Cilt 5 - Bölüm 9: Salderough 9 (2/2)

avatar
171 2

Start - Kapının Ardındaki Dünya - Cilt 5 - Bölüm 9: Salderough 9 (2/2)


Cırtlak bir ses, yere düşen damlaların yankısını aşıp kulaklarına ulaştı. Başını yukarı çıkaran Yu yüzünden Sivina’nın görüşü belirli aralıklarla kesiliyordu ama gelen kişiyi tanıyacak kadar görebilmişti ve göremese bile onu tanımak için karakteristik sesini duymak yeterli olurdu.

 

Ama bir yandan tanınmayacak hâldeydi çünkü süslü bir kıyafet yerine erkek kıyafetleri giymişti, yüzünde makyaj yoktu ve makyaj yokken on beşten bile genç gösteriyordu. Sadece bir kurdele ile toplanmış saçları koştuğunda bir atın kuyruğu gibi sallanıyordu ve her ne kadar yüzünde neşeden bir kırıntı gözükmese de neşesini hissetmemek mümkün değildi.

 

“Hanımefendi! Her yeriniz su ordu!”

 

Kendileri de peşinden koştukları kız gibi yağmurun altında ıslanan üç hizmetçi ellerinde şemsiyeler taşıyordu. Çelise gençliği ve giydiği rahat kıyafetler sayesinde artık yaşlanan ve her biri kilolu olan kadınlara fark atmıştı ve durmaya karar vermediği sürece yakalanması imkânsızdı.

 

“Hanımefendi…” dedi bir öpücük daha gelirken. “…bugün ne kadar…” başka bir öpücük daha geldi. “…farklı gözüküyor.”

 

Birkaç öpücüğün ardından Yu’nun sağ eli dalı daha fazla tutamadı, parmakları gevşedi ve sadece sol eliyle dala asılı kaldı. Kendini sol eliyle birkaç defa yukarı çekip birkaç öpücük daha aldıktan sonra dalı tamamen bırakıp yere indi.

 

“Bu yağmurun altında ne yapıyorsunuz siz!” Çelise her zamanki gibi çemkiriyordu. “Tch! Gidip de malikânede bizi hasta ettiler falan dersiniz…”

 

“Öyle şeyler demeyeceğiz, en azından senin hakkında,” dedi Yu.

 

Sivina kendini saldı ve ayaklarının üstüne indi. Bu esnada duran kıza yetişen hizmetçiler üstünü şemsiyelerle örterek çok geç olsa da daha fazla ıslanmasını önlemeye çalışıyordu. Kendileri ise sırılsıklam olmuştu ama hiçbiri şemsiyelerin altına girmeye çalışmıyordu.

 

“Hanımefendi, üşüteceksiniz,” dedi biri.

 

“Rica ederiz en azından şemsiyeye sığının,” dedi öteki.

 

Çelise ise “İstemez!” diye bağırdı. “Buradaki ağaç bizi korur.”

 

Biz demişti. Onlar yağmurda ıslandığı için ıslanmak istemişti. Onlara duyduğu ilgi, dinlemek istediği hikâyeleri ve şimdi kıyafet ve kelime seçimi bile bu kız hakkında çok açık şeyler söylüyordu.

 

“Ama hanımefendi-”

 

“Siz laftan anlamaz mısınız? Burada duracağım! Kahvaltıyı da buraya getirin yoksa hepinizi kırbaçlatırım!”

 

Hizmetçiler istemeyerek de olsa boyun eğdi. Onların yerinde olmak istemezdi, küçük bir veledin hasta olmaması için uğraşıp karşılığında azarlanıyorlardı. İçlerinden ettikleri hakaretlerin haddi hesabı olmamalıydı.

 

Yine de ona karşı içlerinden ne derlerse desinler dediklerini yapmakla yükümlüydüler. Karşı gelemez, zorlayamazlardı. Arkalarını döndüler ve şemsiyeleriyle birlikte malikâneye yürüdüler.

 

“Şemsiyeler kalsa iyi olurdu,” dedi Yu.

 

“Hmph, ıslanmak seni rahatsız mı ediyor?”

 

Yu başını salladı. “Etmiyor ama sen hasta olacaksın, iyi olmayacak. İstersen-”

 

“Bana ne yapacağımı söyleme.” Çelise kollarını karnının üstünde birleştirdi. “Hem siz sanki hasta olmayacaksınız. Önce kendinize bakın da konuşun.”

 

Üçü de ıslanmaya devam etti. Sivina’nın yağmurla bir derdi yoktu ve Yu da aynı şekilde gözüküyordu ama Çelise soğuktan pembeleşen ellerini gizleyerek üşüdüğünü belli etmemeye çalışıyordu. Kızı bu hâle sürükleyen kişi olduğunu bildiği için kötü hissetti, bir çocuğa olumsuz örnek oluyordu.

 

“Kıyafetiniz bugün daha şıkmış,” dedi imalı bir şekilde. Erkek kıyafetleriydi ve onun dolabında bulmak mümkün olamazdı. Muhtemelen hizmetçilerin oğullarından birinin kıyafetini almıştı.

 

Çelise homurdandı, ofladı, pufladı ve başını çevirdi. Açıkçası makyajı ve abartılı kıyafetleri olmadan daha tatlı gözüküyordu ama yüzündeki kibirli ifadenin aynı olması can sıkıcıydı.

 

Ama bugün o ifadede kibirden çok farklı duygular saklanıyordu. Küçüklüğünü, duygularını gizlemek istiyordu. Hayatı boyunca başkalarının söylediğini yapmak zorunda kalmış olmak onu buna itmişti.

 

Eğer annesi süslü kıyafetler giymesi gerektiğini söylüyorsa giyecekti, erkekleri etkilemek ve iyi bir koca bulmak için ağır parfümler sıkıp makyajlarla yüzünü örtmesi gerektiğini söylüyorsa yapacaktı. Babası ona bir koca bulduğunda evlenmek zorundaydı ve kocası tatmin edilmek istediğinde hayır deme şansı yoktu. Tüm bunları yapmak zorundaydı ve gerçek hislerini onlara gösterdiğinde karşılaştığı şey en iyi ihtimalle azar veya tokat olacaktı. Bu yüzden bir maskenin ardında hislerini gizlemek için uğraşıyordu.

 

Acınasıydı, üzücüydü, öfkelendiriciydi. Çelise’nin hayatının en güzel sabahının bu karanlık ve yağmurlu güne ait olabileceğini bilmek içini burkuyordu.

 

İçten içe üzülmeye ve Çelise ile birlikte sessizce ıslanmaya devam ederken hizmetçiler bir masa ve yere sabitlenebilen daha büyük şemsiyeler getirdiler. Masa yavaşça dolarken sessizce beklediler ve masaya oturduklarında gökyüzünde birkaç şimşek daha çaktı.

 

“Aslında aklımızda dışarıda yemek gibi bir fikir yoktu,” dedi Yu. “Neden bunu yaptın ki?”

 

Çelise cevap veremedi çünkü hizmetçilerle inatlaştığı için yaptığını itiraf etmeye gururu izin vermezdi. Yine de Sivina ilk defa yağmur altında kocasıyla birlikte yemek yiyecekti; yalnız olsalar daha iyi olurdu ama bir ilki yaşattığı için Çelise’ye kızmayacaktı.

 

Günün üç öğününde olduğu gibi masada yine salata vardı. Malikânede sebzeleri o kadar çok tüketmek zorunda kalmıştı ki biraz daha burada kalırsa inek gibi geviş getirmeye başlayacaktı. Domates, peynir, yumurta ve zeytin de her sabah sabitti. Bir parça da beyaz ekmek vardı.

 

“Neden insanların ortasında öpüşüyordunuz?”

 

Sivina etrafına baktı, hâlâ yağmurun altında durup bir emir bekleyen hizmetçiler dışında kimse yoktu. Çakan şimşekler ve yüzlerine vuran sert su damlaları herkesi malikâneye kapatmıştı ve dışarıdaki tek ahmaklar onlardı.

 

“Bizden başkasını göremiyorum,” dedi.

 

Başkaları olsa da onu öperdi. Hatta başkalarının önünde onu öpmek, insanlara onun kime ait olduğunu göstereceği için daha iyi olurdu. Böylece diğer kadınlar gözlerini yakışıklı kocasının üzerinden çekerdi ve Sivina’ya kıskançlıkla bakarlardı.

 

“Ağacın üstünde ne yapıyordunuz?” diye soruyu değiştirdi Çelise. “Yağmurun altında, deli misiniz siz? Yoksa sapık mısınız da dışarıda birbirinizle…”

 

“Dövüşmek için hazırlanıyoruz,” diye cevap verdi Sivina. “Kocanız ne zaman gelecekti? Buradaki misafirliğimiz uzamaya başladı.”

 

“Hafta sonu gelecek,” dedi Çelise. “Daha zaman var… Hem…”

 

Burnunu çekerek şimdiden hasta olacağının sinyalini veriyordu. Birkaç gün boyunca yataktan çıkmayacaktı ve odasından ayrılamaması malikânede zorluk çekmelerine sebep olacaktı. Hizmetçiler onlardan korkuyordu ve muhafızlar onları sevmiyordu. Çelise onların yanında olmadığı zaman hoş karşılanmıyorlardı.

 

“…hemen gidip ne yapacaksınız ki?”

 

Şimdi tam anlamıyla tüm tavırlarından farklı bir tavır takınmış, olması gereken küçük kız gibi davranmıştı. Sevdiği ablasının evden ayrılmasından korkuyor gibiydi. Çelise, arkadaşlığa, sevgiye aç olan bir kızdı. Ona sevilmek için hiçbir neden vermeseler bile kendi hayatından bambaşka bir hayat yaşayan güzel çifti seviyor, ilgiyle yaklaşıyordu. Onlar gittikten sonra malikâne Çelise için tekrar ürkütücü ve karanlık bir yer olacaktı.

 

“Onun adamlarından ikisini öldürdüm,” diye düşündü. Kafasına baltayla vurduğu adam da ölmüştü. “Buna rağmen, nasıl bu kadar umursamazca bizi sevebilir, isteyebilir? Yüzlerimiz onun için bu kadar mı güzel? Yaşadığımız hayatı bu kadar mı pembe görüyor?”

 

Çocuklar için dış görünüş yetişkinlere oranla daha önemliydi. Onlar güzel buldukları insanlara daha çok güvenir, daha çok ilgilenir ve daha çok severdi. İnsanları tanımanın da önemi vardı ama ilk görüşte güzellik daima ön plandaydı. Bir ergen olan Çelise için de farklı değildi ve onları tanıdıkça daha fazla bağlanmıştı.

 

Onun saflığına ve bu saflığına rağmen yaşamak zorunda kaldığı hayat yüzünden ona üzülüyordu. Öylesine saftı ki kötü kimseler olsalardı onu kullanabilir ve kırık bir kalple arkalarında bırakabilirlerdi. Kaldı ki karşısına çıkaracakları şampiyon ya da şampiyonları öldürdükten sonra buradan ayrıldıklarında yine kalbini kırık bir şekilde geride bırakacaklardı.

 

Çelise suskunluğu fark ettiğinde kendini düzeltti. “Yol kaçmıyor ya! Ha erken çıkmışsınız ha birkaç gün geç, ne fark eder? Yolunuz uzunsa dinlenin işte! Çok aceleniz varsa size at veririm!”

 

“Çok ince düşüncelisiniz,” dedi Yu.

 

“Hmph!”

 

“Peki, bu ince düşünceli hanımefendiden bir ricada bulunabilir miyim?” diye sordu Sivina.

 

Çelise’nin gözleri parlamıştı. Makyajsız olmasına rağmen bembeyaz ve solgun olan yüzünde tatlı bir gülümseme belirdi, az kalsın ağzı kulaklarına varacaktı.

 

“Tabii!” dedi heyecanla. “T-tabii, yani… Ne olduğuna bağlı…”

 

“Ailem Elhaven’de,” dedi Sivina. “Çok uzakta oldukları için buradan mektup göndermeye gücüm yetmiyor. Bir mektup yazıp size versem, gönderir misiniz?”

 

Çelise sırtını dikleştirip göğsünü kabarttı. “Yani… Hemen yola çıksa bile ulaşması aylar sürer ve mektubun oraya gitmesi için önce İlonya’ya geçmesi gerekiyor. Biliyorsun, ben göndersem bile önündeki yol boyunca mektubun başına bir şey gelip kaybolmayacağının garantisini veremem ama… Olur, soylu bir leydi olarak mektubunu göndereceğim.”

 

“Teşekkür ederim.”

 

Mektup ulaştırmanın en yaygın yolu bir tüccara vermekti. Tüccar gittiği yerde -bu durumda İlonya’da- mektubu Elhave’e giden bir başkasına verir ve mektubu o taşırdı. Tabii uzak bir yere götürdüğü için ve tüccar da mektubu vereceği kişiye para sunacağı için en başta Çelise’nin elinden çıkan para biraz tuzlu olacaktı ama bunu sorun etmeyecek gibi gözüküyordu.

 

Ama onu bu şekilde kullandığı için bir miktar utanç hissetmeliydi.

 

“Sebzeleri seviyorsunuz sanırım,” diye devam etti. Sürekli sebze yediğine göre ya en sevdiği yiyecekti ya da zengin biri için bile burada diğer yiyeceklere ulaşmak zahmetliydi.

 

Ama kız yerine Yu cevap verdi. “Ben seviyorum, sağlıklı gıdalar. Daha çok tüketmeliyiz.”

 

Sebzenin sağlıklı olduğunun herkes gibi o da farkındaydı ve etten daha ucuzdu, yine de eti tercih ediyordu. Sindirmesi kolay olduğu için tavuk eti favorisiydi ama babası her fırsatta kırmızı et yedirdiği için mümkün olduğunda kırmızı et yemeye alışmıştı. Balık etiyse ada ülkesinde doğup büyüdüğü için sıradan bir yiyecekti ve diğer etler arasında en az sevdiğiydi. Ayıklamasından ve kokusundan hoşlanmıyordu.

 

“Ethalot’a gittiğimiz vakit bol bol tüketiriz artık,” dedi Sivina.

 

“Orada çok fazla sebze mi yetişiyor?” diye sordu Çelise. “Aslında sebzeyi severim. Güzel olmalı.”

 

Yu sakince başını salladı. “Hayır. Ethalot toprakları genellikle bereketsiz kabul edilir, sebze yetişse de çok fazla değildir ama buğday yetiştirdiklerini biliyorum ve bazı otlaklarda da koyunlar varmış. Orada sebzeye, meyveye ve ete burada olduğu kadar kolay ulaşılamıyor. Muhtemelen ekmek ve lapa ile yaşıyorlardır. Büyük Ethalot’ta ise ülkenin yarısı balıkla besleniyor olmalı.”

 

Hiç gitmemiş olsalar da gidecekleri yerin nasıl olduğunu önceden bilmeleri iyiydi; karşılaşacakları şeyin farkında olduklarında hayal kırıklıkları da düşük olur, psikolojik olarak hazırlıklı bulunurlardı.

 

“Ethalot tehlikeli bir yermiş, bazen oradan kaçanlar buraya kadar gelmeyi başarır.” Çelise burnunu mendile silerken nezakete hiç dikkat etmeden sümkürdü. “Gelenleri yakalayıp köle olarak satıyoruz. Burada insanlar evlerinde Ethalotlu köleleri barındırmak istemediği için genelde güneye giden tüccarlar alıyor ve korsanlara satıyor. Korsanlar da farklı ülkelere satıyor.”

 

Sivina’nın aklına ülkesinin saldırdığı korsan gemileri geldi. Bazı korsanlar bazı krallıklara bağlı çalışırdı, hatta korsanların yarısı bir ülkenin resmî çalışanıydı ve düşman ülkelerin korsan gemilerine saldırmak çok yaygındı. Elhavenliler de kendi korsan gemileriyle farklı korsanlara saldırır, onların mallarını ve kölelerini alırdı.

 

Buna rağmen Elhaven’de Ethalotlu köleler bulunmazdı çünkü özellikle Hazerin’den sonra yaşayan her Ethalotlu onları rahatsız ediyordu. Denizin ortasına bir gemide Ethalotlu herhangi birini yakalarlarsa soylu ya da avam olmasına bakmaksızın balıklara atarak denizi besliyorlardı. Birkaç asili yakalayarak fidye istemek bile umurlarında değildi.

 

“Belki onlardan bazıları El filoları tarafından yahut korsanlarımız tarafından yakalanıyordur,” dedi Sivina. “Başka gemilere saldırmak yaygındır. Yüzünü gören bir köle, bir Elhavenli ile karşılaşmış mıdır diye merak ettim.”

 

“Ethalot konusu açıldığı her vakit gözüme biraz daha ırkçı gözüküyorsun,” dedi Yu, sanki kötü bir şey söylüyormuş gibiydi. “İnsanları köleleştirmek hoş değil. Her ne kadar özgürlüğün iyi bir şey olmadığı konusunda düşüncelerim net olsa da hâlâ iradenin çalınmasına karşıyım.”

 

“İyi ki bir lord değilsin o zaman.” Çelise bir çocukla dalga geçer gibi güldü. “Yoksa bir bakmışsın senin halkın göç etmek zorunda kalmış. Bil bakalım neden?”

 

Sivina da Çelise gibi Yu’nun üstüne gidecekti. “Irkçılık dediğin şey kimsenin umurunda değil ve o insanları sevmek için kimsenin bir nedeni yok. Hele o haşereler bile kendilerini sevmeyip, kendi ülkelerinden kaçıyorken onlarla empati yapacak kimseyi bulamayacaksın.”

 

Yu suskunluğa dalarken sadece yemeğine odaklandı. Aklının içinde taşıdığı fikirleri hoş karşılayacak biri yoktu. Hiç kimse kendi topraklarına yabancıları almak istemezdi. Rolderhelmliler bile gelen göçlerden bıkıp bunu engellemek için adım atmıştı.

 

“Çirkin konuları bırakalım, bana maceralarınızı anlatın!” Kızın yükselen ani heyecanı Sivina’yı tekrar güldürdü. “Konuşun işte, canım sıkılmasın!”

 

Birlikte çıktıkları ve macera diyebileceği şeyleri zaten anlatmıştı. Rolderhelm’de nasıl tanıştıklarını, Kızılşapel Katilini ve diğer her şeyi sayısız soruyu cevaplayarak anlatmıştı. Yu Zao ile savaşlarını bazı isimleri değiştirerek anlatmıştı. Şehirden kaçışını ve evliliklerini de anlatmıştı. Virgo’da yaptıklarını bile anlatmıştı ve anlatacak başka bir şey kalmamıştı.

 

“Birlikte yaşadığımız her şeyi anlattık,” dedi Sivina. “Anlatacak bir şey kalmadı.”

 

“Haa! O kadar az şey mi yaşadınız? Nasıl maceracılarsınız siz!” Hayal kırıklığı yaşıyordu. “O kadar az şey yaşayıp evlenmeye nasıl karar verdiniz ki? Birbirinizi fazla tanımamışsınız. Geri kalan bir sürü macera nerede? Heyecan nerede? Nerede romantizm? Dümdüz evlenmişsiniz!”

 

Sivina ve Yu’nun doğrudan yüzüne baktığını görünce solgun suratı tamamen kırmızıya döndü. Başını sokacak bir yer arıyormuş gibi gözleri fıldır fıldır dönüyordu, o kadar utanmıştı ki ağlayacağını bile düşündürtmüştü.

 

“Virgo’da yeterince tanıdık,” dedi Sivina kibar bir gülümsemeyle. “Yu iyi bir koca olacak, anlamak için yeterince zamanım vardı.”

 

Sözleri geçerlilik sahibi bir bilgiden çok temenni içeriyordu. Yu’nun nasıl bir koca olacağını anlayacak kadar iyi tanıyamamıştı. Bugün gelecek hakkında birkaç şey söyleyebilecek olsa da onunla evlendiğinde hakkında bildiği şeylerin yarısı korkunç şeylerden oluşuyordu. Yine de âşıktı ve hiçbir şeyi umursamamıştı.

 

Çelise “Peki, birbirinizden ayrı kaldığınız sürede ne yaptınız?” diye sordu konuyu değiştirmek için.

 

“Ben bir hanımın şövalyesi oldum.” Detayları vermeden dürüst olabileceği tek yol buydu. “O hanım öldüğünde Yu ile tekrar karşılaştım ve şimdi buradayım.”

 

Cornelia’yı hâlâ seviyordu. Yu’nun birlikte olduğu ve tanımadığı kızlara beslediği kıskançlığı Cornelia’ya beslemiyordu. Evet, Cornelia ile birlikte Yu’nun eşleri olacağı düşüncesi artık midesinin tiksintiyle kasılmasını sağlıyordu ama buna rağmen ona karşı öfke besleyemiyordu. O, kaderin iğrenç yazgısına kurban gitmişti. Böyle trajik bir sonla karşılaşmasını değil, bambaşka bir hayat yaşayıp mutlu olmasını dilerdi.

 

“Bir çetenin içindeydim,” diye cevapladı Yu.

 

“Suçluydun yani? Bunun için de yargılanman gerekir.”

 

“Dövüşerek yargılanmayı seçiyorum.”

 

Çelise çenesini ellerinin üstüne koydu. “Bunun kanun olduğunu biliyorum ama dövüşerek yargılama işinin adil olmadığını biliyorsun, değil mi? Haklı olan değil, güçlü olan kazanıyor. Adil olduğunu düşünerek kendini avutuyorsan yanılıyorsun.”

 

Az önceki yükselişinin ardından ondan beklemeyeceği kadar oturaklı bir yorum yapmıştı. Her ne kadar Yu’nun bu yorumu hiç duymamasını istese de gerçek buydu, adil değildi.

 

“Kanun bu,” diye karşılık verdi Yu. “Benim gözümde tanrılara dayandırılmasının bir önemi yok. Devletin kabul ettiği kanun olduğu için uyulmalı. Devlet insanların düzenini sağlamak için var olan kutsal bir yapıdır ve kanunları da aynı kutsallığı taşır. Ne kadar saçma olursa olsun, saçmalığının tartışmasını benimle değil, kanun koyucular ile yapmalısın.”

 

Çelise sırtını geri yasladı ve bir bacağını diğerinin üstüne attı. “İlk gece hakkının ne olduğunu biliyor musun?” diye sordu. “Uzunca bir süre dünyanın farklı yerlerinde uygulandı, pek çok ülkenin gözden uzak bölgelerinde hâlâ uygulanıyor ama en sert uygulama Ethalot’ta, bir gelenek olarak değil devlet kanunu olarak yürütülüyor. Eğer evlenmeye burada değil de orada karar vermiş olsaydın, karının bekâretini kanunların gölgesinde almak isteyen bir lorda müsaade eder miydin?”

 

Cevap açıktı. “Hayır, iğrenç sorular sorma.”

 

“Öyleyse kanunları işine geldiği gibi büküyorsun; senin yararına olanları kabul edip yararına olmayanları reddediyorsun. Bunun adının ne olduğunu biliyor musun?” Yu’dan cevap gelmeyince cevabı kendisi verdi. “Çifte standart, ikiyüzlülük! Aradığın şey adalet değil, vicdanının rahatlaması.”

 

Yu’nun karşılık veremediği argümanların karşısında sessizliğe gömülmesi hiç şaşırtmamıştı. Kahvaltısını bitirdiği için sadece yere bakıyor, belki verecek cevap düşünüyordu ama bulamazdı. Çelise’nin haklılığı, güneşin doğuşu kadar netti.

 

“Burası güzel bir yer,” dedi Sivina. “Yine de sıkılmaya başladık. Dövüş işini hemen bitirip yolumuza dönmemiz iyi olurdu.”

 

“Kazanacağınızdan eminsiniz.” Çelise çayının son yudumunu içti. “Ya kaybederseniz? Kocamın karşınıza kimi çıkaracağını bilmiyorsunuz.”

 

“Tanrılar haklı olanın yanında değil mi?” dedi az önceki konuşma hiç yaşanmamış gibi. “Karşımıza çıkacak kişi sadece boşu boşuna hayatını kaybetmiş olacak, bizim kazanacağımız çoktan belli. Bu yüzden bizi direkt salman daha iyi olabilir, adamlarının canını kurtarmış olursun.”

 

Çelise, Sivina’nın dediğini gerçekten düşünüyormuş gibi elini çenesine götürdü. Sivina karşısına çıkacak kişiyi yeneceğine emindi çünkü bu topraklarda Yu Zao gibi muhteşem seviyede güçlü birinin olacağını zannetmiyordu ve öyle biri olsa bile savaşa gitmiş olmalıydı. Geriye kalanlar Sivina’nın ve belki Yu’nun bile kolayca indirebileceği zayıf adamlardı.

 

“Malikânede hareketlilik var,” dedi Yu. Malikânenin arka bahçesinin olduğu tarafa bakıyordu. Kısa çitlerin üstünden ve ağaçların arasından yağmurun altında birilerinin dışarı çıkıp ön kapıdan bile daha geniş olan devasa arka kapıyı açtıklarını kısmen görebiliyorlardı.

 

Çelise daha iyi görebilmek için ayağa kalkıp bakış açısını biraz değiştirdiğinde açılan kapıdan atlı muhafızlar girmeye başladı. Muhafızların arkasından küçük bir kulübe büyüklüğünde kırmızı bir at arabası geliyordu.

 

“Kocam geldi!”

 

Sesinde sevdiği adama kavuşmuş bir kızın heyecanının aksine korku vardı. Endişe, kızın yağmurdan ıslanan suratını gererken sümkürmeyi bile unuttu. Sivina gibi Yu da onun aniden değişen duygularını fark etmişti.

 

“Sana kötü mü davranıyor?” diye sordu Yu.

 

Çelise, Sivina’ya gösterdiği ilginin yalnızca yarısını gösterdiği Yu’nun gözlerine baktı. Kocasının ona iyi davranmadığı, hatta aralarındaki yaş farkı ile ilk geceleri düşünülürse travmalar yarattığı, öğrenildiği takdirde şaşırılacak şeyler değildi.

 

“Hanımım, üstünüzü değiştireyim, kocanızın karşısına mu kıyafet ire çıkmayın,” dedi hizmetçi.

 

Sivina kasabayı terk etmek için bu anı beklese de Çelise’nin dudakları titriyordu. Onu omuzlarından tutup götürmek isteyen hizmetçiye hiç aldırış etmedi.

 

Sadece “Neden erken geldi ki?” diye sordu kendine.

-------------------------

17.02.2023 – 01:10






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44356 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr