Cilt 4 - Bölüm 46: Can Çekişenlerin Denemesi

avatar
259 4

Start - Kapının Ardındaki Dünya - Cilt 4 - Bölüm 46: Can Çekişenlerin Denemesi


Artık meç yerine normal bir kılıç taşıyordu. Üniforması yoktu ve hafif zırhının üstüne daha fazla çelik parça ekleyerek savunmasını arttırmıştı. İlk haftalarda zırhın ağırlığına alışması zaman almıştı ama aylar geçtikçe daha hafif bir zırhın içinde güvende olduğunu hissedemeyen birine dönüşmüştü.

“Yağmurun dinmesi iyi oldu,” diye düşündü beklerken. “Ama bugün hiç yağmasa daha iyi olurdu.”

Eğer yağmur yağmaya devam etseydi oklarına sıkıntı çıkartır ve hedefi kaçırmalarını sağlayabilirdi. Bu açıdan yağmurun dinmesi iyiydi lakin yakın mücadeleye geçtiklerinde ıslanan ve çamura dönüşen toprak dikkatsiz olurlarsa kayıp yere düşmeleri riskini ortaya çıkartıyordu.

Komutasındaki adamların sayısı kırktı ancak sadece yedi tanesi plaka zırhlarını kuşanmış şövalyelerdi ve hâlihazırda iki pusudan çıktıkları için yorgunlardı. Geri kalanları eğittikleri köylülerden oluşan basit askerlerdi. Plaka zırh giymiş yedi şövalyenin hafife alınamayacağını bilse de yolun yukarısından gelen konvoyun yanında iki düzine plaka zırhlı adam vardı ve o yedi şövalyenin onları yenebilmek için birer kahraman olması gerekiyordu.

En azından pusuya yatmış tek grup ona ait olmadığı için işleri başta gözükenden daha kolay olacaktı. İçerisinde hiç şövalye olmasa da aynı zamanda büyü kullanabilen Sör Galahad’in yirmi kişilik grubu da yolun karşısındaki kayaların ve ağaçların arkasına saklanmıştı.

“Yirmi dört zırhlı adam, otuz altı asker ve geri kalanı sıradan insanlar. Onlar da asker sıkıntısı çekiyor olmalı. Tabii ya başka ne olacaktı? Bu kadar güneyde kendilerine hizmet edecek adamlar bulmaları kolay değil. İnsanlar hâlâ Azer’e tapıyor.”

Yolun karşısındaki kayaların aksine onların kısmı yaprakları dökülen ağaçlarla kaplıydı. Sıradan askerler sonbaharın renkleriyle uyumlu kamuflajlar giyip yere ve ağaçların gerisine saklanmıştı. Diğerleri, yani şövalyeler ise kendilerini gizleyecek kadar kalın ağaçların arkasındaydı. Okçular ise ağaçların tepesine çıkmış ve çıplak dalların arkasına gizlenmeyi denemişti.

Askerlerine hazırlanmaları için ıslık öttürdü ve kılıcını kınından çekmeden önce okunu gerdi. Okunu üçten fazla kez atabilir miydi bilmiyordu fakat uzaktan indirebildikleri kadar adamı indirmeli ve ardından yakın dövüşe geçmelilerdi.

“Yaklaşıyorlar,” dedi ağacın tepesindeki bir okçu. Kuzeyden gelen konvoyu koruyan askerleri adil bir mücadelede yenmek eğittikleri köylülerin ölümüyle sonuçlanabileceğinden alacakları zararı en aza indirmek için kurdukları pusu çok önemliydi.

“İlk atışların başarılı olması gerek... Aqaera, lütfen.”

Elhaven’de taptıkları birincil tanrıça Aqaera’ydı. Denize kıyısı olan pek çok ülkede de kendisine ikincil tanrıça olarak tapılıyordu. Şimdi denizden bu kadar uzaktayken ondan yardım istemenin ne kadar faydalı olacağı tartışmalı olsa da çocukluğunda tanıdığı ilk tanrıça dışında samimi bir şekilde dua edebileceği kimse bulunmuyordu.

Konvoy onlara yaklaşırken yavaşladı. Şövalyeler ve askerler daha dikkatli olmaya ve ağaçların arasına bakmaya başlamıştı. Konvoy onlara çok fazla yaklaşırsa fark edilmemeleri mümkün değildi, o yüzden kendileri için mükemmel olacağını hesapladıkları mesafeye gelene dek bekleyeceklerdi.

“Beklemeyi sevmiyorum.”

Pusu kurmak ve beklemek doğrudan savaşa girmekten daha yorucu geliyordu. Beklemenin yarattığı stresin zihninde kötü bir etkisi vardı.

“...Lord Dorton’u duymuş muydun?” Yaklaşan konvoyun önündeki askerler bağırarak konuşuyordu. “Bana da Jeremy anlattı. Herif her hafta sonu geneleve gidip karıları yüzüne osurtuyormuş.”

Bir adamın çeliğe vurduğunu duydu. “Şöyle pislik şeyler anlatma! Lanet sapıklar!”

Başkası hikâyeyi komik buldu ve güldü. “Zuhaha! Lord Zorton.”

“İğrenç herifler... Şu iş bitsin bir daha sizinle yola çıkarsam!”

Muhabbetlerinin iğrençliği bir yana, şivelerinden onların ya kuzeyli ya da batılı olduğunu anlayabiliyordu çünkü bu toprakların halkının aksine dili daha düzgün kullanıyorlardı.

“Buradaki kadınlar hoşuma gitmiyor,” dedi birisi.

Sesleri gitgide onlara yaklaşırken ve daha net duyulurken yalnızca biraz daha beklemeleri gerekiyordu. Sonra saldırı için uygun pozisyona geleceklerdi.

“Ucuz olmasalar yüzlerine bakmam. Yarım gümüşe tüm gün senin oluyorlar. İstediğin her şeyi yapmana izin veriyorlar.”

“Bizimkiler daha zayıf,” dedi ince sesli bir adam. Sonra hıçkırdı.

“Ben saç renklerini pek sevmiyorum,” dedi başkası.

“Bence yeşil gayet hoş bir-”

Son konuşan adamın sözü, atının şaha kalkıp kişnemeye başlamasıyla kesildi. Grupları yolun üstündeki yaprakların altına gizledikleri tuzağı kaldırmış ve ilerleyen iki atın göğsüne mızrakların girmesini sağlamıştı.

Birileri bağırdı. “SALDIRI!”

Öndeki iki atı süren şövalyeler düşüp atlarının altında kalırken Sivina ve diğerleri saklandıkları yerden çıkıp oklarıyla düşmanı iki yönden ateş hattına aldılar. Hafif zırhlı olanları vurup düşürmesi kolaydı, savaş atı olmayan birkaç at da sahiplerini üstünden atıp ormana doğru kaçmıştı. Birkaç ok atışından sonra askerleri mızraklarıyla birlikte düşmanın üstüne koşmaya başladı. Elbette önden şövalyeler gitmişti ve Sivina da o şövalyelerin arasındaydı.

Bir şövalyenin atının üstünden savurduğu kılıcını belini bükerek atlattı ve şövalyenin boğazına doğru kılıcını uzattı. Miğferine bağlanmış ve boğazını koruması gereken zincir zırh parçalandı ve şövalye boğazına saplanan kılıçla hayatını kaybetti. Sivina onun atına binmek istemişti ama ölü şövalyeyi ittiğinde atı Sivina’nın elinin altından kaçarak koşmaya başladı.

Vücudundaki mananın, arkasındaki adamın manasına verdiği tepkiyi boynunun karıncalanmasından anladı. Hemen arkasını döndü ve iki eliyle tuttuğu kılıcını kullanarak adamın bozdoğanını karşıladı. Eğer bunu yapmasaydı miğferinin üstünde gümüş saçlarını kırmızıya boyayacak acı verici bir ezik oluşacaktı.

“Kadın mısın?” diye sordu karşısındaki şövalye. Plaka zırhın üstüne giydiği kıyafette şaha kalkmış bir at figürü vardı.

Sivina tek bir kelime etmeden saldırıya geçtiğinde şövalye bozdoğanını geri çekti ve kılıcı tahta kalkanla karşılamaya çalıştı. Rakibi herhangi bir adam olsaydı savunması iş görebilirdi ama Sivina herhangi bir adam değildi, mana barındıran vücudu ve taşıdığı kan sıradan insanlardan daha güçlü olmasını sağlıyordu. Kılıcı kalkanı parçaladı ve şövalye ölmemek için geri kaçarken çamurlu zemin yüzünden ayağının kaymasıyla yere düştü.

Mızraklı bir asker gelip de şövalyenin baldırına mızrağını sapladığında Sivina adamın eline tekme atıp onu silahından etmişti. Daha sonra başına bir tekme attı. Eğer bu tekme onu öldürmediyse bayıltmış olmalıydı ki esirler daha çok işlerine yarıyordu.

“Git başkasını bul,” dedi mızraklı askere. Asker giderken Sivina üstüne fırlatılan bir bıçaktan kolayca kurtuldu. Bıçağı fırlatan adamın elinde uzun bir kılıç vardı, Sivina’ya yaklaştığında kılıcını başına doğru indirdi.

Sivina bir adım sola atarak kılıçtan kurtuldu ve karşısındaki yeni şövalyenin kılıcı Sivina’nın arkasından geçen bir ata denk geldi. Atta derin bir yara oluştursa da onu öldürmemişti. Yine de hayvan arkasına doğru bir çifte attı ve şövalyenin kendi grubundaki bir başka şövalyeyi havaya fırlattıktan sonra ağaçların arasına doğru kaçtı.

Güneyde erkek kalmayınca kadınları mı savaştırmaya başlamışlar,” diyerek güldü ata vuran şövalye. “Yoksa erkekleriniz evde çocuk büyütmeye mi başladı?”

İnsanların arasına kılıçla ilk çıktığı aylarda bu sözleri duymak onu rahatsız ediyordu fakat artık ne söylerlerse söylesinler etkilemiyordu. Günün sonunda Sivina kılıcındaki kanı temizlerken onlar ya ölü ya da köle olacaktı. Kulaklarını duyduğu aşağılanmaya kapattı ve gelen bir saldırıdan daha kaçarak onunla dalga geçen şövalyeye saldırdı.

Birkaç kılıç darbesinin ardından ona teslim olmasını önerecekti fakat şövalye o kadar çok dayanamadı bile. Sivina’nın ilk darbesini savunduktan sonra ikinci darbeyi savunacak hıza ulaşamadı ve göğsündeki zırh Sivina’nın gücüne dayanamayarak onu korumakta yetersiz kaldı. Sivina’nın kılıcı şövalyenin göğsüne girerek adamın canını aldı.

Kılıcını geri çektiğinde kurdukları pusu başarıya ulaşmıştı. Sör Galahad sayesinde şövalyelerin pek çoğunun bacakları buzla donmuştu ve kalanların çoğu teslim olmuştu. Düşmanları arasında çok az ölünün olması iyiydi. Onları köle olarak kullanmak bir yana bir gün fidye karşılığında satabilirlerdi. Aynı zamanda vicdanı da herkesi öldürmediği için daha rahattı.

“Oldukça kolay oluyor, değil mi?” diye sordu Sör Galahad.

“Evet,” diye cevapladı miğferini çıkartan Sivina. “Büyü gerçekten yardımcı oluyor. Böyle bir güce karşı büyü kullanamayanların antitez geliştirmesi zor.”

Esirlerin ellerindeki silahları alıyor ve üzerlerindeki zırhları söküyorlardı. Ellerini bağladıktan sonra ayaklarından da birbirlerine bağlamışlardı. Artık bir başlarına onların ellerinden kurtulmaları neredeyse imkânsızdı.

“Sör Galahad.” Vermilialara bağlı küçük bir şövalye hanesinden gelen Sör Agemon Yeşilmeşe yanlarına geldi. “Kontrol etmemiz gereken son bir yer daha var. Eğer hızlı olmazsak gecikebileceğimizden endişeleniyorum. Hanımefendi bu gece yanında olmamızı istemişti.”

Sör Agemon bir yarı insandı ve arkasından uzanan bir kuyrukla başının üstünde kedi kulaklarına sahipti. Kulaklarının şekli yüzünden miğferi daha uzundu ve dövüş esnasında tutulmaması için kuyruğuna dikenli halkalar takmıştı.

“Yetişiriz,” diye cevap verdi Sör Galahad. “Aradaki mesafe uzun değil. Bir kısmımız bunları sığınağa götürmek için ayrılır. Kalanımız da-”

“Üzgünüm, sör.” Sör Agemon, Sör Galahad’in sözünü kesti. “Hanımefendi grubun ayrılmamasını istedi. Sığınağa götüreceksek hep beraber götüreceğiz. Malların başka gruplar tarafından yağmalanmasından endişeleniyor. Emre itaatsizlik edemeyiz.”

Sör Galahad’in gülümsemesi silinirken Sivina “Haklı,” dedi. “Son zamanlarda eline sopa alan eşkıya kesiliyor. Grubu ayırmak bizim için iyi olmaz.”

Cornelia’nın başı çektiği direnişçilerin şehre giden erzak konvoylarının önünü kesmeye başlamasıyla bundan cesaret alan pek çok grup ortaya çıkmıştı. Cornelia’nın direnişçileri kadar organize olmadıkları için kraliyet onları kolayca bulup varlıklarına son veriyordu fakat hemen ardından yeni bir eşkıya grubu başka bir yerden çıkıyordu. O eşkıya gruplarından birinin karşılarına çıkmalarını onlardan daha güçlü olsalar da istemiyorlardı. Savaştıkları zaman onları yenseler bile verecekleri bir ya da iki kişilik kayba değmezlerdi.

“Sen de öyle diyorsan öyle yapalım,” dedi Sör Galahad. Cornelia’nın davasına sonradan katılmasına rağmen ona sunduğu destek sağlamdı. Her ne kadar Sivina, Galahad’in kendisini etkilemek için uğraştığını düşünse de zekâsı ve gücü sayesinde grupları onun sayesinde daha fazla ilerleme kaydediyordu.

“Askerler için çizme de getirmişler,” dedi Sör Caligu Tandon, yine Vermilialara bağlı bir şövalye hanesindendi. “Kaliteli yapmışlar anasını satayım. Bir şu kraliyet için gönderdikleri şeylere bak, sonra dön bir de bizim delikli çizmelere bak.”

Konvoy genel olarak buğday ve pirinç taşısa da çizmeler ve diğer kıyafetlere ayrılmış bir vagonu vardı. Gerçekten de kendileri askerleri için kaliteli giyecek bulmakta sıkıntı yaşıyordu ve yaklaşan kış için çizmeler işe yarar olacaktı. Birkaç askerin soğuk ısırığı yüzünden ayak parmaklarından olması bile onlar için büyük bir kayıptı.

Sör Galahad ıslık öttürdü ve adamlara seslendi. “Toparlanın hadi, geri dönelim.” Sonra ele geçirdikleri atlardan birinin üstüne binip elini Sivina’ya uzattı. Sivina başka bir ata binerken onun eline bakmadı bile.

“Böyle giderse şehre çok az erzak ulaşacak,” dedi Sivina. “Ama yakında alacakları önlemler de artar. Bizim için dövüşecek daha fazla adam bulmalıyız.”

“Dua edelim de kış onlar binlerce kişiyi konvoyların güvenliğini sağlamak için şehirden dışarı çıkartmadan gelsin,” dedi Sör Galahad. Kendileri iyi bir kış geçirmelerini sağlayacak kadar erzakı çoktan elde etmişlerdi ama elinin altında besleyecek bir şehir olan Yu Zao için aynısını söylemek güçtü. “Çoğu ölmüş olsa da hâlâ yüz bine yakın insanı beslemesi gerekiyor, bir de askerleri var. Bizim düşünemediğimiz mükemmel bir planı yoksa yeni bir işgal için bahar gelene dek şehirden dışarı çıkamayacak. Bahar gelene kadar da askerlerinden kaçı zayıf düşer tanrı bilir.”

Sör Galahad’in dediği gibi yapsa ve şehirden dışarı ordu çıkartarak konvoyların güvenliğini sağlamak istese bile bunu yapması riskliydi çünkü her ne kadar haber alınamasa da batıdan ya da güneyden gelecek bir Kova veya Terazi ordusu askerlerini yakalayıp avlayabilirdi.

Zaten doğudan gelen konvoylar haricinde çoğu konvoy mallarını fahiş fiyattan satmak isteyen tüccarlara aitti ve o tüccarlar tarafından tutulan paralı askerlerce korunuyorlardı. Yani bu konvoyların ne zaman geleceğini şehirde dururken bilmeleri de zordu.

“Cornelia’nın planladığından da ötesini başarabiliriz,” dedi Sör Galahad. “Biraz da şanslı olmamız gerektiğini reddetmiyorum tabii ama bu kış onlar için zor geçerse ve Andromeda Kilisesi, Vermia’ya saldırmayı kabul ederse Yu Zao’ya hesap ettiğimizden çok daha güçlü bir darbe vurabiliriz. Bu kışın sonucunda kesinlikle savaşın seyri değişecek.”

Konvoyun önünde atlarını sürmeye başladıklarında Sivina başını salladı. “Yu Zao’nun bu kadar kolay başarısız olacağını düşünemiyorum. Adamları açken savaşmak için şehirden çıkmaz ama adamlarının şehirde kalıp açlıktan öleceği bir kışı beklemeyi de reddedecektir. Belki kaçar, kuzeye geri döner ya da doğudaki birliklerine destek olmaya gider. Bu hâlde batıya gitmesi çok zor...”

“Adam için çok onurlu biri olduğu söyleniyor, öyle birinin kaçacağına inanıyor musun?”

Sivina başını salladı, Yu Zao’nun geri çekileceğini düşünemiyordu fakat kendisi geri çekilmek istemese bile adamlarını ölüme sürükleyeceğine de inanmıyordu. Onurlu olan şeyin ne olduğu başkalarına göre değişiklik gösterebilse de Sivina bu durumda adamlarının ölmemesi için şehri terk edip kuzeye çekilmenin onurlu bir tercih olacağına inanıyordu. Tabii ki de bu Yu Zao için en kötü senaryoydu. Daha gerçekçi bir senaryo vardı.

“Gerçekçi olursak, doğudan gelecek büyük ölçekli bir desteği engellemek için yeterli adamamız yok. Dae üzerinden kışı atlatmalarını sağlayacak miktarda erzakı birkaç bin askerle gönderdikleri zaman elimizdeki adamlarla nasıl bir pusu kurarsak kuralım engel olamayız. Muhtemelen böyle olacaktır.”

“Ama kış sadece Vermia için gelmiyor,” diye itiraz etti Sör Galahad. “Doğudaki adamlarının da erzaka ihtiyacı olacak. Heh, sanırım kışı zor da olsa atlatırlar ama baharda bir sefer için yeterli erzakları olmayacaktır. Eğer doğudan iyi haberler gelirse Yu Zao’nun buradaki ilerleyişini durdurabiliriz.”

Yol ileride birkaç farklı yöne ayrılıyordu. Eğer dümdüz inmeye devam ederlerse Vermia’ya çıkarlardı. Sığınaklarına dönmek için yönlerini batıya çevirmeleri gerekiyordu. Sivina doğuya baktığında birkaç yolcu gördü. Römorklarının arkasında küçük bir sandık taşıyorlardı. Aracın sürücü kısmında yaşlı kambur bir adam, çok uzun başka bir adam ve bir kadın oturuyordu.

“Bizi gördüler,” dedi Sör Galahad’a. “Onları durdurmalı mıyız? Yerimizi ifşa-”

“Kime ifşa edecekler?” diye sordu Sör Galahad. “Neler yaptığımızı kraliyet zaten biliyor ve zaten yerimizi sürekli değiştiriyoruz. Önceki yerimiz ifşa olsa bile bir şey olmaz.”

Yolun ortasındaki dönemeçte yan yana geldiler ve Sör Galahad, Vermia’ya doğru inen araca başıyla selam verdi. Sonra yollarını ayırdılar ve yüklerini bırakıp sıradaki pusuyu kurmak için sığınaklarına doğru ilerlemeye devam ettiler.

-------------------------

11.10.2022 - 16:00






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44356 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr