Cilt 5 - Bölüm 12: Salderough 12 (2/2)

avatar
156 2

Start - Kapının Ardındaki Dünya - Cilt 5 - Bölüm 12: Salderough 12 (2/2)


Karabaş’ın havlamaya başlamasıyla ikisi de köpeğin baktığı yöne döndü. Loncanın arkasındaki açıklık alandaydılar ve lonca ile hanın arasından bir at arabası geliyordu. Çamura batmak istemediği için bir noktada durdu ve araca eşlik eden muhafızlardan biri atından inip kapıyı açtı.

 

At arabasından çıkan Çelise’ydi. Muhafızlardan ve hizmetçilerden yardım almayı reddederek giydiği bol mavi elbisenin eteğini kaldırdı ve çamurun içinde ilerlemeye başladı. Ayakları çamura batıyor ve eteği uğraşmasına rağmen kirleniyordu. Hizmetçiler atık onu yağmur veya çamur hakkında uyarmaya çalışmıyordu.

 

“Üzgün gözüküyor,” dedi Yu.

 

Öyleydi, yüzü düşmüştü. Yağmurun altında ıslanarak yapılmak için bolca zaman harcanmış saçlarını bozuyordu. Oysaki bunu yapmaktan zevk alacak bir kıza benziyordu. Yanına geldiği kişilerin de yüzüne bakmamıştı, yere bakıyordu ve başını kaldırmaya niyetli değildi.

 

“Sizin için geldim,” dedi Çelise. İki muhafız onu takip etmiş ve hemen arkasında durmuştu. “Mektup göndermemi istemiştin, hatırlıyor musun? Göndermek istediğin mektubu şimdi alabilirim. Yarın birkaç elçi batıya gidecek, oradan mektubun istediğin yere aktarılabilir.”

 

Şaşırmıştı. “Henüz yazmadım,” dedi bir bit yeniği ararken. “Mektup gönderme şansımı kaybettiğimi düşünmüştüm.”

 

“Ağzımdan bir söz çıktı.” Çelise arkasını dönüp geldiği yöne yürümeye başladı. “Yapmazsam ismimize leke sürmüş olurum. Sen mektubunu yazana dek handa bekleyeceğim. Hızlı ol.”

 

Bir anda yanlarına gelmesinin tek sebebinin mektup olduğuna inanmıyordu. Çelise loncaya gitmek için arkasını dönüp yürümeye başladığında onu durduran muhafız da Sivina’nın şüphelerini gerçek çıkarmıştı.

 

“Hanımım, efendimizin davetini aktarmayacak mısınız? Nameyi de yarın davette vermesi efendimizi ve kocanızı memnun eder.”

 

Dostane bir amaçla buraya gelinmediğini en başında anlamıştı. Çelise’nin yüzü bunu söylemek istemediğini gösteriyordu fakat muhafızın karışmasıyla durmak ve geliş nedenini tamamlamak zorunda kalmıştı.

 

“Söyleyeceğim,” dedi hışımla arkasını dönerken, eteği çamur olmuştu. “İçeri girdikten sonra konuşacaktım. Bana bir şeyleri hatırlatmak zorunda değilsin geri zekâlı. Senin aklına kalmadım.”

 

“Özrümü sunarım, hanımım.”

 

Muhafızın yüzündeki memnuniyetsizlik ve küçük kıza duyduğu kızgınlık, Çelise’nin hayatının sandığından zor olduğunu söylüyordu. Elbette etrafına kaba davranarak hayatını zorlaştıran kişi kendisiydi, nazik bir kız olsaydı müttefik elde etmesi de kolaylaşırdı ama bu kadar genç bir yaşta evlenmek zorunda kaldıktan sonra olmak istemediği bir yerde, olmak istemediği insanların yanında kibar olması da beklenemezdi.

 

“Kocam Lord Herict sizi yarın öğleden sonra malikânede yapılacak baloya davet ediyor,” dedi Çelise yere bakarak. “Tüm kasaba davetli ve civar bölgelerin lordlarına da dün gece davetiyeler gönderildi. Hem alt hem de üst tabakanın buluştuğu bir gün olacak. Kendinizi hangi tabakada konumlandırıyorsanız size uygun insanlarla tanışmak için bir fırsat olarak görebilirsiniz. Davete icap etmeniz hem kocamı hem de beni çok sevindirir. Yarın sizi mutlaka görmek istiyoruz.”

 

Resmi konuşmalar genelde duygusuz geçerdi ama Çelise’nin konuşmasında duygusuzluktan çok utanç ve isteksizlik vardı. Kelimeleri kendini zorlayarak söylediğini sesindeki her tınıda belli ediyordu.

 

“Bunu kabul etmeyeceğimizi biliyorsun,” dedi Yu, Sivina’nın da düşündüğü gibi. “Bunun bizi sinirlendireceğini de Araka biliyor. Amaçladığı şey kavga çıkarmak mı? Dövüşten önce bizi sinirlendirmek mi?”

 

Dün yaşananlardan sonra malikâneye bir daha dönme fikri ikisinin de aklında yoktu ve döndüklerinde karşılaşacakları, daha doğrusu Sivina’nın karşılaşacağı muameleyi herkes biliyordu. Evli bir kadındı ve buna maruz kalmayı istemiyordu.

 

Herict’in yaptığı onaylanamayacak kadar aşağılık, onursuz bir davranıştı. Başka bir kadını görmek için düzenlediği çok belli olan bir etkinliğe, görmek istediği kadını davet etmek için karısını gönderiyordu. Çelise’nin duygularını hiç umursamıyordu. Herict sadece altın avcısı kadınları ağına düşürebilirdi ki Sivina o kadınlardan biri değildi. Sivina, Yu’dan başkasına yanaşacak bir kadın değildi. Başka hiçbir erkeğin ve kadının, Sivina üzerinde şansı yoktu.

 

“Rica ediyorum.” Belini büktü ve yağmurun altında bir tablo gibi gözüken zarif bir reverans yaptı. “Lütfen, yarın öğleden sonraki baloya katılın. Sizin katılımınız benim için çok önemli. Sizi orada görmek için can atıyorum.”

 

“Ayrıca Efendi Herict namesini yarın sabah getirmesinin, yetiştirmek için mühimetinden-”

 

Çelise elini kaldırarak muhafızı susturdu. “Kes artık sesini.”

 

Kızın yüzü yağmurda akan makyajıyla çirkinleşmiş ve kararmıştı. En sonunda titreyen parmaklarını birbirine kenetledi ve elini ısıtmak için kıyafetine sürttü. Kızın gözleri kızarmıştı, istemsizce burnunu çekiyordu. İyi bir numaracı değilse malikânede kocasıyla ilgili bir sorun olmalıydı. Tehdit edilmiş bile olabilirdi.

 

Yu tuttuğu sopayı yere sapladı ve sağ elini Çelise’ye uzattı. Muhafızlar ilginç bir şekilde müdahale etmezken Yu parmağıyla kızın çenesini destekledi ve gözlerini daha iyi görebilmek için başını havaya kaldırdı.

 

“Herict sana bir şey mi yaptı?” diye sordu sakince. “Seni tehdit mi etti?”

 

Muhafızlar hanımlarına dokunulmasına izin verse de daha ileri gidilmesine müsaade etmeye istekli olmadı. Birisi elini efendilerinin sırlarını korumak amacıyla Yu’nun omzuna koyarken diğeri Çelise’yi geri çekti.

 

“Efendimizin ve hanımımızın durumu senin haddine değir.”

 

Yu muhafızın elini iterken karşılık veren Sivina oldu. “Zaten yargılanacağız,” dedi kaşlarını çatıp. “Ha iki kişiyi öldürdüğümüz için yargılanmışız ha üç ya da dört kişiyi. Ne fark edecek ki? Bizim için fark etmeyecek ama sizin için fark edeceğine eminim. Bence bizi kızdırmamalısınız.”

 

“Tehdit mi ediyorsun kadın?” diye sordu Çelise’yi çeken muhafız. Onlara gözdağı vermek istediği kalınlaştırdığı sesinden belliydi ama komikti. Onları tanımıyor ya da hafife alıyorlardı.

 

“Tehdit değil öneriydi.” Yu bileklerini esnetti. “Karıma karşı düzgün konuşmazsan tehdit etmekle uğraşmadan ağzını kırarım.”

 

Şiddete bu kadar meyilli bir kadına ne ara dönüştüğünü bilmiyordu ama kavga etmek ve birkaç kemik kırmak rahatlamasını sağlayabilirdi. Bir can almaya bile hazırdı. Belki de bunların hiçbirini yaşamamış kılacakları için şiddete karşı istekliydi.

 

“Yapmayın,” dedi Çelise titrerken. “Yağmurda daha fazla beklemeyelim, içeri girelim ve orada mektubunu yaz. Sonra baloyla ilgili konuşuruz.”

 

“Efendimizin ne dediği hatırınızda orsa gerek.” Muhafızların tonu sertleşiyordu. “Daveti yaptınız, şimdi geri dönmeriyiz. Yağmur hızını arttırıyor ve güneş batmak üzere.”

 

***

 

“Mektubumun size ulaşacağından bile emin olmasam da hem aileme karsı vicdani vazifemi yerine getirmek hem de sizin içinizi bir nebze olsun rahatlatmak adına kaleme almaya kadar kıldım.

 

Neler yazacağımı uzunca düşünmedim. Size yazdığım son mektubumdan bu yana yaşadığım olayların çokluğu neticesinde düşünsem dahi yazmaya nereden başlamam gerek bilemiyorum.

 

Sevgili annem ve babam, Vermia’ya yaptığımız kuşatma maalesef ki başarısızlık ile sonuçlandı. Bunun utancı ile yaşadığım süre boyunca derin bir hüzün içerisindeydim. Bana göz kulak olması için gönderdiğiniz Sör Galahad ise Vermia’yı geri almak için yaptığımız ikinci deneme esnasında maalesef ki vefat etti.

 

Fakat Vermia bana yalnızca yıkım getirmedi, ilk başarısızlığımızda kaybettiğim sevdiceğimi ikinci başarısızlığımda tekrar buldum ve bir köyde, bir Rhaea rahibinin huzurunda onunla evlendim. O kişi size önceki mektuplarımda bahsettiğim adamdır.

 

Onunla birlikte siyasî ve askerî mevzulara olan bağımıza bir son vererek Brahatul’a seyahat etmekte karar kıldık. Bu, bir takım hazinelerin peşinde koşacağımız gerçek bir macera olacak.

 

Benim için endişelenmeyin, sizden ayrı kaldığım vakitte çok daha güçlü bir savaşçıya dönüştüm. Güven içinde seyahat edecek ve belki yıllar sonra evime, size anlatacağım onlarca hikâye ve bir sürü hediye ile döneceğim.

 

Kardeşlerime ve ailemizin geri kalanına sevgilerle. Sizi seviyorum.

 

Kızınız, Sivina.”

 

Mektubu yazmayı bitirdiğinde onu katlayıp bir zarfın içine koydu. Yanan bir mumun birazını zarfın üzerine akıttı ve düz bir şekil alması için bardak ile bastırdı. Ne yazık ki bir mührü olmadığı için mektup bu hâliyle oldukça önemsiz bir kişiye aitmiş gibi görünecek ve taşıyanların ona verdiği önem azalacaktı. Bu yüzden mektup kaybolabilirdi bile ama alabilecekleri bir önlem de yoktu. Araka mührü mektubun üzerine basılamazdı çünkü mektubun düşmana gönderilen şifreli bir mesaj olma riskini göze alamazlardı. Hanelerinin ihanetle suçlanması her şeylerini kaybetmeleriyle sonuçlanırdı çünkü Yu Zao hainliğe tahammül etmeyecek bir adamdı.

 

“Benden bahsettin mi?” Yu ne yazdığına bakmak için yanına gelmek yerine camdan yağmuru izlemeyi tercih etmişti.

 

“Senden önceki mektuplarımda bahsetmiştim.” Zarfın üstüne adresi yazarken gülümsedi. “Aqua’dan ayrılmadan önce hızlıca bir mektup yazmıştım. Orada sana âşık olduğumdan bahsetmiştim. Ondan sonra bir daha ne mektup gönderebildim ne de alabildim.”

 

Onlara gönderdiği son mektupta sevdiği adamı onlarla tanıştırmayı ne kadar çok istediğinden bahsetmiş, Yu’yu sanki bir ilahmışçasına anlatmıştı. Onlara sevdiği adamın ne kadar yakışıklı olduğundan, gözlerinin ne kadar harika olduğundan ve sesinin en güzel ozanlara taş çıkaracağından bahsetmişti. Onlara, Rolderhelm’de tanıştığı bu kibirli gence sırılsıklam âşık olduğundan bahsetmişti.

 

“Evlendiğini duyduklarında yüzlerini görmek isterdim.” Üstüne bir hırka giyerken bir tanesini de Sivina’ya getirdi. “Onların karşısına çıkmak ve beni gördüklerinde yüzlerinin alacağı hâli de görmek istiyorum. Beni kabul edeceklerinin kesin olmadığını biliyorum ama tekrar bir anne ve babamın olması fikri hoşuma gidiyor. Aslında ilk kez bir anne ve babaya sahip olacağım. Onlarla karşılaşmak için önümde uzun bir süre olsa da şimdiden heyecanlıyım. İlk kez bir adama baba, bir kadına anne diyeceğim.”

 

“Babam seni sever,” dedi Yu’nun hırkayı giydirmesine izin vererek. “Ya da nefret eder. Bu hâlin pek çok yönden ona benziyor. O da senin gibi dik başlı ve dediğim dedik birisi. Hem annemin hem de benim kaderimizde sizin gibi karakeçilerle uğraşmak varmış demek. Keşke biraz söz dinleseniz…”

 

“Dinlediğime inanıyorum. Sadece bazı konularda seçecek başka seçenek olmuyor. İki tane ikiye ne kadar kızarsan kız toplandıklarında beş olmasını sağlayamazsın. Bazen karşımıza böyle olaylar çıkar işte ama bu senin fikirlerini önemsemediğim anlamına gelmez.”

 

Öyle olmasını umacaktı ve onu zorlamadığı sürece elinden ummak dışında bir şey gelmeyecekti. Fiziksel kuvvetini kullanarak onu kolayca zorlayabilirdi ama önem verdiği şey kendi seçimleriyle kendisine itaat etmesi olduğundan zorlamanın bir anlamı olmayacaktı. Kocasının özgür iradesiyle sahip olduğu her şeyi ona teslim etmesi gerekiyordu.

 

“Mektubu yazdığına göre daveti kabul etmek mi istiyorsun?” diye sordu Yu.

 

Sivina hâlâ emin değildi. “Gitmek istemiyorum,” dedi ve doğru söylüyordu. “Ama o kıza üzülüyorum. Biz gitmedik diye başına bir iş gelirse ne olur bilmiyorum. Onu önemsemek zorunda olmasam da o Araka pisliğinin eline terk etmek… Vicdanım doğru olmadığını söylüyor.”

 

Yu dişlerini sıktı. “Bunun bahsinin bile açılmaması gerekiyordu.”

 

Herict Von Araka, Sivina’yı görmek istiyordu ve oraya giderlerse Yu kendisini karısını, karısını isteyen bir adama götürmüş gibi hissedecekti. Hiçbir erkeğin gururu buna izin vermezdi. Araka’nın baloda tekrar onunla konuşmaya çalışacağını bildiği için Sivina da gitmek istemiyordu ama Çelise’nin olaya dahil oluşu canını sıkıyordu.

 

“Ya Çelise’ye zarar verirse?” Asıl mesele buydu. “Kız mağdur, bunu sen dedin. Bir masumun zarar görmesine izin verebilir miyiz?”

 

İki ucu da kızgın bir demir gibiydi. Bir çocuğun kendileri yüzünden zarar görmesine müsaade edemezlerdi fakat Herict’in karşısına kılıçları çekmeden bir kez daha çıkmaları da neredeyse mümkün değildi. Adamın ters bir hareket yapıp Yu’yu sinirlendireceği ve sonucunda yaşanması istenmeyecek şeylerin yaşanacağı belliydi.

 

“Kızın bizimle hiçbir bağı yok. Yine de Herict, kendi karısını kullanarak bizi tehdit mi ediyor? Şu anda olan bu mu?”

 

Tam olarak bir tehdit değildi aslında. Araka’nın aksi bir durumda Çelise’ye zarar vereceğini bile kesin olarak söyleyemiyorlardı ama kızın kocasına karşı verdiği tepkiler bazı cevapları elde etmek için soru sormaya bile gerek olmadığını gösteriyordu.

 

“Yatalım,” dedi Sivina. Güneş batacağı için sevişmelerine yetecek zaman yoktu. “Sabah bir kez daha düşünürüz.”

 

***

 

Tarlaların içinden yürüdükten sonra önüne çıkan ağaçlardan kimisini yıkıp, kimisinin arasından geçti ve önünde iki binanın olduğu bir açıklığa geldi. Yağmurun etkisiyle yürüdüğü toprak çamur olmuştu. Güneş batıyordu ve rüzgâr hayvanların kokusunu burnuna getiriyordu. Bir koku daha vardı, yağmura rağmen o kadar yoğundu ki hâlâ alabiliyordu. Yerde de bir hayvanın yapamayacağı boğuşma izleri vardı.

 

“Burada mıydın?” dedi çürümüş sesiyle. “Valarfin, Valarfin, Valarfin, Valarfin, Valarfin…”

 

Valarfin. İnsan dilinde mükemmel telaffuz edebildiği tek kelimeydi ve dilinden düşmek bilmiyordu. Ondan ölümüne nefret etmesine rağmen sürekli adını anmak da garip bir alışkanlık olmuştu fakat şimdiye dek ismini neden dudaklarından eksik etmediğini hiç düşünmemişti. Şimdi de düşecek gibi değildi.

 

Onu arıyordu. Efendisinin verdiği görevi yerine getirmek için onu arıyordu. Taşkule’de ve yanındaki köylerde aramıştı. Roteur’da, kuzeyindeki Kralgözcüsü’nde ve Mora’ya bile girmeyi başarıp orada bile onu aramıştı.

 

Valarfin’i bulamamıştı ama şansına tanıdığı birkaç köleyi, sonra da diğerlerini bulmuştu. Ona yol gösterip, Valarfin’in güneye gittiğini söylemişlerdi.

 

Ama güneyde de bulamamıştı. Kral Dağı’nın çevresindeki her deliğe bakmıştı. Birkaç defa Dae’nin karşısına geçmişti. Gülenorman taraflarına dahi inmiş, Yeşim Gölü bölgesinde aylarını onu aramaya adamıştı.

 

Onu bulamadığı her an daha da delirmiş, kılıçlara kendini daha da teslim etmişti.

 

Kılıçlar. Kılıçlar efendisinin hediyesiydi ve ona istediği şeyi ve onu nasıl alabileceğini söylüyorlardı. Kılıçların tek yaptığı söylemek de değildi, söylediklerinden daha çok istiyorlardı. Sürekli kan istiyor, sürekli et istiyorlardı. En çok da Valarfin’in kanını istiyorlardı. Onun tadına bakmalılardı, onun etiyle beslenmelilerdi. Marak, Valarfin’i bulamadığı her saniye kendini kılıçlara biraz daha teslim ediyordu ve bulamazsa kılıçlar tarafından içten içe yenilip bitirilecekti.

 

“Kan,” diyordu kılıçlardan biri. “Daha fazla kan.”

 

“Daha fazla istiyorum,” diye sayıklıyordu öteki. “Daha fazla kan, daha fazla et, daha fazla ruh.”

 

“Kan ve et,” diyordu üçüncü. “Kan ve et, Valarfin’in kanı ve eti. Bizi onun ruhuyla besle.”

 

Dördüncüsü de Marak’ın zihnindeydi. “Valarfin’in eti, Valarfin’in tadı, Valarfin’in canı,” diyerek onu unutmasına engel oluyordu.

 

Nasıl unutabilirdi ki? Ona arkasından saldıran, güvenine ihanet eden ve savaşçı onurunu yerle bir eden adamı nasıl unutabilirdi? O haini unutması mümkün değildi, olamazdı. Onu bulmak, katletmek hayatının amacıydı. Valarfin’i öldürmek ve kanıyla beslenmek için yaşıyordu. Efendisi ona bu görevi vermişti ve bu görevi yerine getirmezse efendisine layık bir hizmetkâr olarak yaşayamazdı.

 

“Valarfin.”

 

Bu yüzden avının adını sayıkladı ve aramaya devam etti.

 

Vermia’nın kalıntılarında aradı, çevredeki her köyde aradı. Vilem’de aradı ve Yanıkorman’ın güneyinde, belki başladığı yere dönmüştür diye aradı ve önüne çıkan herkesin etiyle beslendi.

 

Şimdi güneş batarken başka bir kasabaya girmişti. Amacı aynıydı; nihai avını bulmak ve öldürmek. Kasabayı yerle bir edecek, her taşın altına bakacak ve onu bulmak amacıyla tek bir çiviyi bile sağlam bırakmayacaktı. Ona ya Valarfin’in nerede olduğunu söylerlerdi ya da sakladıkları için ölürlerdi. Eğer bilmediklerini söylerlerse bunu bir cevap olarak kabul etmeyecekti.

 

Salderough. Kanları kılıçları tarafından içilmeden önce konuştuğu insanlardan kasabanın adının bu olduğunu öğrenmişti. O zamandan beri durmadan yürüyordu, ayaklarının altı o kadar sertleşmişti ki artık kanamıyordu.

 

“Burada mısın Valarfin?”

 

Güneş tamamen battığında iki binanın arasından çıktı ve etrafa baktı. Ağaçların arasına giren bir yol vardı, tapınağa doğru giden bir başka yol vardı. Sağındaki binanın tabelasında maceracılar derneği, solundaki binanın tabelasında han yazıyordu.

 

“Burada mısın Valarfin?”

 

Hanın kapısına doğru yürürken kılıçlarının tamamen sessizleştiğini fark etmemişti. Burnuna gelen kokular anormal bir hâl aldığında durdu. Yün kokuyordu ama başka bir şey vardı. Yağmurun sebep olmuş olabileceğini düşündü. Ne de olsa yağmurda koku almak kolay değildi ve şu anda alabilmesini kılıçlarına borçluydu.

 

Fakat koyunların sesini duyduğunda durumun anormal olduğuna emin olmuştu. Normalde seslerini kilometrelerce uzaktan işitmesi gerekirdi fakat şimdi tam da arkasını döndüğünde ve binlerce koyunla karşılaştığında seslerini duyabilmişti.

 

Binlerce koyun ve başlarında bir çoban. Henüz ne olduğunu anlamadan koyunlar tüm cüssesine rağmen onu aldı ve götürdü.

-------------------------

02.03.2023 – 13:00

 

Bölüm isimleri konusunda bir değişikliğe gidiyorum. Beşinci cilt birkaç mini ciltten oluşacak ve bu durumda her bölüm için ayrı bölüm ismi vermek hem benim için zorlaşıyor hem de bölüm isimlerinin anlamsızlaşmasına sebep oluyor. Bu yüzden her mini cilt için bir isim belirleyip bölüm isimlerini onlar ile değiştirmeye karar verdim.






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44356 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr