Cilt 4 - Bölüm 49: Müttefik Problemi

avatar
255 4

Start - Kapının Ardındaki Dünya - Cilt 4 - Bölüm 49: Müttefik Problemi


“Yüzsüzlüğün de bu kadarı,” diye düşündü atları tekrar Salamon Kalesi’nin önüne geldiğinde. Daha önce iki defa buraya gelmiş ve iki defa destek arayışları sonuçsuz kalmıştı. Yüzsüzce hareketlerinin üstüne bir de başlarından olabilme ihtimalleri ekleniyordu ki önlem almalarına rağmen Sivina bile tedirgin olmadan edemezdi.


Yanında albino atının üstünde Sör Agemon Yeşilmeşe ve siyah bir savaş atının üstünde Sör Jura Ulvin vardı. Liderleri olarak Cornelia’nın buraya gelmesi bir açıdan hoş olabilirdi ama hem riskliydi hem de yeterince dilenci gibi gözükmüştü.


Salamon Kalesi ihtişamdan ve hatıralarda güzel bir iz bırakmasını sağlayacak her şeyden yoksundu. Gri surlarının dipleri çürüyordu ve surların içinde kalan ve her şeyin tek yerde toplandığı büyük tek kule, küçük çaplı bir kuşatmada yıkılacak kadar zayıf gözüküyordu. Kaleye bakıtıkça Salamonların diğer şövalye hanelerinden tek farkının bir kale ve fazladan birkaç köy olduğunu rahatça söyleyebilirdi. Hatta kuşatma aletleri ve erzak için alacağı biraz borç parayla babası bu kaleyi kolaylıkla yok edebilirdi.


“Jaime’nin neden buraya dönmek yerine Cornelia’nın yanında kaldığını daha iyi anlıyorum,” diye düşündü. Bu esnada Sör Agemon surların tepesindeki askerlerle konuşuyordu. “Yaşamak için güzel bir yer değil. Herhangi bir köy buradan çok daha güzeldir.”


Kalenin kapısı açıldığında bu, Sör Agemon’un üçüncü defa Maron Von Salamon ile konuşmak için izin aldığı anlamına geliyordu. Atlarını sürdüler ve kalenin döküntü sayılacak kapısından içeri girdiler.


“Burası öncekinden de berbat,” dedi Sör Jura.


At pislikleri avlunun her yerindeydi ve kümes hayvanları surların içinde dolaşıyordu. Birkaç kedinin fare peşinde koştuğunu da görmüştü. Bu hâliyle bir kaleden çok bir ahırı andırıyordu ve bir hanımefendiye yakışmasa da Sivina boğazından gelen öğürmeye engel olamıyordu.


Bazı askerler duvar diplerinde küçük gruplar oluşturmuştu. Birkaçı kusuyordu, kusmukları siyahtı. Yüzleri de kararmıştı. Sağlıklı olanlar diğerlerinin onlara yaklaşmaması için etraflarını sarıyordu ve muhtemelen kısa süre içerisinde hepsi kalenin içerisinden atılacaktı çünkü Mark Von Salamon’un karısı hamileliğinin sonuna gelmişti ve bebeğe zarar gelmesini kimse istemezdi.


“Onlardan uzak durmalısınız,” dedi Sör Jura. “Size bahsettiğim hastalık işte buydu. Birkaç gün önce görmüştüm. Tanrılar yardımcımız olsun ki büyük bir salgına dönüşmesin.”


Hastalık hakkında merkezinin Vermia olduğu ve şimdilik insanları bikkin düşürdüğü, yüzlerini koyulaştırdığı ve siyah kusmalarına yol açtığını biliyorlardı. Grupları ilk kez Sör Jura’nın birkaç gün önce bahsetmesiyle bu salgından haberdar olmuştu. Şimdiye dek hastalık yüzünden yaşanan bir ölüm var mı bilmiyorlardı ama ölümlerin başlaması gördükleri manzara düşünüldüğünde şaşırtıcı olmayacaktı.


“Lanet olsun!”


Sör Agemon, hasta adamlardan birinin pantolonunu indirip büyük tuvaletini yapmaya başladığını görünce bir kızın öyle iğrenç bir görüntü görmemesi için Sivina’nın görüşünü kesmeyi denedi.


“Bir savaşçı da olsa bir hanımefendinin böyle şeyler görmemesi lazım,” dedi Sör Agemon, hareketinin sebebini açıklarken.


Sivina onun çabasına saygı duyuyordu fakat çoktan yeterince görmüştü. Adamın bacağı, bacak arası ve kalçası uzun siyah kıllarla kaplıydı. Büzüşmüş ve kararmış erkeklik organının sünnet derisi, Yu’nunkinin aksine alınmamıştı ve vücudunun kalanı gibi çoğu kısmı kıllarla kaplanmıştı. Karşılaştığı nahoş görüntü engellenmeden önce adamın iki poposunun arasından fışkıran koyu renkli kana tanıklık etmişti.


Önceden de Yu’ya söylediği gibi ilk kez bir erkeğin üreme organını görmüyordu. Babasının sekiz çocuğu arasındaki tek kızdı ve kendinden küçük beş erkek kardeşinin de organını görmüştü. Aradaki fark onlar onun kardeşiydi. Şimdi her ne kadar yarısından çoğu kılların altında saklanmış olsa da yabancı bir adamınkini görmek kirlenmiş hissettiriyordu.


“Bu nahoş görüntü için özür dilerim.”


Büyük kulenin içinden çıkan ve onları karşılayan kişi kalenin iki hekiminden biri olan Gamez’di. Adam bir bastonla yürüyordu ve kel başının üstünde gri ve kahverengi yaşlılık lekeleri vardı. O kadar yaşlıydı ki her an düşüp ölecek gibi hissettiriyordu.


“Anladığım kadarıyla zor zamanlardan geçiyorsunuz,” dedi Sör Jura.


“Her birimiz zor zamanlardan geçiyoruz,” diye yanıtladı hekim, sonra hasta adamlara bir göz attı. “Burada fazla durmazsak hem biz hem de hanımefendi için daha iyi olur. Kuleye buyurun, lordumuz giriş katında.”


Kuleye doğru yürümeye başladıklarında Sör Agemon sordu. “Daha iyi oldu mu?”


“Maalesef,” diyerek başını salladı Gamez. “Hâlâ çocuk yapacak kadar genç olmasına rağmen tanrının ona biçtiği süre dolmak üzere. Hastalıklar soylu olup olmamasını ayırt etmiyor.”


Kulenin içi karanlıktı ve soğuğu içeri girer girmez hissetmişlerdi. Pencereler yok denecek kadar azdı. Kulenin kapısı bir kez daha açıldığında dışarıdaki farelerden birkaçı içeri girmişti ve birisi kulenin içindeki bir asker tarafından ayağıyla ezilmişti.


Lord Maron’un odasının önünde bir asker duruyordu. Onlar kapıya yaklaşmadan önce içeriden yaşlı bir kadın çıktı ve hekimin geldiğini görünce onu selamladı.


“Lord Maron’un ateşi dindi,” dedi yaşlı kadın.


“Ha, Maron. İsim nerden tanıdık geliyor diyordum. Büyücülük Akademisinin müdürü de aynı ismi taşıyordu.”


Yaşlı kadın ve hekim lordun sağlığı üzerine ayaküstü bir sohbet etmeye başladıklarında kulenin üst katlarından çığlık sesleri gelmeye başlamıştı.


“Leydi Beren bu sefer doğuracak,” dedi hekim, doğuma gitmek istiyordu. “Sağlık durumundan ötürü sadece birinizin lordumuzla görüşmesine izin verebiliriz. Lütfen diğerleriniz dışarıda kalsın.”


Aralarında kimin gireceği ile ilgili bir konuşma geçmeden Sör Agemon öne çıktı. “Bu sefer ben konuşayım, siz bekleyin,” dedi onlara. Sivina için hava hoştu. Geçen sefer inatçı ve yaşlı adamı ikna edebilmek için hiç ara vermeden yarım saat konuşmuş fakat Cornelia için onun desteğini kazanamamıştı.


“Dame de yardım eder mi?” diye sordu hekim. Sör Agemon içeri girmiş ve kapı arkasından kapanmıştı. “Maalesef doğumda yardımcı olacak fazla kölemiz yok. En azından bir kadının yanında olması ona iyi gelebilir.”


Sör Jura’nın teşvikiyle Sivina hekim ile birlikte üst katlara çıkan merdivenlere girdi. Onu takip eden hekim hızlı adımlarına yetişmekte zorlandığı için sürekli durup arkasına bakıyor ve hekim gelene kadar bekliyordu. Bu esnada Leydi Beren’in çığlıkları da artıyordu.


Dördüncü çocuğunu doğurmak üzere olan kadının odasına çıktıklarında kapının önünde küçük bir koşuşturmaca fark etti. İlerleyip odanın içine girdiklerindeyse burnu ağır ve boğucu bir koku aldı, kan kokusunun üstüne eklenen farklı bir şey vardı. Annesinin üç doğumuna katılmış olan Sivina bu kokuya yabancıydı.


“Siz de mi geldiniz?” diye sordu heyecanlı Mark Von Salamon. “Lüften yardım edin.”


Leydi Beren’in karnı tamamen şişti ve kan beyaz çarşafı kirletirken araladığı iki bacağını da insanları tekmelemek istercesine sallıyordu. Yetişkin bir adamın bir kadını zapt etmekte zorlanması sık karşılaşılan bir durum değildi ama Mark bunu yapmakta zorlanıyordu. Sivina hemen duruma el attı ve kadının sol bacağını tuttu. Artık sallaması imkânsızdı.


Mark'ın da karısının sağ bacağını tutmasıyla azalan hareketlilik doğumu yaptıran iki hekimin işini de kolaylaşmıştı. Önce bebeğin başı çıktı, sorunsuzdu; sonra omuzların gelmesi için hekimlerden biri bebeği destekledi ve en sonunda bebek tamamen dışarı çıktı. Dünyada yeni bir insan vardı.


“Sağlıklı bir kız, efendim,” dedi bebeği çeken hekim. Temiz havluya sarmış ve annesinin kucağına bırakmıştı.


“Tebrik ederim,” dedi diğer hekim. “İsmini ne koyacaksınız?”


“Frida,” diye cevap verdi Mark. “Frida Von Salamon. Kendi çocuklarını doğuracağı çağa gelene dek bu isimle anılacak.”


Ağlamaya başlayan bebek keldi ama annesi ve babası gibi mavi gözlere sahipti. Hiç şüphe yoktu ki onların taşıdığı mor saçlara sahip olacaktı.


“Dördüncü kız,” dedi Leydi Beren.


“Evet, ilk üçü gibi onu da seveceğim.”


Her adam bir oğlunun olmasını isterdi. Oğlanlar ağır işler yapabilir, savaşa gidebilir ve soyadını ailelerini hoşnut edecek bir bakireye vererek neslini devam ettirebilirdi. Dünyada sadece ikinci çocuk da kız olduğu için öldürülen kadınlar olduğunu duymuştu ve Leydi Beren’in yalnızca kız evlat vermeye devam etmesine rağmen Mark’ın kızgın olmaması Sivina’yı etkilemişti.


“Ağabeyim size destek verecek,” dedi Mark Von Salamon, gözleri gülüyordu. “Bu sefer eliniz boş ayrılmayacaksınız. Düşes hazretleri mutlu olabilir.”


Sivina bunu hafif ve yapmacık bir gülümsemeyle karşıladı ve “Tebrik ederim,” dedi. Ardından çifti yeni doğmuş çocuklarıyla bırakmak için dışarı çıktı. Mutlu günlerinde üzerindeki olumsuz havayla yanlarında durmak ve onları rahatsız etmek takdir edilesi bir davranış olmazdı.


“Bir çocuk doğurmak…”


Dünyaya yeni bir hayat getirmenin muhteşem olduğunu düşünüyordu. Ona göre başından sonunda dek bu eylem, doğanın inanılmaz bir mucizesiydi. Genç bir kız olarak zamanı kılıçlarla geçtiği için böyle şeylerin hayalini pek kurmamış olsa da her insan gibi içerisinde buna yönelik doğal bir içgüdü vardı.


“Ama savaşçı kadınlar buna sıcak bakmaz.”


Kılıç kuşanan kadınların az olması onları hiç görmeyeceği anlamına gelmiyordu. Özellikle maceracılar arasında bolca vardı ki maceracılık eline kılıç alan bir kadının aklına gelen ilk şeydi.


Ve erkekler ne kadar çocuk yaparlarsa yapsınlar vücutlarında bir değişiklik olmazken bir çocuk, kadının vücuduna büyük bir farklılık getiriyor ve elbette bu farklılık onun savaşma kabiliyetini de yok ediyordu.


“Dördüncü kız.”


Arkasından duyduğu ses yaşlı bir adama aitti. Salamon Kalesi’nin iki hekiminden biri olan Charot, bebeği çeken hekim, merdivenlerden inen Sivina’ya yetişmiş ve onunla konuşmaya başlamıştı.


“Leydi Beren, Azer’e ve diğer her bir tanrı ve tanrıçaya bir oğlan doğurarak kocasını gururlandırmak için dua etti ama gelen yine bir kız oldu.”


Onunla konuşup konuşmamak konusunda kararsız kaldığı birkaç saniyenin ardından Sivina sessizce cevap verdi. “Bay Mark’ın bununla bir sorunu yok gibi gözüküyordu.”


“Elbette,” dedi yaşlı adam. Onun da başı keldi ve yaşlılık lekeleriyle doluydu ama uzun beyaz sakalları vardı. “Yine de bir oğlu olsa daha mutlu olurdu. Efendi Jaime hayatını kılıç üstünde yaşamayı seçti ve savaştaki her adam gibi o da zamansız bir ölümle karşılaşabilir. Lord Maron’un ömrü de tükenmek üzere, geriye sadece Efendi Mark kalıyor. Eğer o da zamansız bir şekilde giderse Salamon Ailesi yok olacak.”


“Kızları var,” dedi Sivina. “Onlar ismi devam ettirebilir.”


“Büyük bir aile olsaydı,” diye yanıtladı Charot. “Küçük ailelerin erkek üyesi kalmayınca başka bir aile en büyük kızla evlenip kalelerine konar. Eğer kız da zayıf karakterli biriyse soy, damadın ismiyle devam eder. Senin memleketinde nasıldır bilmiyorum ama Mora’da işler böyle yürüyor.”


Eğer aile ismini devam ettirecek bir erkek üye kalmadıysa bekar büyük kız çocuğu, kendisiyle eş ya da alt seviyedeki bir adamla evlenip ona kendi soyadını verebilir ve aileyi bu şekilde devam ettirebilirdi. Kendisinden üst seviyeli birisiyle evlenirse iş kocasının ve oğullarının keyfine kalırdı ki çoğu durumda koca kendi ailesinin ismini, oğullar da babalarının ismini taşımak isterdi.


“Ama Efendi Jaime yetenekli bir genç ve Efendi Mark ile Leydi Beren en az beş çocuk daha yapacak kadar sağlıklı. Bir felaket onları yakalamadığı sürece aileleri tehlikede olmayacaktır.”


Hekim bu kelimeleri söylerken kulenin penceresinden duvarlara yaslanmış hasta adamları gördü. “Kaderin acımasız şakalarından biri,” diye geçirdi içinden.


“Lord Maron oğlu için bir gelin istiyor…” Merdivenlerden indiklerinde ve Lord Maron’un kapısının önüne geldiklerinde Charot konuşmaya devam ediyordu. “Yu Zao Long ordusuyla doğuya, sahte kralı öldürmeye gitti ve Vermia’yı savunması için on bin adam bıraktı. Yu Zao yokken Lord Mark’ın da korkmak için bir nedeni yok. Sizi, oğlunu ona soylu ve zengin bir gelinle göndermeniz karşılığında destekleyecek.”


Sör Jura burada değildi. Muhtemelen ya kaledeki kadınların peşinden gitmişti ya da tuvaletteydi. Sivina iki ihtimal dışında herhangi bir ihtimale olasılık vermiyordu. Sör Agemon’un boğuk sesini kapının ardından duyabildiği için görüşmenin de hâlâ bitmediğini anlayabiliyordu.


“Soylu ve zengin... Her erkeğin isteyeceği kadının olmazsa olmaz iki özeliği. Siz de bu özelliklere sahip misiniz, Dame?”


“Babam toprak sahibi olmuş sıradan bir şövalye, annem ortalama bir lordun kızı.”


Babasının babası ve annesi sıradan insanlardı. Babası bir şövalye olduktan sonra kısa sürede ün kazanmış ve bir lordun kızıyla birbirlerine âşık olmuşlardı. Maalesef lord, yani Sivina’nın büyükbabası, kızını kendilerinden daha zengin başka bir lordun varisi ile evlendirmek istiyordu.


Annesi Edith Von Elroc, babası Arthur Ecues’e kılıcını çekmesini ve kendisi için dövüşmesini söylemişti. Babası da öyle yapmıştı. Leydi Edith’in talibini adil bir duelloda yenmiş ve gelenekler gereğince onun bir talip konumundan çekilmesini sağlamıştı.


Elbette bu geleneğe karşı çıkanlar da oluyordu fakat Edith’in de Arthur’u istemesi ve Arthur’un nam salmış bir şövalye olması, annesinin istenmeyen talibinin aradan çekilmesi için işi kolaylaştırmıştı. Daha sonra annesi, Arthur Ecues evlenmiş ve Edith Ecues adını alarak ona her biri sağlıklı ve kuvvetli sekiz çocuk vermişti.


“Erkeklerin pek çoğunun arzulayacağı ve evlenmek isteyeceği bir hanımefendisiniz,” dedi Charot. Sivina iğrendi. “Çünkü erkeklerin pek çoğu gösterişli kızları ister ama pek azı mutluluğu sade kızların getirdiğini bilir. Sade bir kız en iyi eş adayıdır. Söylediklerim sana yaşlı bir adamın zırvaları gibi gelebilir ama bir gün senin de kendi oğulların için eş seçmen gerekebilir, o zaman dediklerimi hatırlarsın.”


Duvara yaslanmış ve Charot’u dinlemekle dinlememek arasında kalmıştı. O bir karar veremeden Charot kendi kararını verdi ve anlattı.


“Gösterişli kızlar çok zahmetlidir, para harcamayı severler. Olur da yanlış bir tercih yapıp fakir bir lordun kalesine giderlerse kısa sürede tüm bakır ve gümüşleri bitirirler. Onların güzelliği her şeyi satın almaya yettiği için kendilerini kanıtlamak ve istediklerini elde etmek için kendilerini geliştirmeye ihtiyaç duymazlar. Sade ve gösterişsiz kızlar ise kendilerini kanıtlamak ve istediklerini elde etmek için çaba göstermek zorundadır. Daha iyi yemek yaparlar, daha iyi temizlerler, ev işlerinde ellerine su dökülmez. Daha doğurganlardır ve çoğu durumda daha zekilerdir. Pek az adam bunun farkında olur ve gözleri daima güzel bir kadını arar ama asıl mutluluk baktıkları yerde değildir.”


Charot dilini dinlendirmek için biraz bekledi. “Uzun bir süredir birilerine bu nutku vermek istiyor olmalı,” diye düşünüyordu Sivina. Yaşlı hekim biraz daha bekledikten sonra kaldığı yerden devam etti.


“Ama siz ihtişamlı olduğunuz kadar çalışkan bir kıza benziyorsunuz. Kocanız dünyanın tüm erkeklerinin kıskançlığını üzerine çekecek bir adam olacak.” Kuleden dışarı çıkmak için göğsünü kapıya doğru çevirdi. “Ve tecrübeli bir bunak olarak söyleyeyim; herkes fedakârlık yapmak ve bazen istediklerini elde etmek için değişmek zorundadır ama siz, sizi kendisi için değiştirmek isteyen bir adamın peşinden koşmayın. Sizin için değişecek ve onun için değişebileceğinizi söylediğiniz bir adamın peşinden gidin. Tabii, genelde sizin gibi kadınlar koşmaz, talipleri ayağına gelir ama mantığı anlamışsınızdır.”


Konuşmanın ardından aklına gelen ilk isim Yu’ydu. Dünyada öpmek istediği, yanında durmak istediği, birlikte olmak istediği tek adam oydu. Harika biri değildi ve pek çok açıdan kötü birisiydi. Yine de yaptığı her şeyi bilmesine rağmen ondan başkasını düşünemiyordu. Yu yanında olsaydı ona aptal bir kız olduğunu söylerdi.


Hekim Charot’un kuleden çıkmasını takip eden yarım dakika içerisinde Sivina önünde beklediği odanın içinden gelen sesleri duydu. Biri oturduğu sandalyeden ayağa kalkmıştı.


Sör Agemon’un “Düşes hazretlerine her şeyi ileteceğim,” dediğini işitti. “Teşekkür ederim, Lord Maron. Düşes hazretleri sizi ödüllendirecek.”


Daha sonra Lord Maron’un kısık sesi kulağına geldi ama onun ne dediğini anlayamıyordu. Sör Agemon tekrar teşekkür etti ve dışarı çıktı. Gülümsüyordu ve kuyruğunu sallanmaması için tutmuştu.


“Gülümsediğime bakma,” dedi Sivina’ya. “Sadece yirmi şövalye verecekler. Lord Maron'un verebilecek başka adamı yok ve kaleyi savunmak için içeride asker bırakması gerekiyor.”


“İçeride bin kişi de olsa pek savunulmayacak bir kale,” dedi Sivina.


“Prosedür gereği,” diye yanıtladı Sör Agemon. “Ama yirmi şövalye yirmi şövalyedir. Yu Zao’nun gidişinin ardından diğer lordları da ikna edebiliriz. Surların içerisindeki on bin kadar adamı doğrudan yenecek kadar askerimiz hiçbir zaman olmayacak ama bizim için savaşacak bin kadar adam bulursak, Vermia’yı almak için de bir şansımız olur.”


“Bin adam mı? Bu kadar azı yetseydi Cornelia henüz ilk kuşatmasında şehri alırdı.”


“O kuşatmada tüm askerler surların dışındaydı.” Sör Agemon, Sör Jura’yı ararken konuşuyordu. “Ama bizim bin adamımız surların içinde olacak. Şehir nüfusu çok düştü ve şehirden çok fazla insan kaçtı. Onlar geri döndüğünde almamazlık edemezler.”


Sör Jura’yı tahmin ettiği gibi tuvaletten dönerken bulmuşlardı. Lord Maron’un desteğini aldıklarını öğrendiğinde adam sevinmiş, desteğin boyutunu söylediklerindeyse gülmüştü.


“Yani oğluna bir zengin gelin bulmamız karşılığında yirmi şövalye verecek, öyle mi?” diye sormuştu atlarına giderken. “Zengin bir kadın bulursak onun parasıyla yirmiden fazlasını kiralayabiliriz.”


“Ama şövalye olmazlar,” diye yanıt vermişti Sör Agemon. “İsimleri Salamon da olmaz. İsimler önemlidir.”


Onlara kalede dinlenmeleri teklif edilmişti ama onlar sunulan şövalyeleri hemen almayı ve kamplarına geri dönmeyi tercih etmişlerdi. Konuşmaları gereken pek çok küçük lord ve şövalye hanesi vardı.

------------------------

27.10.2022 - 22:30

Bölüm atmam gerektiğini hatırlattığı için bölümü WindskyW'ye ithaf ediyorum.






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44356 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr