Cilt 4 - Bölüm 28: Yeni Kısmın Başlangıcı

avatar
283 4

Start - Kapının Ardındaki Dünya - Cilt 4 - Bölüm 28: Yeni Kısmın Başlangıcı


Yazın üçte ikisi yollarda ilerleyerek ve kılıç eğitimi alarak geçmişti. Pek aceleleri olduğu söylenemezdi, bu yüzden Vazgeçilenleri gerçekten yöneten kişi olan Altar onları yol kat etmek için çok zorlamamıştı.

 

Altar günün yarısını daima Yu’yu eğitmek için harcamış, çok az ara vermişti. Arada sırada diğer Vazgeçilenlerden de yardım aldığı oluyordu. Yu’yu zorlamaktan hatta dövmekten asla çekinmiyorlardı. Eğitimlerin ardından vücudunda oluşan çürük ve yaralar Raya tarafından iyileştiriliyordu.

 

Raya’nın şifa büyüsünün etkili olduğu bir gerçek olarak ortadaydı ama Yurine’ninki kadar başarılı değildi. Yalarını iyileştirse de haftada iki defa nüksetmeye başlayan epilepsi krizlerine karşı hiçbir şey yapamıyordu. Krizler kimi zaman antrenman esnasında geliyor ve Yu’yu zor durumda bırakıyordu.

 

Rolderhelm’de krizleri engellemek için öğrendiği ilacın tarifi hâlâ aklındaydı ama ne kadar ararsa arasın ilaç için zaruri olan miros otunu bulamamıştı. Geriye yapabileceği tek şey kalıyordu ve Yu da onu yaptı. Epilepsi krizi ile karşılaştığı zaman etrafındakilere ne yapmaları gerektiğini öğretti.

 

“Şansımı, hayatımı sikeyim.”

 

Endişeleri her geçen gün artıyordu. Gerçek bir dövüş esnasında krize girmek onun ölümüyle sonlanacaktı ve buna karşı bir çözüm üretemiyordu. Hastalığı yüzünden kılıcın ona göre olmadığını pek çok defa düşünmüştü ama ne bu düşüncesini kabul edebilir ne de Altar’a söyleyebilirdi.

 

“Buyurun, Efendi Valarfin.”

 

Sofya hasta olduğu için Yu ona yatmasını söylemişti ve kız çadırın içindeki yer yatağında yatıyordu. Deniz ise kahvaltıyı hazırlamak için diğer kölelere yardım ediyordu. Fia da Yu’nun ondan istediği gibi masaj yapıyordu. Yu uzandığı sırada ağzında durması için tütün istediğinde ona vermiş ve sırtını ovalamaya devam etmişti.

 

“Burası bok gibi bir yermiş,” dedi Fia’ya.

 

İki aylık bir süreden sonra geldikleri yer kraliyet sınırları içerisinde kalan Kral Dağı idi. Dağın kuzeyinde, güneyinde ve batısında üç kale vardı. Onlar güneydeki Maragat kalesini geçmiş ve kuzeydeki Taşkule kalesinin yakınlarındaki Fake Köyüne kendilerini maceracılar şeklinde tanıtarak girmişlerdi.

 

Mora’nın çeşitli yerlerinde irili ufaklı dağlar olsa da Kral Dağı, Mora’daki en büyük dağdı ve büyüklüğü İlonya ile sınırı oluşturan İlon Dağları ile yarışacak derecedeydi. Adına kral denmesinin sebebi de ülkenin en büyük dağı olduğu için kendisine dağların kralı benzetmesi yapılmasından geliyordu.

 

“Kendi fikrini söyleyebilirsin,” diye devam etti Yu. “Ben konuştuğumda cevap vermemeniz sinirlerimi bozuyor.”

 

“Özür dilerim, Efendi Valarfin.”

 

Fia’nın elleri yumuşak ve nazikti. Yu ona karşı cinsel çekim duysa da bunu dile getirmek istemiyordu. Eğer dile getirirse Fia bunu bir emir olarak algılayabilir ve istemediği hâlde Yu’nun onu kullanmasına izin verebilirdi. Yu bunun tek taraflı olduğunu anladığında da zaten berbat olan duygusal durumu berbattan da beter hâle gelirdi.

 

“Yani? Köy nasıl?”

 

Fia çekinerek cevap verdi. “İ-insan zevklerine göre döşenmiş.”

 

Aldığı cevaptan hoşlanmamıştı. Vermesi gereken cevap çok basitti ve Yu o cevabı Fia yerine verdi.

 

“Bok gibi köy amına koyayım,” dedi. Tütün düşmesin diye konuşurken dudaklarını tamamen ayırmıyordu. “Ne diye çekiniyorsun? Hangi insan evladının zevki böyle olabilir?”

 

Birkaç nesildir köyü yöneten ağanın evi dışında tüm evler içinde eğilerek ilerlemesini gerektirecek kadar alçaktı. Doğru düzgün bir sokak yoktu ve yürüdükleri yollar hayvanların dışkısından geçilmiyordu. Tezek kokusu neredeyse kamplarını kurduğu dağın eteğine dek geliyordu.

 

“Kız tabii hasta olur burada. Amına koduğumun dengesizleri. Çok mu zor düzgün bir yer yapmak?” Dudaklarını oynattı ve tütünün ucundaki külü yere döktü. “Zor olabilir gerçi, hiç denemedim.”

 

İsmini bile köyün ağasından alan bu önemsiz mekâna gelmeleri muhtemelen köyün tarihi boyunca karşılaştığı en önemli olaydı. Köy o kadar önemsiz gözüküyordu ki köyün bağlı olduğu lordun bile arada sırada burayı unuttuğuna yemin edebilirdi.

 

“Yahu kadın, sen hiç mi sıkılmıyorsun? Konuşsana, bir şey söylesene... Deli olacağım kendi kendime konuşurken.”

 

Fia, Yu’nun omurgasının üstünde çalışıyordu ki bu rastgele ovalamalardan çok daha rahatlatıcıydı. Sol kolunda hiçbir ağrı hissetmese de sağ kolu sürekli kılıç ve diğer silahları sallamaktan yorulduğu için Fia koluna da özel bir ilgi gösteriyordu. Yu ondan tamamen memnundu ama konuşmuyor olması sinirlerini bozuyordu.

 

“Özür dileme, Fia,” dedi onun yine aynı kelimelerini söyleyeceğini anlayıp. “Bir şeyler söyle. Yemin ederim canım çok sıkılıyor. Erkek olmayan birinin konuştuğunu duymak istiyorum.”

 

“Efendi Valarfin ne anlatmamı ister?” diye sordu Fia.

 

Anlatmasını istediği özel bir şey düşünmediği için soru karşısında afalladı. Onun konuşmasını istiyordu ama ne hakkında konuşması gerektiğini bilmiyordu.

 

“Mesela yapmak istediğin herhangi bir şey yok mu? Vazgeçilenler arasındaki işim bittiğinde sen de özgür olacaksın.”

 

Fia, Deniz ve Sofya’yı özgür bırakmaya önceden karar vermiş ama diğer Vazgeçilenlerin ‘bunlar özgürse köleleştiriyorum’ diyerek onları alıkoyacağı endişesine yenik düşerek köleleri olarak kalmanın onlar için daha iyi olacağına inanmıştı.

 

Birlikte geçirdikleri sürenin ardından onlar tarafından sevilse de sevilmese de zarar görmelerini, özellikle kendisi yüzünden zarar görmelerini istemiyordu. Buna engel olmak için onları yanında tutması şarttı.

 

“Benden ne yapmamı isterseniz onu yapacağım, Efendi Valarfin.”

 

Yu öğleden önce yaptığı eğitim ve öğleden sonraki köy koşuşturması esnasında sürekli ayakta durmuş, bunun sonucunda bacakları fena şekilde ağrımıştı. Uzun zaman sonra ilk defa uzun bir uyku çekse de hâlâ bacakları ağrıyordu.

 

Bu yüzden Fia ellerini Yu’nun bacaklarına götürdü ve ovalamaya başladı. Dürüst olması gerekirse kaslarının rahatlamasından çok bir elfin ellerinin vücuduna değmesinden aldığı zevk buna devam etmesini sağlıyordu.

 

“Sanki hayatın boyunca köle olmuşsun gibi konuşuyorsun. Özgürken yaptığın şeyler yok muydu?”

 

Fia’nın elleri yavaşladı. “Benim yapacak bir şeyim kalmadı ki.”

 

Bunu duymak yüreğini burdu. Üzüntünün kendisini esir almaması için tütünün külünü döktü ve ara vermeden konuştu.

 

“Yanıkorman’da mıydın?”

 

“Evet,” dedi Fia. Hikâyenin devamını anlamak zor değildi, Vazgeçilenler diğer köylerde yapılanları onlara da yapmıştı.

 

“Yine de yeni bir hayata başlamak için beni öldürüp kaçmayı hayal etmiş olmalısın. Buradan bir şekilde kurtulup yapmak isteyeceğin şeyleri hiç mi düşünmedin?”

 

Fia, Yu’nun sol bacağını ayak bileğine kadar ovduktan sonra sağ bacağına geçti. Efendisini sinirlendirmemek için bu geçiş esnasında cevap vermek istedi fakat sorunun cevabından kendisi de emin değil gibiydi.

 

“Ben... Özür dilerim, Efendi Valarfin.” Sesi kederli veya sinirliden ziyade sıkkındı. “Ben böyle şeyler düşünmedim. Sadece bana denilenleri yapıyorum.”

 

“Düşünmemen imkânsız aptal karı. Niye reddediyorsun?”

 

Tütünü sol eliyle söndürdükten sonra yatağın ucundaki komodinin üstüne koydu. Fia’nın masajının ardından penisi erekte olmuştu. Onu arzuluyor ve onunla birlikte olmak istiyordu. Gerçekten kendi istediği cevabı verecek olsa bu arzusuna nasıl yaklaşacağını merak etti.

 

“Öyleyse düşün. Herhâlde buradan ayrılırken cebimde biraz para olur. Bir kasabaya gideriz ve size de biraz veririm. Daha sonra neler yapmak istediğinü düşün.”

 

Sırt üstü döndü ve Fia’nın masajını durdurdu.

 

“Merak ediyorum da sen büyü kullanabilen bir elf miydin?”

 

Daha önce kölelerinin nasıl insanlar olduklarını sorgulamadığı için yetkinlikleri hakkında da bir bilgi edinmemişti. Şimdi konuşmuş olmak için bir şeyler soruyor ve vakit geçirmeye çalışıyordu.

 

“Sadece biraz toprak büyüsü kullanabiliyorum,” diye cevapladı Fia. “Elflerin çoğu büyüye yatkın olsa da kullanma kabiliyetleri değişiklik gösteriyor.”

 

“Kaç yaşındasın?”

 

Yaşını sorduğu için pişman oldu ve cevap vermemesini söylemek istedi ama Fia efendisini sinirlendirmemek için hızla cevap verdi.

 

“Elli sekiz.”

 

Elfin kendisinden uzun yaşadığını ve daha da uzun yaşayacağını bildiği için korkuyordu. Korkusu ölüm yüzünden değildi. Evet, ölüm bu korkunun bir parçasıydı lakin asıl korkusu dünyanın o yokken de devam edecek olmasıydı.

 

Elfin uzun ömrü Yu’ya bu korkuyu hatırlatıyordu. O yokken dünyanın devam etmesini istemiyordu fakat burada da kendisiyle çelişen bir konu ortaya çıkmaktaydı. Önceki dünyasında artık yoktu ve o dünya devam ediyordu.

 

Bu düşüncenin sonucunda Yu, varlığını bir dünya üzerinde sürdürdüğü sürece diğer dünyalara ne olduğunu umursamadığını fark etti. Varlığı tamamen son bulursa da ondan sonra devam edecek diğer her şey onu korkutuyordu.

 

“Sana bir şeyler öğretiyorlar mıydı? Elflerin kitapları var mıydı mesela? Vazgeçilenlerin sizin kitaplarınızı aldığını hiç görmedim ve Oğul’un bana verdiği kitaplar da ilgi çekici değillerdi.”

 

Oğul’un getirdiği tüm kitaplar şehir ve kasabaların yakın tarihi ile ilgiliydi. Elf köylerini yağmalasalar da oradan gelen kitapları hiç görmemişti.

 

“Ne bileyim dövüşmeyi ya da en basitinden tarih? Simya da olabilir. Ormanda hiç sıkılmıyor muydunuz?”

 

Fia hızlı cevap vermek istese de pek çok sorunun üst üste gelmesiyle afalladı. Önce hangisini cevaplaması gerektiğini düşünürken Yu sağ elini kaldırdı ve Fia’nın yanağına uzattı. Elfin yanağı pembeleşmişti. Parmaklarının hissettiği ısı ve yumuşaklık ruhunu okşuyordu.

 

“Çocukluğumuzda eğitim alıyoruz,” dedi Fia. “Az çocuk olduğu için ilgili oluyorlar. Eski kitaplarımız vardı ama onların eline geçmesin diye yaktık.”

 

“Öyle mi?” Yu’nun ilgisi Fia’nın yüzündeydi. “Elfler bu dünyanın ne kadar eski olduğunu biliyor mu?”

 

Yanağı ve dudakları Yu’nun başparmağı tarafından okşanırken Fia’nın pembeleşen yanakları kırmızıya döndü. Cevap vermeden önce sesi titredi.

 

“İlk kayıtlar iki bin yıl öncesine uz-”

 

Yu başparmağını tekrar Fia’nın dudağına getirdiği için Fia konuşamadı. Çok güzeldi. Sıcaklığı, pürüzsüzlüğü ve kabullenişi Yu’nun hoşuna gidiyordu.

 

“İki bin yıl... Burası yeni yaratılmış bir dünya.”

 

Büyücülük Akademisinde dünyanın titanlar tarafından yaratıldığını okumuştu. Fia efendisini memnun etmek için titanların dünyayı yaratışını ve sonrasında olanları anlatmaya başladı.

 

“Altı ana elementi temsil eden altı büyük titan tüm evreni yarattı ve içini ilk günün varlıklarıyla doldurdu; tanrılar, şeytanlar, ejderhalar ve isimlendirilmeyenler.”

 

“Evet, bu hikâyeyi biliyorum,” dedi Yu.

 

Ve hâlâ iki bin yılın çok kısa bir süre olduğunu düşünüyordu. İnsanların dünyaya yayılması ve nesiller boyu aktarılacak bilgiler toplaması için yeterli zaman olduğunu zannetmiyordu. Bu dünyanın insanları kesinlikle ilahi varlıklardan yardım almışlardı.

 

Fia yine de anlatmaya devam etti. “Tanrılar, şeytanlar ve ejderhalar savaşıyor. Şeytanlara ve ejderhalara üstün gelen tanrılar cennete yerleşiyor; yenilgiyi kabullenemeyen şeytanlar kendilerine ait bir diyar yaratıyor ve yeryüzünde kalan ejderhalar dünyaya hükmetmeye başlıyor. Saltanatları tanrıların diğer canlıları yaratarak dünyaya göndermesi yüzünden pek uzun sürmüyor.”

 

Tanrılar kendi can sıkıntılarını gidermek için yeni varlıklar yaratma misyonunu üstlenirken titanlar da dünyanın yönetimini tanrılara bırakarak kendileri için özel olarak yarattıkları bir başka diyarda uykuya dalmıştı.

 

“Bu hikâyeyi biliyorum da isimlendirilmeyenleri hiç duymamıştım,” dedi Yu.

 

“Kimse bilmiyor, sanırım,” dedi Fia. “Biz elfler sadece öyle anılan varlıkların var olduğunu biliyoruz.”

 

Onun bildiği diğer şeyleri de öğrenmek istiyordu.

 

“İki ayda çok büyük bir vakit kaybı var gibi hissediyorum. Önümüzdeki süreçte bana kendi bildiklerinden bir şeyler anlat.”

 

“Emredersiniz, Efendi Valarfin.”

 

Yu yataktan kalktı ve Fia’nın onun için hazırladığı kıyafetleri giydi. Düzgünce yıkanıp temizlenseler de en nihayetinde basit kıyafetlerdi. Bir pantolon, atlet ve çizmeydi.

 

Yu giyindikten sonra vücudunun açıkta kalan yerlerine özel bir yağ sürmeye başladı. Yağ kısa sürede kurusa ve kokusu birkaç saatin ardından gitse de bundan hoşlanmıyordu fakat sürmek zorundaydı. İlk başta umursamadığı sinekler büyük bir sıkıntı olmaya başlamıştı ve sıcak hava yüzünden uzun kollu kıyafet giyemiyorlardı. Yağ sayesinde sineklerden sonraki sabaha kadar korunacaklardı.

 

Çadırdan dışarı çıktı. Dağın eteğine kurulmuş kamplarından baktığında aşağıdaki köyü görebiliyordu. Evler birbirinden uzak olduğu için düzgün bir köy meydanı yoktu ve köyün ortasında köy ağasının iki katlı evi bulunuyordu.

 

“GÜNAYDIN ARKADAŞIM!”

 

Oğul her zamanki gibi çadırının önünde onu bekliyordu. Bağırdı ve ellerini birbirine çırptı. Onu görür görmez Yu’nun yüzü asıldı, çadırdan çıktığına pişman olmuştu. Her sabah çadırdan çıktığına pişman oluyordu.

 

“Günaydın,” dedi tiksindiğini belli etmekten çekinmeyerek. “Bugün büyük kıyametin yıl dönümü olduğu için yas tutuyorum. Erkeklerle çok fazla konuşmamalıyım. O yüzden benimle fazla konuşma.”

 

“Ihh? Ihh?” Oğul yaklaştı ve Yu’ya doğru eğildi. “Müyük kıyamet ne ki?”

 

Yu onunla yüz yüze gelmemek için başını çevirdi. Kokusu ilk tanıştığı zamanki kötülüğünü aynı şekilde sürdürüyordu. Oğul yanında olduğunda nefes almak istemiyordu. Burnundan derin bir nefes verdi ve yalnızca azami miktarda nefes alarak aynı şekilde nefes vermeye devam etti. Bunu yapmak göğsünü sıkıştırıyordu ve uzun süre dayanamazdı. Bu yüzden eliyle Oğul’a uzaklaşmasını işaret etti.

 

“Anlatamam. Büyük kıyamete saygısızlık edersem Yüce Joanum Maremarop beni cezalandırır ve ölürüm. Gerek olmadıkça benimle konuşma.”

 

“IHH!” Oğul tekrar bağırdı ve elleriyle ağzını kapadı. “TAMAM ARKADAŞIM! KESİNRİKRE MUGÜN SENİNRE KONUŞMAYACAĞIM!”

 

Yu kahvaltı ne durumda diye bakmak için kamplarının ortasına baktı. Yu ve Oğul hariç dokuz Vazgeçilen yere serilmiş sofra bezlerinin üstünde oturuyor ve ekmek ile tavuk eti yiyordu. Bazıları peyniri ekmeğin arasına koyuyordu.

 

Deniz’i gördüğünde yanına gitti ve elini omzuna koydu. “Diğerlerinin payını alıp içeri gir.”

 

“Emredersiniz, Efendi Vararfin,” dedi Deniz.

 

Onun az miktarda yemek aldığını görünce biraz daha almasını söyleyerek kendi eliyle taşıdığı tabaklara biraz daha et koydu. Diğer Vazgeçilenler bu hareketi onaylamazken Yu onları umursamadı, hatta biraz daha alması için Deniz’i cesaretlendirdi. Deniz kahvaltı için insancıl miktarda yemek alınca çadıra girdi.

 

“Onrarı şımartma orospu evradı,” dedi kel bir Vazgeçilen. Onun adı Kannan’dı.

 

“IHH!” Oğul tuhaf sesini çıkararak Kannan’ın önünde durdu ve üstüne gölge düşürdü. “Onunra konuşma! Yüce Joanum Maremarop tarafından cezarandırırır! Onunra konuşma!”

 

Oğul’a baktığında aklından tek bir cümle geçti. “Tek haneli IQ sahibi orospu çocuğu.”

 

Aptallık tehlikeliydi.

 

Altar’ın yanına oturdu ve önündeki tabaktan göğüs parçası alıp yemeye başladı.

 

Tahminince her geçen gün alkole karşı bağışıklığı artıyor ve artan bağışıklığı yüzünden alkol onu etkilemiyordu. Zihninde bir etki hissetmediğinde geriye kalan tek şey alkolün tadıydı ve bundan da hoşlanmıyordu. İçmesinin tek sebebi burada su yerine genel olarak alkol değeri düşük olan bira tüketmeleriydi. Çoğu yerde su yerine bunu kullanıyorlardı.

 

Tütünde ise huzur bulamıyordu. Artık beyninde hiçbir etki oluşturmuyor, sadece ağzının dolu olmasına alıştığı için içiyordu.

 

Uyuşturucu da artık onu iyi hissettirmiyordu. Hızlıca edindiği bağışıklık yüzünden kullanmak ona Yurine’yi görmesini sağlayan halisünasyonlar vermek yerine burnunu yakıyor, nefes almasını zorlaştırıyor ve uykusuz bırakıyordu.

 

Birası kahverengi sakallarına bulaşmış bir Vazgeçilen güldü. “Junum Mamorup ne amına koyayım?”

 

“IHH! IHH!”

 

Oğul tuhaf seslerle öfkesini sergileyince gülen Vazgeçilen, adı Aren’di, süt dökmüş kediye döndü. Gülüşü anında yüzünden silindi ve sessizce yemeğini yedi.

 

“Öğleden önce dağın içine gireceğiz,” dedi Altar. Diğer tüm Moralılar gibi sofrada iş konuşmaya bayılıyordu. “Efendimiz ilk seferin yalnızca keşif için olmasını istiyor. Tanrının vücudunu korumak için birilerinin olabileceğini düşünüyor.”

 

Yu hâlâ efendilerinin kim olduğunu öğrenememişti. Tek bildiği Oğul’un babası olduğuydu, bunun dışında varlığı bir gizemdi ve anladığı kadarıyla çoğu Vazgeçilen onun kim olduğunu bilmiyordu.

 

“Yolu keşfedecek ve mezarı bulduğumuzda geri döneceğiz. Burada ne yapmamız ve nelere ihtiyacımız olduğunu kararlaştırarak sonra tekrar mezara ineceğiz.”

 

“O mezarı kim koruyamirir ki?” diye sordu Vamaer isimli Vazgeçilen. Kısa kahverengi saçlarını bir takkeyle örtmüştü.

 

“Merekrer,” diye cevap verdi Kannan. “Ama orada gerçekten mir tanrının orduğuna emin miyiz? Yani mu çok müyük mir şey değir mi? Diğer herkes munu mirmez miydi?”

 

“Beni sorgulama,” dedi Altar. “Çeneni kapa.”

 

Bir tanrının mezarını soymak ona epik bir iş gibi geliyordu fakat burada dururken kendini epik bir maceranın ortasında hissetmiyordu. Bugünün dünden farkı yoktu ve dün de evvelsi günle aynıydı. Bu sıradanlık Yu’ya amaçlarının gerçekleşmeyeceğini hissettiriyordu.

 

Üstelik bilgilerinin kaynağı burada yalnızca birkaç kişinin gördüğü bir adamdı. Bu da dağın içinde hiçbir şey bulamayacaklarını düşündürtüyordu.

 

“Daha önce iç merek sikmemiştim,” dedi uzun sarı saçlara sahip Vazgeçilen. Yu’nun Raki’yi öldürüşüyle en yaşlı Vazgeçilen ünvanı ona geçmişti. Adı Alion’du.

 

“Merekrer... Ihh! Ihh!” Oğul kahvaltının ortasında penisini kaldırdı. “Çok heyecanrandım! Çok ama çok ama çok! Yani çok heyecanrandım!”

 

Yu yemek yemeyi bıraktı. Onun penisini gördükten sonra iştahı kaçmıştı ve bira içmek artık onu kusturacaktı. Sofradan kalkarken kimsenin yüzüne bakmadı, adamlar konuşmaya devam ederken çadırına geri döndü.

 

Sofya uyanmıştı ve kahvaltısının son lokmasını yiyordu, diğerleri bitirmişti.

 

“Hastarandığım için özür direrim, Efendi Vararfin,” dedi Yu’nun geldiğini gören Sofya.

 

Yu iç çekerken cevap vermedi ve kendini yatağın üstüne attı. Bugün antrenman yapmayacaklardı ve hazırlanmaya başlamadan önce birkaç saati vardı. Gözlerini kapatmak ve hiçbir şey düşünmemeye çalışmak vakit geçirmek için sıkıcı ama tercih edilebilir bir yöntemdi.

 

***

 

İki saat sonra uyandığında köleleri ona plaka zırhını giydirmeye başlamıştı.

 

Önce bacaklarına çeliği geçirdiler ve kayışlarını bağladılar. Üst bacağına gelen çelik ayrıca üstündeki kıyafete bağlanmıştı. Zırhın ağırlığını hissettiği an bu andı. Bacaklarındaki çelik, kıyafetini aşağı çekiyordu.

 

Daha sonra zincir zırhı üstüne geçirdi ve onun üstüne göğüs zırhı geldi. Zırh hem göğsünü hem de sırtını kaplıyordu. Göğüs zırhının ardından karnına ayrı bir zırh geçirdiler. Sonra koluna ve omzuna zırhı taktılar. Sol kolu kesilemeyecek kadar sert olduğu için çelikle korumaya gerek yoktu.

 

En son miğferini başına geçirdiler ve Yu’nun vücudu neredeyse tamamen korunur oldu. Bu plaka zırh kölelerin satışının ardından kazandığı parayla Oğul tarafından ona diğer her şey gibi hediye edilmişti.

 

Önce kılıcın kınını sonra da kemeri beline bağladı. Siyah kılıç süslü bir kındaydı. Sol koluna çelik bir kalkan taktı ve sağ elinin altında istediği an uzanabileceği bir çekiç bulundurmanın iyi olacağına karar vererek ikinci silahı olarak çekici seçti.

 

Önceki zırhından tamamen daha iyi olmasına rağmen bu zırhta eksiklik vardı. Yurine’nin kıyafetinden yaptığı pelerini şeytan tarafından baştan çıkarıldığı mağarada kaybettiği için pelerin yoktu. Altar pelerin takmanın aptallık olduğunu, dolayısıyla böylesinin daha iyi olduğunu söylese de Yu için bu duygusal bir meseleydi.

 

“Dikkat edin,” dedi kölelerine ve çadırdan çıktı.

 

Üç kişi kampı korumak için geride kalacaktı. Yu ve diğer yedi kişi ise dağın içine girmek üzere keşfettikleri mağaraya doğru yürümeye başladı. Dağın üstünde biraz ilerlemeleri gerekecekti.

-------------------------

20.08.2022 – 03:15






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44356 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr