Cilt 3 - Bölüm 56: Testament of Life

avatar
351 4

Start - Kapının Ardındaki Dünya - Cilt 3 - Bölüm 56: Testament of Life


Öfke ve nefretten bulduğu gücün de yardımıyla oluşan yıldırımlar Yu’nun tahtadan elini parçaladı ve ona yeni bir el şekli verdi. Ardından öfkesini kullanarak beslediği yıldırımlar Yurine’nin karnının arkasına buzdan bir kılıç saplayan Elaine Jie’ye doğru ilerledi.

 

Yıldırımlar Elaine Jie’ye çarptığında adeta gök gürledi, tüm dünya bir saniyeliğine karanlığa gömüldü ve Elaine Jie’nin vücudu parlayıp kemikleri gözükürken kadın göremeyeceği kadar uzağa uçtu.

 

“AAĞĞHHHHHHHHH!”

 

Kullandığı yıldırımlar Yu’ya ait değildi, ödünç aldığı bir kuvvet ile oluşturmuştu. Nasıl başardığını kendisi de bilmiyordu fakat hissettiği öfke o kadar büyüktü ki her şey akışında ilerlemiş, yıldırımları öldürmek üzere Elaine Jie’ye fırlatmıştı.

 

“AAAAĞĞHHHRHHHHHH!”

 

Yıldırımları kullansa da vücudu yıldırımlara dayanacak kadar güçlü değildi. Öfkesi ile onları oluşturan kişi kendisi olsa da yıldırımlar kendi vücuduna da yayılmış ve Elaine Jie gibi onu anında öldürmemesine rağmen tüm vücudunu yanıklarla bırakmıştı.

 

Yu daha fazla çığlık attı. “AAAAAAAĞĞĞĞRRRHHHHRHĞĞHHRHH!”

 

Yurine’nin öldüğünü görmüştü ve taşıdığı öfke onu yakıyordu. Gerçekten, yakıyordu.

 

Göğsünde parlayan sıcak bir yıldız vardı. Yıldızın kütlesi o kadar yüksekti ki ruhunun bile yıldızın çekim kuvvetine kapılıp içine çekildiğini hissediyordu. O yıldızdan yayılmaya başlayan alevler Yu’yu yaktı.

 

“AAAAĞĞĞĞĞĞĞĞĞĞĞĞĞHHHHHHHHHH!”

 

Yu Zao’nun karşısına çıktığında kılıçları birkaç defa çarpışmış ve ardından Yu Zao tek hamlede Yu’nun sağ kolunu ve iki bacağını kesip onu geri fırlatmıştı.

 

Şimdi elsiz, kolsuz ve bacaksız bir biçimden ibaret şekilde ileride yatmakta olan Yurine’ye doğru sürünmeye çalışıyordu. Yurine’nin vücudundan karanlık bir duman yükselmeye başlamıştı.

 

Ve Yu tekrar çığlık attı. “AAAAAĞĞĞĞAHAAĞĞĞHHHHH!”

 

Çığlığı o kadar güçlüydü ki bağırdıkça boğazının parçalandığını, ses tellerinin yırtıldığını hissediyor ve kan kusuyordu ama göğsünde beliren yıldız alev alıp tüm vücudunu ateşe verdiğinde daha fazla çığlık atmak dışında hiçbir şey yapamazdı.

 

Taşıdığı bu ödünç ve lanetli güç Yu’nun acınası vücudunun kaldırabileceğinden çok daha yüksek bir seviyedeydi. Onun gibi biri bu güce layık değildi, bu gücü taşımayı hak etmiyordu.

 

Bu yüzden güç, Yu’yu yaktı. Derisini kaldıran ateşleri kendi güçsüzlüğüne duyduğu öfke ve kendine karşı duyduğu nefret ile besliyordu. Kıyafetleri eriyip etine yapışıyordu, alevler o kadar sıcaktı ki etinin zırhına bile yapıştığını hissediyordu. Buna rağmen öfke ve onu yakan lanetli güç hâlâ nefes almasını sağlıyordu.

 

“AAAAĞĞĞHĞHHHHHHHH!”

 

Kendini nasıl da kandırmıştı ama? Ölümü kabullenmiş gibi davranmıştı, yalnızca kendini kandırdığını bilse de bunu yapmaya devam etmişti. Oysa Yu Valarfin ölümden korkuyordu, bir korkaktı.

 

Yine ölümden korkuyordu ama artık bu korku kendi ölümüne ait değil, Yurine’nin ölümü içindi. Onun öldüğüne inanmak istemiyor, hayatta olmasını umarak yanan vücuduyla ona yaklaşmaya çalışıyordu.

 

Ve Yu Valarfin, ölümün kendisinden nefret ediyordu.

 

“AAAAAĞĞĞĞĞĞĞHRRRHHHHHR- KHAK- KHAHAA- Khaha-Ha...Öhr...”

 

Çığlıklarıyla kendi boğazını parçaladığında daha fazla kan kustu ve artık çığlık da atamaz bir hâle geldi. Şimdi yalnızca ölmekte olan bir hayvan gibi inlemeye benzer tuhaf bir ses çıkarıyordu.

 

Ama kanı kaynarken ölmeyi bile düşünemiyordu, ölmeyi bile arzulayamıyordu. Görünüşü bulanıklaşıp siyah, gri ve kırmızıya dönerken yalnızca nefret vardı. Yu Valarfin’e karşı duyduğu nefret.

 

“Çok güzel!” Eti ve giydikleri yapışmışken alana yeni birisi geldi. “Çok güzel! Çok güzel! Çok güzel, çok güzel, çok güzel, çok güzel! Sonunda... Sonunda birinde bunu görüyorum!”

 

Yeni gelen kişi delirmiş gibi konuşuyordu.

 

“Sen...” Yu Zao konuşmaya başlayacaktı ama yeni gelen adamın kahkahası söze başlamasına engel oldu.

 

“Khahahahaha! HAHAHAHA! ÇOK GÜZEL! HAHAHAHAHAHA!”

 

Gelen kişi görüş açısında değildi ve bozulmaya başlayan duyuları yüzünden sesin hangi taraftan geldiğini anlamakta zorlanıyordu. Zaten sesin nereden geldiğini anlamaya niyeti yoktu.

 

“Hayır, majesteleri.” Adam kendinden geçmiş gibi konuşuyordu, durumdan öylesine zevk alıyordu ki sanki seks yapıyormuş gibiydi. “Onu öldürmeyin, bu zarafet yok olmamalı.”

 

“Ne dediğini zannediyorsun!” Yu Zao öfkeyle bağırdı. “Elaine’i öldürdü!”

 

“Ben işimi bitirmeden önce onu...” Sesler kesilmeye başladı. Alevler yüzünden duyma duyusunu tamamen yitirmek üzereydi. “...Ben... Çekirdeği aldıktan...”

 

“Senin keyfini!”

 

Yu hâlâ yanıyor ve Yurine’nin yanına doğru sürümeye devam ediyordu ama artık bunu yapamazdı, vücudunda hareket edecek güç kalmamıştı. Taşıdığı öfke onu yalnızca bir süre daha hayatta tutmaya yetiyordu.

 

Yanmaya devam etmesine rağmen ses çıkartamıyor olması çok daha kötüydü. Acı hissediyor ama hareket etmek dahil hiçbir tepki veremiyordu. Acıdan ibaret bir varlıktı.

 

“Bu kadar yeter...” Bu sefer ses görüş açısına giren birinden geldi. “Ne yaparsam yapayım... Değiştiremiyorum... Demek.”

 

Keichi’ydi. Onu görünce göğsündeki yıldız daha fazla parıldadı ve öfkesi daha da arttı. Yıldız şu anda daha parlak ve çekim kuvveti çok daha güçlüydü.

 

Yıldız yüzünden yanmanın acısını daha fazla hissetmeye başlasa da vücudundaki alevler de sönmeye başlamıştı. Alevler azalıyor ve ilk başta çıktığı yıldıza doğru geri çekiliyordu. Tabii bu yıldızın gittikçe daha sıcak bir hâl aldığı gerçeğini değiştirmiyordu. Çekim kuvveti ve sıcaklık sürekli artıyordu.

 

Kırmızı, gri ve siyah, görebildiği renkler bunlardan ibaretti ve görüşü detaylı değildi. Buna rağmen Keichi’nin bir kadını rehin aldığını ve boğazına bir bıçak dayadığını ayırt edebiliyordu.

 

Görmesine rağmen bunu umursuyor muydu? Hayır. Sadece başarısızlığında bir payı olan Keichi’ye karşı öfke besliyordu ve bu öfkeyi hiçbir şekilde dışa vuramadığı için kendi içinde bulunuyordu.

 

Boğazında toplanan kan yüzünden düzgünce nefes alamıyor, ciğerleri aldığı azıcık havayla çalışamıyor ve dünya yavaşça kararıyordu. Şu anda yaşaması bile tamamen ona bu acıyı veren lanetli gücün başarısıydı. Alevler tüm vücudunu yakmasına rağmen sinirlerinin tamamen yok olmaması hâlâ bir şeyler hissetmesini sağlıyordu ve hissettiği her şey, rüzgârın tenine çarpışı bile ona acı veriyordu.

 

Keichi arkasına döndü ve Yu’ya baktı. Başının altına bakması yeterince korkunçtu, üstüne bir de yüzüne baktığında yüzünü buruşturdu. Saçları yok olmuştu, gözleri kıpkırmızıydı, dudaklarının yarısı birbirine yapışmıştı. Su toplayan vücudu yüzünden yüzü pembe ve kırmızı şekillerle kaplıydı.

 

“Özür dilerim, Yu.”

 

Keichi üstünde bir çark belirirken Yu’ya son bir bakış attı ve sırtını ona döndü. Yu Zao ile karşı karşıyaydılar.

 

Onun üzerinde beliren çarkı tam anlamıyla göremese de roma rakamlarına benzeyen büyük sembolleri fark edebilmişti. Semboller çarkın içine bir saat gibi dizilmişti ve bazıları da eksikti.

 

“Majesteleri... Majesteleri... Yalvarırım... Bu... Kurtarın!”

 

Sesin sahibi Keichi’nin rehin aldığı kadındı. O, Akalda’ydı.

 

“Ne yapmayı... Terazi...” diye konuştu Yu Zao. Cümlesini tamamen işitemese de öfkesinin dinmediği belliydi.

 

Akalda bağırıyordu. “Seni şerefsiz!.. Yalancı! Beni...”

 

“Kapa çeneni, fahişe.”

 

Keichi konuştu ve Akalda’nın boğazını kestiği an üzerindeki şekil parlamaya başladı. Birkaç saniyenin ardından Akalda yere düştü ve tüm dünya karanlığa gömüldü.

 

***

 

Karanlık...

 

Ve karanlık dışında öfke...

 

Biraz da nefret...

 

Hayır, biraz değil. Çok fazla nefret... Artık vücudu yanmasa da nefret o kadar fazla ki alevlere gerek olmadan vücudunu, ruhunu yakıyor.

 

“Neden...”

 

Önce Yurine’nin düşüşüyle geçirdiği şok yüzünden gözyaşları akmamıştı, sonra da alevlerin şoku gözyaşlarının akmasına engel olmuştu.

 

Ama şimdi ağlıyordu. Karanlığın içinde, var olmayan bir zeminin üzerinde az öncekinin aksine sağlam vücudu ile hiçliğe doğru sürünürken ağlıyor ve soruyordu.

 

“Neden?”

 

Cevap verecek hiç kimse yoktu.

 

“Neden? Neden? Neden? NEDEN!”

 

Sesi karanlığa doğru yayıldı ve yok oldu. Belki o da karanlığa doğru ilerlerse cevabı bulabilirdi. Belki de öfkesinin ona hareket edecek güç sağlamasında yatan sebep buydu. Tüm bedeni, tüm zihni, tüm karanlık öfkesi tarafından ele geçirilirken çığlıklarına devam etti.

 

Artık alevler olmasa da göğsündeki yıldız onu içe doğru çökertiyor, onu yakıyordu. Yıldız olmasaydı bile öfkesi onu yakmaya yeterli gelirdi.

 

“AaaaaAAAAAĞĞĞĞĞHHHHHHH!”

 

Sesi bir kez daha karanlığın içine doğru ilerledi, bu sefer yankılandı ve tekrar hiçliğe karıştı. Yu’nun zihni de hiçliğe karışıyordu.

 

Sürünmeyi bıraktı.

 

“Neden?” diye sordu tekrar. Sesinde güç kalmamıştı. “Çünkü kurtarmak istedim, değil mi?”

 

Öfkesinin karanlığı sardığını hissetmişti ama yanılıyordu; karanlık, öfkesini ve geri kalan her şeyi sarıyordu.

 

“Yurine annesini kurtarmamı söyledi diye... Bu yüzden...” Kıkırdadı. “Her şey bu yüzden oldu...”

 

Yıldızın yayılan ışıltısını görüyordu ama bu kadar parlak bir ışığa rağmen bulunduğu yer hâlâ karanlıktı. Yu Valarfin’in karanlığı hiçbir ışık tarafından aydınlatılamıyordu. Ne bir mum ne de bir güneş bu karanlığın içindeki Yu Valarfin’e ulaşamıyordu.

 

“Onun annesini kurtarmak için...” Aklına Gökyüzü Sarayı geldi. “Cadıyı kurtarmak için.”

 

Bu yüzden burada değil miydi? Bir cadıyı kurtarmak için yola çıkmışlardı.

 

Cadı için.

 

Cadı için.

 

Cadı için.

 

Her şeyin sebebi oydu. Her şeyin sebebi cadıydı. Bir cadıyı kurtarmak istemiş ve sonucunda bu hâle dönüşmüştü fakat cadıyı suçlamıyordu. Yu Valarfin yaşadığı her şeyin tek sorumlusuydu. Bir cadının peşinden giderek bunlara yol açan kendisiydi.

 

“Yu?” İsmini işitti ve gözlerinden akan yaşlar yarıda kesildi. “Bu sen misin?”

 

Duyduğu tanıdık ses kararmaya başlayan bilincini tekrar aydınlatmıştı. Gözlerini sildi.

 

“Bak ne hâle düşmüşsün...”

 

Yu başını yukarı kaldırdı ve ona bakan mor gözlerle karşılaştı. Gözleri o anda bir kez daha doldu, dudakları titredi. Mor gözler ona bakarken bir süre diyecek bir şey bulamadan yalnızca ağladı.

 

“Abla...” Konuşmaya başlayacak hâle geldiğinde hıçkırarak önündeki kadına seslendi. “Abla... Abla...”

 

Tıpkı önceki sefer olduğu gibi yine onun hangi ablası olduğunu söyleyemiyordu ama ablasıydı, bunu biliyordu. O yüz, o ten, o saçlar, o zarif gözler bir başkasına ait olamazdı.

 

“Abla...”

 

Sağ elini ona doğru kaldırıp uzanmaya çalıştığında ablasının güzel yüzü anında ekşidi ve geri adım attı. Yu bunu neden yaptığını anlamadı ve nedenini sorgulamadı.

 

“Abla...”

 

Dizlerinin üzerinde doğrulurken aklında neler döndüğünü kendisi bile bilmiyordu. Ayağa kalktı, ablası karşısındaydı. Her şeyiyle o kadar güzeldi ki Yu’nun bakmayı kesemediği bir çiçek gibiydi. Onları görenler kardeş olduklarını tek bakışta anlayabilirdi.

 

Gülümsedi, ablasının yüzü kan içinde değildi.

 

“Abla,” dedi gülümsemeye devam ederken. Gülümserken bir yandan da yüzü acıyla kasılıyordu. “Yalvarırım cevap ver, neden? Neden tüm bunlar benim başıma geliyor?”

 

Ablasına yaklaşmayı denedi ama ileriye doğru adım attıkça ablası geriye gidiyor, yüzünde iğrendiğini gösteren bir ifade ile Yu’dan uzaklaşıyordu.

 

“Neden? NEDEN!” Ablası ondan uzaklaşmaya devam edince yerinde durdu ve bağırdı. “NEDEN TÜM BUNLAR BENİM BAŞIMA GELİYOR! NEDEN BİR BAŞKASINA DEĞİL DE BANA! BEN! BEN HERKESTEN DAHA İYİYİM! DAHA YAKIŞIKLIYIM! DAHA ZEKİYİM! NEDEN TÜM BUNLARI BEN YAŞIYORUM! BU SAÇMALIK! SAÇMALIK! SAÇMALIK! YALNIZCA SAÇMALIK! SAÇMALIK! SAÇMALIK!”

 

Bağırırken ağzından tükürükler saçsa da ablasının yüzüne doğru konuşmaya devam etti.

 

“BU ADİL DEĞİL!” diye bağırdı tüm gücüyle. Kollarını iki yana açmış ve başını yukarı kaldırmıştı. “BENİM BUNLARI YAŞAMAM GEREKMİYOR! BEN BUNLARI HAK ETMİYORUM!”

 

“Hayal kırıklığısın.”

 

Yu duyduğu iki kelimeyle dona kaldı. “Ne dedin?”

 

Az önce duyduğu iki kelime ablalarına asla söyletmek istemediği kelimeler arasındaydı. Yu için kendi hayallerinden vazgeçmişlerdi ve onun bir hayal kırıklığı olduğunu düşünmemeleri için Yu gerçekten ama gerçekten çok çalışmıştı.

 

Ama şimdi ablası karşısında durup ona bir hayal kırıklığı olduğunu söylüyordu.

 

Ablasınınkilerle aynı renkte mor gözleri açılırken göz bebekleri anında küçüldü. Öfke vücudunu sarmalamaya devam ediyordu.

 

“Hayal kırıklığısın, Yu.” Ablası tekrar konuştuğunda Yu’nun sağ gözü seyirdi. “Tam bir başarısızlıksın.”

 

“Saçmalama...” Yu yumruklarını sertçe sıkıyor ve bunu yaparken kendi etine geçen tırnakları yüzünden avuçları kanıyordu.

 

Avuçları dışında, göğsündeki yıldız da daha kuvvetli yanmaya başlamıştı. Vücudu acıyla titriyordu.

 

“Senin için kendi hayatımızdan vazgeçmemiz ne büyük bir hataydı. Bizim için utanç kaynağısın.”

 

“Saçmalamayı kes... Ben her zaman harika bir kardeş oldum. Elimi attığım her işte başarılı oldum. Benimle gurur duyduğunuzu söylediniz.”

 

Ablasına kızmak istemiyordu, onu üzmek istemiyordu, bu yüzden kendine hâkim olmayı deniyordu ama ablası böyle konuşmaya devam ederse bu hiç de kolay olmayacaktı.

 

“Bizi öldürdüğün gibi o kızı da öldürdün.”

 

Yu yerinde durmaya devam etti.

 

“Sadece evcilik oynuyordun, yoksa bir baba olabileceğini mi düşündün? Baba olma oyunun eğlenceli miydi bari?” Ablası alaycı şekilde güldü. “Eğlenceli bitmediği kesin.”

 

Ablaları böyle şeyler söyleyecek insanlar değildi. Onlar nazik insanlardı, böyle kırıcı lafları ağızlarına almaları mümkün değildi.

 

“Önce onu annesinden ayırdın, sonra da öldürdün.”

 

Yu cevap veremiyordu. Onun haklı olduğunu biliyor ve kendini savunmak için hiçbir kelime bulamıyordu. Onun sessizliğinden güç alan ablası konuşmayı sürdürdü.

 

“Sen öldürdün. Kendi aptallığın ile başarısızlığın ile öfken ile... Onun yaşam gücünü aldın ve öfkeni tatmin etmek için yıldırımlara dönüştürdün. En nihayetinde bu yıldırımlar sana da zarar verdi. Öfken tatmin oldu mu?”

 

Yu yumruklarını sıktığı gibi dişlerini sıkmaya başladı, sınırı zorlanıyordu.

 

“Onu sen öldürdün, Yu. Bir başkasına suç atayım deme sakın, onu sen öldürdün. Kendi bencilliğin ile kendi seçimin sonucunda.”

 

“Kes sesini...” Ağzından çıkabilenler yalnızca bunlardı ve kelimeleri dolunun altında kalmış bir ot tanesi kadar güçsüzdü.

 

“Herkesi sen öldürdün, Yurine’yi sen öldürdün.” Ablasının sesindeki belirgin tiksinti Yu’nun kalbinde bir delik açtı. “Katil.”

 

“YALANCI!”

 

Ablasının yalan söyleyen ağzını susturmak için sol avucunun içiyle ağzına tokat attı.

 

Öfkesi içini yakmaya devam ederken ablası içi boş bir kuklaymış gibi yere düştü ve patlayan dudağını tuttu.

 

“BEN ÖLDÜRMEDİM! BÖYLE KORKUNÇ BİR ŞEYİ NASIL SÖYLERSİN!” Kudurmuş bir hayvan gibi öfkesini kusuyordu. “BEN ÖLDÜRMEDİM! BENİM SUÇUM DEĞİLDİ!”

 

“Senin suçundu.”

 

“YALANCI!”

 

Ablasını ayağa kaldırıp ona bir kez daha vurmak istedi ama ona doğru eğildiğinde sol koluna giren sancı yüzünden sarsıldı, dengesini kaybetti ve yere yığıldı.

 

“Aaağhhh...” İnliyordu. Sol kolu omzundan parmak uçlarına kadar yanarken inlemeye devam etti. “Aaağhhhhhhh!”

 

Alev yoktu ama kolunda oluşan yanık izleri büyük bir hızla yayılıyor, su topluyor, şişiyor, patlıyor ve acı vermeye devam ediyordu.

 

Ablası da onun karşısında uzanıyordu, yüzü kan toplamaya başlamıştı. Damarlar şişiyor, mor gözler hayat ışıltısını kaybederken nefretle küçük kardeşine bakıyordu.

 

“Hayır...”

 

Ablasına uzanmaya çalıştı ama ona dokunamadı, ablasının yüzü çürüyüp parçalara ayrılırken bir güç ona ulaşmasına engel oluyordu.

 

“Hayır... Hayır, lütfen gitme... Beni bir kez daha bırakma! Özür dilerim! Abla! ÖZÜR DİLERİM!”

 

Çok geçti. Ablasının cesedi kararıp şişerken yavaşça soldu, karanlığın içinde yok olmadan önce Yu cesedin her bir yerinden sızan kanları gördü.

 

“Neden?” diye sordu tekrar.

 

Cevabı biliyordu. Cadıyı kurtarmak için bu yola çıkmış ve ablasının da dediği gibi kendi seçimleriyle bu noktaya ulaşmıştı. Yu Valarfin boyundan büyük işlere kalkışmıştı.

 

Ablası haklıydı. Yu Valarfin bir hayal kırıklığıydı.

 

“Peki, şimdi ne yapacağım?” diye sordu kendine. Kolu yanmaya devam ediyordu ama artık acıya duyarlı bir hâle gelmişti.

 

Gözlerinde ne yaş ne de yaşama arzusu kalmıştı.

 

“Öldüm mü?”

 

Ruh diye bir şey yoktu ve insanlar öldüklerinde yok olurdu. Yu Valarfin bu dünyaya gelmeden önce buna inanırdı. Zaten onu bu kadar kahreden şeylerden birisi de ablalarının yok olduğunu düşünmesiydi.

 

Öyleyse yok oluş burası mıydı? Hiçliğin içinde, karanlığın arasında uzanıyordu. Burası ölüm müydü? Yu Valarfin’in sonsuza dek yok olacağı yer burası olabilir miydi?

 

Karanlık.

 

Karanlığa karışıyordu. Gözünün önüne düşen saç tellerinin solduğunu görünce eline bakmış ve elinin de yok olduğunu fark etmiş, böylece karanlığa karıştığını anlamıştı.

 

“Karanlık beni anlar mı?”

 

Zihninin karanlığa karışması kötü müydü? Aydınlıkta yaşamayı beceremeyen bir adam olarak hak ettiği yer sevmese bile burası olabilirdi. Karanlık onun hak ettiği yerse yaptıklarını anlayıp, ona hak verebilirdi.

 

“Karanlık beni affeder mi?”

 

Yu Valarfin, katil, kendini affedemiyordu. Hiçbir zaman affedemeyecekti. Eğer o kendini affedemiyorsa onun yerine karanlık bunu yapar mıydı?

 

“Karanlık beni kabul eder mi?”

 

Ediyordu. Yu Valarfin kaybetmişti. Öldürmüş, çalmış, yok etmişti. Tüm bunları bir gün hepsini düzelteceğini düşünerek yapmıştı ama ölü bir adam hiçbir şeyi düzeltemezdi. Böyle bir mağlubu yalnızca karanlık kabul edebilirdi.

 

Düzeltebileceği bir şey yoktu. Her şeyi kendi elleriyle yapmış, kendi elleriyle değer verdiği insanların canını almıştı. Bu düzeltebileceği bir şey değildi.

 

Artık hayat onu kabul edemezdi. Yu Valarfin bile kendini kabul edemiyordu.

 

Ama onu sarmalayan karanlık Yu Valarfin adlı canavarı kabul edebilirdi.

 

Ve öyle oldu, kendini karanlığa teslim etti.

 

Ölmekten korkuyor muydu? Evet.

 

Ama yaşamayı da hak etmiyordu.

 

.

 

.

 

.

 

“Seni kandırmasına izin verme.”

 

Duyduğu bir başka ses vücudunun soluşuna engel oldu. Karanlığa gömülen zihni suların içinden çıkıyormuş gibi yukarı çıkarıldı ve Yu arkasına dönerek sesin sahibine baktı.

 

Cadı.

 

Gözlerinde yaş kalmadığını zannediyordu ama gözleri yine doldu. Cadı karşısında duruyordu ve karanlık birden yok olmuş, yerini Gökyüzü Sarayı’na ve onun yıldızlar tarafından aydınlatılan manzarasına bırakmıştı.

 

Gökyüzü Sarayı’ndaki kulenin üstündeydiler. Yıldızlar ve ay önceki sefer olduğu kadar parlaktı ve cadı önceki sefer olduğu kadar güzeldi. Tüm yıldızların ışıltısını kendi üstüne toplarcasına parlıyordu.

 

Sesi, Yu’nun ruhunu okşarken Yu ona doğru emekledi.

 

“Bu sefer seninle muhabbet edebileceğimi düşünmüştüm,” dedi cadı. Hüzünlü ve nazik sesi Yu’yu kabul ediyordu. “Maalesef yine mümkün gözükmüyor.”

 

Yu ona doğru emeklemeye devam etti ve tam karşısında durdu.

 

“Benden seni kurtarmamı istiyorsun,” dedi.

 

Cadı cevap vermedi. Beyaz saçları önceki seferden çok daha uzundu ve bulundukları zemini tamamen kaplıyordu. Vücudunda önceki sefer olduğu gibi tek parça beyaz bir elbise vardı ve gözleri yine belli olmuyordu.

 

“Ama kurtarılmaya muhtaç olan benim.” Cadının bacaklarına sarıldı ve başını gömüp beyaz elbisesini gözyaşları ile ıslatmaya başladı. “Yalvarıyorum, ne yapacağımı bilmiyorum, bana yardım et.”

 

Ejderhaya elini vermesinden sonra yaşanan her şeyi düşündü. Tüm süreç boyunca kendinden o kadar emindi ki her şeyin mükemmel bir şekilde ilerlediğini düşünmüştü.

 

Keichi ile tanıştığında ve onun gücünü fark ettiğinde kaybedeceklerini aklına bile getirmemişti.

 

Ama kaybetti.

 

Cadı diz çöktü ve Yu’nun başını göğüslerinin arasına alarak yumuşak ve narin parmaklarını kahverengi saçlarının arasında gezdirmeye başladı.

 

Bir yandan ona sarılırken diğer yandan saçlarını okşuyordu ve aralarında hiçbir konuşma geçmiyordu.

 

Yu’nun uzun zamandır ihtiyacı olan bir şeydi. Birinin ona sarılmasına, başını okşamasına öyle hasretti ki...

 

Yurine ona her gün sarılırdı ama bu açıkça farklıydı. Bu, delirtici bir aşkı içinde barındırıyordu. Kalbi hızlandı, hızlandı ve hızlandı.

 

“Yalanlarıyla seni kandırmasına izin verme, pes etme, üzülme.”

 

Yu ellerini cadının sırtına doğru götürdü, beyaz saçlarının altından geçirdi ve sırtına doladı. Ona sarılıyordu.

 

Gece son bir kez düşerken üstüme,

 

Kapanıyor gözlerim hayalinle.

 

Olmasam da yanında gelecekte,

 

Tek dileğim var, gülümsemen yine.

 

“Ninni...” Yu daha önce melodisini duyduğu ninniyi ilk defa sözleriyle birlikte işitti. “Benim ruhum kime ait?”

 

“Bilmiyorum.” Cadı soruyu kederli bir gülümsemeyle yanıtladı ama Yu onun gülümsemesine bakmıyordu. Gözlerini kapamış ve cadının sunduğu huzuru hissetmeye başlamıştı.

 

“Bu duyguların bana ait olduğunu nasıl bileceğim?”

 

“Bilmiyorum.” Cadı, Yu’nun saçlarını okşamaya devam etti ve Yu’yu uyumak üzere olduğu bir hâle getirdi. “Bilmiyorum ama umarım... Umarım sonraki karşılaşmamız burada olmaz.”

 

Yu başını kaldırdı ve konuşan cadıya baktı. Sırtına doladığı kollarından birini çekti ve elini cadının yüzüne götürdü. Bu dünyanın tekrar yok olmamasını umarak nefesini tuttu ve cadının gözlerinin önüne düşen beyaz saçları eliyle kenara itti.

 

Kırmızı gözler ortaya çıktı.

 

Ninni kafasının içinde çalmaya devam ederken onun adını andı. “Rie.”

 

Rie başını eğdi ve alnına bir öpücük yerleştirdi. “Sana inanıyorum.”

 

Bulunduğu yer bir kez daha solmaya başladığında Rie’ye tekrar sarıldı, huzur içinde gözlerini kapattı ve tekrar açtığında yine acıyla karşılaştı.

-------------------------

30.04.2022 – 14:25






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44356 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr