Cilt 3 - Bölüm 37: Gökyüzü Sarayı

avatar
368 4

Start - Kapının Ardındaki Dünya - Cilt 3 - Bölüm 37: Gökyüzü Sarayı


Yu Valarfin daha önce defalarca kez gördüğü bir rüyanın içindeydi.


Sıradan rüyalarda olduğu gibi, bulunduğu dünya onun için gerçekti. Daha önce bu rüyayı gördüğünü hiç hatırlamasa da beyni ona burada pek çok defa bulunduğunu söylüyor, buranın gerçek olduğunu benliğine dayatıyordu.


Rüyanın içinde bazen özgürce düşünebiliyor olsa da bu düşünceler hızla kayboluyordu. Tıpkı normal rüyalarda olduğu gibi vücudunu kontrol etme yetisine bile sahip değildi.


Beyni tarafından ona sunulan senaryo gereği yürüyor, yine de yürümenin kendi tercihi olduğuna inanıyor ve neden yürüdüğünü sorgulamıyordu. Bu bir rüyanın doğal tuhaflığıydı.


Geceydi ama Yu’nun dünyasındaki geceler gibi yıldızsız, siyah ve çirkin değildi. Normalde geceleri sevmeyen Yu Valarfin bile böyle bir gecenin güzelliğini reddedemezdi.


Koyu mavi bir tona bürünmüş, binlerce yıldız ile süslenmiş berrak bir geceydi.


En güzeli ise aydı. Dolunay normalde gördüğünden çok daha büyük ve çok daha parlaktı. Aya baktığı sırada aklına bir kadın geldi, ay kadar parlak olan bir kadın. Onun ismini biliyordu ama bir türlü söyleyemiyordu.


Biliyordu ki ay, o kadının güzelliğinden bir parça taşıyordu. Belki de ayı bu kadar güzel ve o kadına bu kadar yakın görmesinin sebebi bulutların üzerinde olduğundan hiçbir şeyin önünü kapatamamasıydı.


“Fakat o bir ay değil, bir ######.”


Yerden bu kadar yüksekte, bulutların üstünde bir insanın hayatta kalabilmesi mümkün değildi. Soğuk, basınç ve şiddetli rüzgâr yüzünden bu kadar yüksekte olan bir insanın ölmesi gerekirdi.


Ama bir rüyada olduğu için ne donuyor ne rüzgâra maruz kalıyor ne de nefessiz kalıyordu. Vücuduna zarar verebilecek tüm negatif etkilerden arındığı için rüyasına sorunsuzca devam edebilecekti.


Gökyüzüne daha fazla bakmak, ayı daha fazla izlemek istiyordu çünkü aya baktıkça o kadının yüzüne bakıyormuş gibi hissediyordu.


Ama rüya, farklı bir yere bakmasına izin vermeden Yu’nun görüşünü zemine çevirdi. Yu bir köprünün üzerindeydi.


Aslında buraya köprü demenin ne kadar doğru olacağını bilmiyordu çünkü bulunduğu zeminin ilerisi boştu. Köprü demek yerine aşağıdaki bulutları bir havuza benzetti ve bulunduğu zemine bir havuz rampası demenin daha doğru olacağına karar verdi.


Tabii bu düşünce Yu’nun aklından geçtiği gibi unutuldu ve beyni, bulunduğu zeminin ismini köprü koyduktan sonra görüşünü bulutlara çevirdi. Normalde yüksekten haz etmese de rüyanın içindeyken yükseklik korkusu olduğunu hatırlamıyordu.


“Gökyüzü Sarayı. Ben, Gökyüzü Sarayı’nın içindeyim.”


Etrafta bir saray görmüyordu, duvarlarla kaplı bir mekânın içinde de değildi ama beyni, ismi doğrudan Yu’ya verdi ve o andan sonra burası Gökyüzü Sarayı oldu.


Yu ne yapması gerektiğini bilmese de beyni ona yürümesi gerektiği ile ilgili bir senaryo sunmuştu. Kontrol yetisini elinde bulundurmadığı vücudu ileriye doğru bir adım attı.


Yu’nun adımını attığı yer boştu ama ayağı boşluğa düşmeden önce diğer ayağının bulunduğu zeminin ucunda birbirinden ayrı taşlar belirdi. Göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir sürede taşlar birbirine kenetlendi ve köprünün uzamasını sağlayarak Yu’nun ayağının basabileceği bir zemin oluşturdular.


Yu adım atıp ilerledikçe zeminin ucunda taşlar beliriyor ve sonsuzluğa kadar uzanan sihirli bir köprü örülüyordu.


Gökyüzü Sarayı’nın altındaki bulutları yararak göğe yükselen sütunlar vardı. Sütunların arasında Yu’nun yürüdüğü köprü gibi köprüler örülüyor ve her sütun bu köprüler sayesinde birbirine bağlanıyordu.


Rüyanın düşünce özgürlüğünü ona verdiği kısa bir anda üzerinde yürüdüğü köprünün gerisinde bir sütun olabileceğini düşündü ve arkasını dönüp düşüncesini doğrulamayı denedi.


Ama rüya bunu şiddetle karşıladı. Yu’nun vücudu titrerken Gökyüzü Sarayı bir kalp atışı gibi attı ve Yu, adımlarını hızlandırmak zorunda kaldı.


Burada hiç kimse arkasına bakamazdı çünkü Gökyüzü Sarayı’nın misafiri olanlar yalnızca ileri gidebilecek olan kimselerdi.


Başını yukarıya kaldırmak ve harikulade gökyüzünü daha fazla izlemek isterdi.


Ayaklarını köprüden dışarı çıkartıp bulutların üzerinde yürüyebilir miydi? Eğer o sütunlara ulaşırsa ne ile karşılaşırdı?


Onu yoldan saptıracak düşünceler aklına geldikçe tüm Gökyüzü Sarayı bu düşünceleri reddetmeye başladı. Yu’nun başka bir şey düşünmesine müsaade edilemezdi.


Çünkü Gökyüzü Sarayı onun yoldan sapmasından korkuyordu.


Çünkü Gökyüzü Sarayı o burada olduğu için heyecanlıydı.


Gökyüzü Sarayı’nın kalp atışları, sıcaktı.


Göğsünde bir kadının yumuşak ve hoş dokunuşunu hissettiğinde zihni gerçeklerle tekrar yüzleşti. Burada var olan tek gerçek onun yalnızca ileri gidebilecek olmasıydı.


Gökyüzü Sarayı’nın sıcak yüreğindeki kalp atışları ile kendi kalp atışları senkronize olduğunda bir melodiye dönüştü. Bir arpı andırıyordu, çalgıcının parmakları yumuşak bir şekilde bir telden diğerine geçiyordu.


Yu ileri gitmesi gerektiğini kabullendiğinde Gökyüzü Sarayı’nın içinde tenine değen rüzgârı hissetti.


Yaz ayı gecesinde esen rüzgâr gibiydi. Yu’nun tenini ve saçlarını bir kadının dokunuşu gibi okşadı ve geldiği gibi, nazikçe kayboldu.


Yürüdüğü dar köprü gökyüzündeki ay ve yıldızlar tarafından aydınlatılırken kendisinin çok uzağında bir kulenin yükseldiğini gördü.


Yükselen kule diğer sütunlardan farklıydı. Onun içinde bir insan yaşabilirdi. Kulenin balkonları, penceresi ve henüz göremese de orada olduğunu bildiği bir kapısı vardı ama onu diğer sütunlardan ayıran en önemli özellik Yu’nun köprüsünün bağlanacağı yapı olmasıydı.


O, Yu’nun olduğu için özeldi.


“Koşmalıyım!” diye bağırdı.


Kuleye yaklaştıkça Gökyüzü Sarayı ile senkronize olmuş kalp atışları hızlanıyordu. Kuleye yaklaştıkça heyecanlanıyor, ileriye gitmek için karşı konulması mümkün olmayan bir arzu ile tutuşuyordu.


Yu Valarfin yanıyordu.


Yine de onu yakan kuleye doğru ilerlemeye devam ediyordu.


Koştu ve koştu. Yu koştukça üzerinde yürüdüğü köprü ileriye doğru örülmeye devam etti.


Kuleye varmayı öylesine istiyordu ki sanki kuleyi tutup kendine çekebilecekmiş gibi elini kuleye doğru kaldırdı. Ondan çok uzakta olsa da dokunmaya çalışıyordu, elini yaksa da dokunmalıydı.


“Ulaşmalıyım!”


Koştu.


“Ama neden koştuğumu merak ediyorum.”


Rüyanın yazdığı senaryo gereği mi koşuyordu yoksa koşmak sahiden de onun arzusu muydu? Yu o kulede neye ulaşmak istiyordu?


“Biri beni bekliyor.”


Cevap en başından beri oradaymış gibi zihninde belirdi. Cevabı bilmek daha da hızlanmasını sağlıyordu.


“Beni bekleyen biri varsa, beni beklemiş biri varsa ona ulaşmalıyım!”


Uzaktaki o kuleye yetişmek için vücudunun sınırlarını aşarak hızlandı. Artık o kadar hızlıydı ki köprünün örülme hızı Yu’nun koşuş hızının gerisinde kaldı.


Düşmekten hiç korkmayan Yu, ayağını boşluğa attı ve o boşluğun altında birden yeni taşlar belirdi. Yeni beliren taşlar kuleye örülmüyordu, sadece ayağının altında beliriyor ve o ayağını tekrar kaldırdığında yok oluyordu.


“Düşecek olsam bile ulaşmalıyım!”


Gözü tamamen kararmıştı. Kuledeki kişinin kim olduğunu görmek için, kendisini bekleyen kişiye ulaşmak için bir kuştan daha hızlı ilerliyordu. Düşünceleri kuleye ulaşmakla dolmuş, kalbi o kuleye varmak için atmaya başlamıştı.


Ve sonsuzluğu koştuktan sonra, kat ettiği tüm mesafelerin sonunda kuleye varabildi. Onun arkasından gelen köprü ile kule, o kuleye vardıktan sonra bağlandı ve kulenin kapısı Yu’ya açıldı. Kendisini bekleyen kişi kulenin en üstündeydi, sadece biraz daha ilerlemesi gerekiyordu.


Kulenin kapısından içeri girdi. Zeminden yukarıya doğru çıkan merdivenler vardı ve duvarlarda onun hiç dikkat etmediği anılar asılıydı.


Kendisini bekleyen o kişiye ulaşmak için merdivenleri çıkmaya devam etti. Basamakları tırmanmıyor da adeta uçuyordu. Yükseldikçe kalbi, göğsünü yarıp dışarı çıkmak istermişçesine atıyordu.


“Nihayet!”


Sergilediği çabaların, ödediği bedellerin ardından kulenin tepesine ulaştı. Burası o kadar yüksekti ki aşağıdayken dokunabileceği bulutlar bir daha ulaşamayacağı kadar uzak kalıyordu.


Gökyüzüne daha da yaklaşmış, ellerini kaldırdığında yıldızlara dokunabilecek bir hâl almıştı. Mavimsi parıltısıyla gece renk veren ay daha da büyüktü. Tüm gece koyu ve hoş bir mavi ile boyanmıştı.


Ve Yu’nun ulaşmak istediği kişi oradaydı.


Tepede, kulenin ucunda oturmuştu.


O bir cadıydı ve günahsız bir ruh kadar beyazdı.


Üzerinde, gövdesini kapatan tek parça beyaz bir ipek elbise vardı. Uzun beyaz saçları kulenin zeminine yayılmıştı. Uzun çıplak bacaklarını kuleden aşağıya sarkıtmış sallıyordu.


“Gökyüzünden daha güzel, aydan ve tüm yıldızlardan daha güzel, nefes kesici...”


Yu’nun bildiği hiçbir kelime Gökyüzü Sarayı’nın cadısının güzelliğini tanımlamaya yeterli gelmiyordu. Üstelik yüzünün tamamını görmemişti bile.


“Beni daha kaç kez görmeye geleceksin?” diye sordu cadı.


İsimsiz beyaz cadının sesi tüm gece dinlemek isteyeceği kadar güzeldi. Onun sesi sitem eder gibi çıkmamıştı. Aksine, Yu’nun daha fazla burada kalmasını istiyor gibiydi.


“Seni tanıyorum.”


Bu ses, defalarca kez ondan özür dileyen ve en sonunda da onun yardımı için yalvaran sesti. Yine de sesin sahibinin ismi aklına gelmiyordu. Onun kim olduğunu biliyor olsa da beyni ona herhangi bir isim vermiyordu.


“Yine de hoşlanmadığımı söyleyemem.” Cadının pembe dudaklarına bir gülümseme yerleşirken Yu anladı. Ay, onun gülümsemesiydi. “Burada olduğun için teşekkür ederim, Yu.”


“Benim ismim, Yu.”


Yu’nun konuşma arzusuna rağmen rüya onun konuşmasına izin vermedi. Zaten konuşabilse bile rüya tarafından seçilen kelimeleri söyleyeceği için ona sormak istediği soruları soramazdı.


Gökyüzü Sarayı’nın cadısına doğru yürüdü. Cadının çenesini, pembe dudaklarını, beyaz yanaklarını ve burnunu görebiliyordu ama onun gözlerine bakmasına izin verilmiyordu.


“Oturmayacak mısın?”


Yu, cadının yanına oturdu. Onun yanına oturabildiği için mutluydu. Sonuçta güzel bir kızla yan yana oturmaya hangi erkek hayır derdi ki?


Onun yanında ilk defa koku aldı. Cadının kokusu leylak gibiydi, Yu’nun en sevdiği kokuydu. Onun boynuna sarılmak ve kokusunu içine çekmek istedi.


Bulundukları bu büyülü diyarın içinde gün doğana kadar bunu yapabilir ve bir an olsun sıkılmaz, bir saniyeliğine onu bırakmazdı.


Beyaz cadının yüzüne bakamadığı için aşağıya baktı. Cadı çıplak ayaklarını boşlukta sallıyordu. Onun ayaklarını görmek Yu’nun yanaklarını kızartırken sıcak bir nefes verdirdi.


Sol elinde yumuşak bir dokunuş hissetti. Cadı ellerinin arasına Yu’nun elini almış ve dikkatlice okşamaya başlamıştı. Onun ellerinin sıcaklığını hissetmek kalbini titretiyordu.


Yu’nun kalbi ilk defa tattığı ama bir yandan da tanıdık duygular ile doluyordu. Bu duygular onun tüm hücrelerine yayılıyor, onu cadıya mahkûm kılıyordu ama cadı kederliydi. Gözlerini göremese de onun kederini yüreğinde hissedebiliyordu.


“Bunu sende görmek canımı yakıyor. Seni böyle kötü bir kadere mahkûm ettiğim için özür dilerim. Keşke sana daha fazla yardım edebilseydim.”


“Özür dilemene gerek yok.”


O üzgün olmamalıydı. Keder gibi bir duygu onun güzelliğine uyumsuzdu ve cadının üzülmesini sağlayan kişi kendisi olursa vicdanı onu hiçbir zaman rahat bırakmazdı.


Kuledeki prensesi kurtarmaya gelen beyaz atlı prens olarak, prensesinin mutluluğunu sağlaması gerekiyordu. Onun üzülmesine müsaade etmeyecekti.


“Ama eline baksana...”


Yu eline baktı. Eli tamamen kararmıştı ve derisi çelik gibi sertti. Sert derisinin altında Yu nasıl bir zehrin dolaştığını biliyordu.


Böyle güzel bir kişi, böyle çirkin bir parçaya dokunmamalıydı. Elini hemen geri çekti ve tekrar dokunmaması için göğsüne bastırdı.


Yu’nun hareketi cadının kederli yüzünde acı tatlı bir tebessüm oluşturdu. Yu içinde değişen bir şeyler hissetti. O, cadıya sahip olmalıydı.


“Sen normalde de bu kadar kibar mıydın? Yoksa özel bir muamele ile karşılaştığımı düşünebilir miyim?”


“Özel muamele. Herkese karşı bu kadar kibar olmam, sadece özel kişilere gösterdiğim bir ayrıcalık.”


Cadı kıkırdadı. “Öyleyse teşekkür ederim, Yu Valarfin.”


Manzaranın güzelliğine diyecek sözü yoktu ama cadı burada ne yapıyordu? Tüm vaktini manzarayı izleyerek mi geçiriyordu? Yoksa burada daima Yu için mi bekliyordu?


Öyleyse daha fazla beklemesine gerek yoktu. Yu Valarfin, ##### ######### buradaydı. Onu kurtarmak için gelmişti. Artık köprüyü kurduğu için kuleden çıkabilirlerdi.


Yu buradan çıkmayı teklif edecekken rüya onu susturdu ve cadı konuştu.


“Ne yapacaksın?”


Rüyanın ilerleyişi Yu’yu öfkelendiriyordu çünkü rüya, cadının buradan çıkmasına izin vermek istemiyordu. Cadı konuştuğunda Yu’nun düşünme yetkisi elinden alındı.


Cadının parmağı ile işaret ettiği yere baktı, kulenin aşağısına.


“Olamaz! Bu kadar güzel bir yer...”


Aşağıdaki bulutların üstü siyah örümcek ağları ile kaplanmıştı. Örümcek ağları, bulutları yararak göğe yükselen kulelere doğru ilerliyordu.


Ama en kötüsü, ağların üstünde gezinen çirkin bir örümceğin bulunmasıydı. Bulutların üstüne ördüğü ağların üzerinde yürüyerek cadının kulesine doğru geliyordu.


“Merak etme, örümcek çok yavaş ilerliyor. Bana güvenebilirsin, örümcek buraya ulaşana kadar onu yok edecek bir yol bulurum. Onu... Onu ben yok ederim!”


Sağ elini de göğsüne koydu ve cadıya kendi gülümsemesini sundu. Kibirli değildi, samimiydi.


“Kendini neden benim için bu kadar zorlayasın ki? Tüm belaları sana ben bulaştırmışken... Sen, bunu yapmak zorunda değilsin.”


“Bu benim seçimim.”


Kararlıydı. Cadının içten içe yardımını istediğini bildiğinden öylece çekip gitmesi mümkün değildi.


“Gerçekten yapabilir misin?”


“Elbette! Burası benim dünyam ne de olsa. Ben burada istediğim her şeyi yaparım! Ne de olsa ben zordaki prensesi kurtaracak olan-”


“Olan... Olan, ne?”


Yu Valarfin sustu fakat bu sefer onu susturan rüya değildi. Buradan sonrası tamamen onun kontrolündeydi ve Yu, cümlesini nasıl devam ettireceğini bilemiyordu.


“Eğer aşağıdaki manzara çirkinse bana bak,” dedi. “Ben bakmaya doyamayacağın kadar güzel bir manzarayım.”


Yu sağ elini cadının yanağına koydu. Cadının sıcaklığını hissetmişti ve karşılık olarak cadının da aynı sıcaklığı hissetmesini sağlamalıydı.


Cadı onun sağ elini tuttu. “Elin biraz soğuk ama sorun değil. Benim elim ısıtır.”


İkisi birlikte gökyüzüne baktı. Tüm gök kubbe ikisine aitti ve tek başına bunu izlemekten sıkılacak olsalar da birlikte izlemek sonsuza dek mümkündü.


“Burayı sabah da görmek isterdim,” dedi cadı. “Eminim o zaman daha güzeldir.”


Bir süre beraber yıldızları izlediler. Binlerce yıldız onların gecesini süslemek için üzerlerine serpilmişti. Çok güzellerdi fakat onların yaydığı soğuk mavi ışık Yu’ya üzücü bir efsaneyi hatırlattı.


“Biliyor musun? Bir keresinde gökteki mavi yıldızların bizden uzaklaştığını, kırmızılarınsa bize yaklaştığını duymuştum.”


“Hepsinin ışıltısında mavilik var. Bu hepsinin bizden uzaklaştığı anlamına mı geliyor?”


“Belki.” Yu, cadıya baktı. “Ama tek bir tanesinin yaklaşması yeter.”


Cadıyı sırt üstü yatırdı. Onun gözlerini hâlâ göremiyordu ama pembe dudakları düz bir şekilde ona bakıyordu.


Tamamen içgüdüleri ile hareket ediyordu. Onun üstüne çıktı ve yüzünü, birbirlerinin nefesini hissedecek kadar yakınlaştırdı. Dudaklarına yönelmişti. Yalnızca birkaç santim sonra onu öpebilirdi.


Kalbi artık kontrol edemeyeceği kadar hızlıydı ve tattığı o mükemmel duygu tüm vücudunu esir almıştı. Yu Valarfin özgürlüğünden vazgeçmişti.


“Yu...”


Cadı onun ismini ağzına aldı.


Yu da onun ismini söylemek istiyordu ama hâlâ beyni ona, zaten tanıdığı bu cadının ismini vermeyi reddediyordu.


“Senin ismin...”

-------------------------

26.03.2022 - 22:55






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44356 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr