövalyenin önünden karnına doğru yükselen bir toprak sütun çıkardı. Sütunu karnına yiyen Sabah Şövalyesi kralının az önce uçtuğu gibi uçtu ve adamlarının üstüne düştü. Yu Zao hiç ara vermeden etrafında döndü ve kılıcını yalnızca mükemmel denebilecek bir yetenekle Juel Huo’nun miğferinin ince vizöründen içeri soktu.

 

Juel Huo’nun kılıcını Juel Huo’nun kanıyla boyadıktan sonra geri çıkardı ve sahte kralın cansız bedeni toprağın üstüne düştü.

 

Ama meydanın en önemli iki adamından birinin ölmesine ve savaş gayri resmi olarak bitmesine rağmen henüz kimse henüz sevinç çığlıkları atamıyordu çünkü dövüş henüz bitmemişti. Yu Zao beyaz şövalyeye tepki vermesi için zaman tanımadan saldırmaya devam etti. Elindeki iki kılıcı da büyük bir ustalıkla kullanıyor, fırsatı soluğu kesilmiş tüm düşman askerlerine gücünü kanıtlamak ve yıldırmak adına değerlendiriyordu.

 

Sabah Şövalyesi, kralının ölümüne karşı ağzını bile açamadan Yu Zao’nun ardı ardına yaptığı saldırılara karşı kendini savunmaya çalışıyordu. İkiye karşı bir başlayan dövüş bir anda tek taraflı bir oyun hâlini almıştı. Kraliyet askerleri silahlarını kalkanlarına ve zırhlarına vurarak “Yu Zao!” naraları atıyordu ve kilisenin askerlerinin tüm umudu kaybetmek üzere olan Sabah Şövalyesi idi.

 

“Tanrının cezası!”

 

Sabah Şövalyesi, Yu Zao’nun karnına tekme atıp mağaraya fırlattı. Beklenmedik bir hamleydi, Yu Zao’yu yerinden kaldıracak kadar güçlü olduğunu bile düşünmemişti. Kral mağarayı kapatan kayaya çarpıp onu ikiye yararak yere düştü ama hemen geri kalktı.

 

Sabah Şövalyesi ise havaya zıpladı ve kılıcını gökyüzüne doğrulttu. Yu Zao karşılık olarak parmaklarını birbirine kenetledi ve avucunu göğe kaldırdı. Beyazlı şövalyenin parlayan kılıcı göğe bakmayı imkânsız kılıyordu.

 

Işık parladıkça ısı arttı, yer sallanmadan önce binlerce adamın çığlık attığını duydu ve hızla yere çakılırken beyazlaşan dünya göz açıp kapayıncaya dek karardı. Meryu’nun son hissettiği yere düştüğüydü.

-------------------------

24.06.2023 – 10:05






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44356 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr