Cilt 3 - Bölüm 12: Andromedia

avatar
361 5

Start - Kapının Ardındaki Dünya - Cilt 3 - Bölüm 12: Andromedia


“Yu, şehir çok güzel değil mi?”

 

Yurine’nin güzel bir sesi vardı. Onun yüzünde bir gülümsemeyle, heyecanlı bir şekilde konuştuğunu dinlemek adeta antidepresan etkisi yaratıyor, Yu’yu rahatlatıyor ve mutlu ediyordu. Büyük bir ihtimalle tüm ebeveynler için çocukları böyleydi.

 

Fakat vagonları ilerlerken konuşan Yurine’nin sesinde neşe yoktu, her zamankinden daha farklıydı. Şehre girmeden önce bu farkı görebilmişti ve şimdi farkın ne olduğunu da anlıyordu. Bugün, Yurine biraz melankolikti.

 

“Bu histen nefret ettiğimi şimdi hatırladım. Melankoli ne kadar da berbat...”

 

Ablalarının ölümünden önce Yu ve melankoli hiç karşılaşmamıştı. Böyle bir his olduğunu o kötü günün ardından keşfetmiş, aylar boyunca bu hisle beraber yaşamış, sabahladığı tüm gecelerde melankoliyle boğuşmuştu.

 

Daha önce ablaları ile yürüdüğü yollardan ne zaman yürüse melankoli ruhunun her bir köşesini sarardı. Yürürken yere bakar, ablalarının bastığı yerlere basmamaya dikkat ederdi. Oysaki her gün yüzlerce kişi sahiplerini tanımadıkları o hayali adımların üzerini çiğniyordu.

 

O yollarda yürürken onun azıcık da olsa rahatlamasını sağlayan tek şey gün ışığıydı. Eğer gökyüzü maviyse, eğer güneş sarıysa birazcık da olsa farklı şeyler düşünebiliyordu. Melankoliye karşı tek kalkanı sabah vaktiydi.

 

Ama gün batımına denk geldiğinde ve güneşin turunculuğu şehir sokaklarını ele geçirdiğinde melankoli hissini durdurması imkânsız oluyordu. Bu saatlerde melankoli, sanki Yu ondan her şeyini alan en büyük düşmanıymış gibi saldırırdı.

 

Geçmişe duyduğu özlem bitmiyor, yas tutmayı bırakamıyor ve ablalarının yarattığı boşluğu dolduracak birini bulamıyordu. Bunları yapamadığı için de melankoliyi asla yenemiyordu.

 

Hele geceleri, evinin içindeyken hiç yalnız kalmazdı. Melankoli daima onun yanındaydı ve onun arkadaşları keder, öfke ve nefret de yanında gelirdi. Yu uzun bir süre olumsuz duygular dışında hiçbir şey hissedemeden yaşamıştı.

 

Melankoli içine o kadar çok işlemişti ki diğer tüm duyguların kaynağının bu olduğuna inanmaya ve doğduğu andan beri melankoliyle iç içeymiş gibi hissetmeye başlamıştı. Sanki bu dünyada melankoli dışında hissedebileceği hiçbir duygu yok gibiydi. Geçmişe dönmeyi istiyor ama sonra gerçeklik yüzüne bir tokat atıp onu kurduğu düşlerden kaldırıyordu.

 

Sahip olduğu birkaç arkadaşın hakkını vermeliydi. Yu’nun arkadaş diyebileceği kişiler genel olarak yetimhanede beraber büyüdüğü insanlar olduğu için durumunun ne kadar berbat olduğunun farkında olurlar ve onu neşelendirmek, yaşadığı acıyı unutturmak için ellerinden geleni yaparlardı.

 

Yu iyi bir oyuncuydu. Sahte gülümsemeleri o kadar gerçekçiydi ki bir süre sonra herkes onun normal hâline döndüğüne inanmış ve ilgilenmeyi bırakmıştı.

 

Bu sahte gülümsemeleri neden yapıyordu? Onları kendi sorunları ile sıkmamak için mi? Hayır, Yu böyle kibar birisi değildi. O sadece kendisi için gülümsüyordu, böylece onunla daha fazla ilgilenmezlerdi.

 

Çünkü kötü bir şey yaşadıktan sonra ne zaman insanlar onu rahatlamaya çalışsa, ne zaman onunla ilgilenecek olsa Yu içinde doğan ağlama isteğini bastıramıyordu.

 

Artık kendisiyle ilgilenmelerini istemediği için gülümsemeye başlamıştı. İhtiyacı olan şey yardımdı ama taşıdığı gurur ve melankoli ile mücadelede bulduğu yeni yöntem yardım almasına izin vermiyordu.

 

Kibir. Yu her zaman kibirli biriydi ama ablalarının ölümünden sonra bu kibir öylesine artmıştı ki uzun süredir yanında olan insanlar bile artık rahatsız olmaya başlamıştı. Rahatsız olsalar bile Yu’nun yapabilecek bir şeyi yoktu çünkü mükemmel olduğuna inanmayı keserse melankoli onunla sadece geceleri değil gündüzleri de olacaktı.

 

Dışarıdayken gülümsedi, böbürlendi ve eve döndüğünde sahip olduğu tüm duygular intikam alırcasına, güldüğü için onu cezalandırırcasına Yu’ya saldırdı. Böyle zamanlarda da melankoliyle baş etmenin bir yöntemini bulamıyor, sadece ağlıyordu.

 

Ve şimdi melankoli, Yu ile dalga geçmeye devam ediyordu. Belki de en nefret ettiği duygu buydu ve onun Yurine’ye bulaştığını görünce içindeki öfke alev aldı.

 

Savaşmak ve yenmek için çok çaba harcamıştı ve en sonunda Yurine’nin varlığıyla bu iğrenç duyguyu unutmuştu ama şimdi, melankoli pençelerini kızına doğrultmuş ve Yu’nun gözü önünde ona dokunmuştu.

 

Ne yapabilirdi ki? Yurine’nin de kendisi gibi olduğunun farkındaydı. Eğer onu rahatlatmak için üstüne giderse, onu iyi hissettirmeye ve güldürmeye çalışırsa sahte bir gülümseme verebilirdi. Bu gülümsemenin üstüne ise ağlardı, başını yastığa koyduğunda gözyaşı dökmesine engel olamazdı.

 

Melankoli böyle bir rakipti işte; kısa süreliğine geri çekilebilir ama hedefi gardını indirdiği ilk anda saldırırdı. Ondan kurtulması kolay değildi. Yu onunla yaşamaya alışmıştı ve o alışınca da melankoli yakasına yapışmıştı; ta ki bir mucize yaşanana ve kâinat ona merhamet edip karşısına bir kurtuluş çıkarana kadar.

 

Bunun haricinde yapabileceği bir şey yoktu. Yu ona annesinin yokluğunu hissettirmemek için çabalıyor, yanında oluyor ve sevgisini sunuyordu ama bir zamanlar annesi ile birlikte yaşadığı bu şehre gelince Yu’nun tüm çabaları suyun üstünde birkaç defa seken taş gibi olmuştu.

 

Yurine’nin ilacı neydi? Kibirli birisi için dostlar ilaç olamazdı, Yurine’ye iyi gelecek tek şey zamandı ve zaman Yu’nun kontrol edemeyeceği bir şeydi.

 

Onu neşelendirmek için göstereceği tüm çabalar gece yatarken akıtacağı gözyaşlarına dönüşebilirdi, bu şehrin içindeyken ne zaman gülse geçmişindeki bir şeylere ihanet ediyormuş gibi hissedebilirdi.

 

Yu yanılmak istiyordu, Yurine’nin melankolisinin kısa bir andan ibaret olmasını istiyordu ama yanılmadığının da farkındaydı. Kısa bir süre için beraber olsalar da Yurine onun kızıydı ve onu tanıyordu.

 

Kendisini hiç olmadığı kadar güçsüz hissetti. Zaten fiziki kuvveti ile ona destek olması mümkün değildi ama kendi kızına duygusal destek olamamak canını yakıyordu.

 

“Benim suçum. Eğer ben yetersiz olmasaydım böyle hissetmezdi. Kendimden nefret ediyorum.”

 

Zayıf olsa da onun bu hâlde olmasına müsaade edemezdi.

 

“Evet, öyle ama binalar birbirine biraz daha uzak olsa daha güzel olabilirdi. Ben böyle iç içe girmiş evleri sevmiyorum.”

 

Şehri beyaz bir örtünün kaplaması onu adeta süslüyordu. Yağan kar yaşam şartlarını zorlaştırıyor olsa da çok güzeldi. Yu’nun ülkesinde de eskiden çok fazla kar yağıyordu ama küresel ısınma ve sanayileşmenin etkisiyle kar son yıllarda etkisini kaybetmişti.

 

Yu’nun yaşadığı bölgede karın tuttuğunu görmek nadirdi ve karın neredeyse hiç yağmadığı kış ayları yaşamıştı.

 

Yu ilkbahar ve yaz mevsimlerini seviyordu, sonbahar ve kış ise güzel değildi ama en azından kışı sevimli kılan kar vardı. Kar da yokken kışlar berbat oluyordu.

 

“En azından güzel. Kar da güzel olmasa bu mevsimin çekilecek yönü kalmaz.”

 

Binaların çatısı beyaza boyanmıştı ve aynı beyazlık yolları kapatıyordu. İnsanlar kapılarının önünü ve yolları temizlemekle uğraşırken Yu’yu şaşırtan bir şey daha yaşanmış ve kar böylesine güçlüyken sokaklarda pazar kurulduğunu görmüştü.

 

Kar kendisini temizleyip sokak köşelerinde tepeler oluşturan insanlarla eğleniyor gibi yağmaya devam ediyor ve bir saat içinde tekrar onları yolları temizlemeye zorluyordu ama insanların başka seçeneği yoktu. Yolu temizlemeleri gerekiyordu çünkü şehre giren araçların hareket etmesi lazımdı.

 

Yu’ya göre Rolderhelm buradan çok daha güzeldi ve İlonya tartışılabilirdi. Ekonomik ve sosyal farklılıkları yok saydığı bir karşılaştırma yapsa bile Yu yaşamak için Rolderhelm’i seçerdi. Rolderhelm’in kışı Andromedia’nın kışından çok daha güzel olmalıydı.

 

“Yu, tepeye çıktığımız zaman ne demek istediğimi anlayacaksın.”

 

Şehrin bir sürü kapısı vardı ve onlar doğu kapısından girmişti. Şehrin batısındaysa deniz vardı ve çıktıkları tepe, şehrin denize yakın kısmında yer alıyordu. Tepeye doğru ilerledikçe şehirdeki yapıların sayısı azalıyor ve yerini idari binalara bırakıyordu ama tepe sadece Andromeda Kilisesi için ayrılmıştı.

 

Andromeda Kilisesi tepenin en üstünde bulunuyordu. Kilise dendiğinde Yu’nun aklına Avrupa’nın gotik Hıristiyan yapıları gelmişti ama burada gördüğü bina ona Hıristiyanların kiliselerinden çok Müslümanların camilerini andırıyordu.

 

Şehir büyük ve şehir surları inanılmaz derecede yüksek olduğu için şehrin dışından sadece minareler görünüyordu ama şehrin içine girip biraz ilerledikçe kiliseyi tüm görkemi ile görmek mümkündü. Hatta deniz tarafından gelen gemiler bile çok uzaktan da olsa tepenin üstünde kiliseyi fark edebilirdi.

 

“Minarelerin geceleri ışıklandırıldığını düşünürsek gece denizde olan gemiler için deniz feneri görevi görüyordur. Ayrıca ışıklar ile birlikte şehirde güzel bir manzara olur.”

 

Ana bina devasa kubbenin altında olmalıydı. Bu büyük kubbenin etrafındaysa farklı küçük kubbeler vardı ve bu kubbeler ana binayı sarmalarken merdiven misali dizilmişti.

 

Andromeda Kilisesi sahip olduğu ünü boyutuna değil, on iki minaresinin muhteşem konumlandırılmasına borçluydu. Minareler o kadar mükemmel bir şekilde inşa edilmişti ki tepeden bakılmadığı sürece hangi yönden bakılırsa bakılsın sadece yarısı görülebiliyordu. Minareler birbirlerinin arkasında mükemmel bir şekilde gizlenmişti.

 

Kilisenin, Hıristiyan mimarisini andıran tek özelliği camlarının renkli olmasıydı. Mozaikler şeklinde tasarlanmıştı ve üzerinde tüm renkleri barındırıyordu.

 

Yu, minarelerin konumu nedeniyle tüm dünyada adından söz ettiren Andromeda Kilisesi’ni daha önce Büyücülük Akademisinde bulduğu bir kitapta okumuştu.

 

Kilise, tanrıların toplanıp Azer ve karılarını cennetten kovmasından daha önce yapılmıştı ve yapıldığı tarihten beri aynı şekilde duruyordu.

 

Tabii ki sürekli olarak restorasyon çalışmaları sürdürülüyordu ama yüzyıllar boyunca kiliseye orijinal yapısının dışında bir ekleme ya da çıkartma yapılmamıştı.

 

Bu kilise ile ilgili başka bir şaşırtıcı bilgi de inşa edenin kimliğinin bilinmiyor oluşuydu. Azer’in dünyaya gelip Zodya dinini başlatmasından yüz yıl sonra Bağımsız Şehir Lunia, Zodyaistler tarafından işgal edilmiş ve bir zamanlar Işık Kilisesi olarak bilinen yapı Andromeda Kilisesi olarak adlandırılmıştı.

 

Bu işgalden sonra Zodyaistler, Lunia Kilisesi’nin kütüphanesini yok ettiği için kiliseyi kimin inşa ettiği bilinmiyordu. Üretilen farklı teoriler vardı ve bazı kesimler kilisenin yapını tanrılara kadar götürüyordu ama ortaya hiçbir kanıt bulunmuyordu. İnşa eden kişi sanki hiç var olmamış gibiydi.

 

“Belki bu kiliseyi bir Birinci Dünyalı inşa etmiştir. Mimarisi bu dünyadaki çoğu mimari gibi dünyadakine benzer ama minarelerin konumu gerçekten etkileyici. Bunu orta çağ kafasına sahip birinin inşa ettiğini düşünemiyorum. Eğer inşa eden kişi Birinci Dünyalı değilse bir dâhi olmalı.”

 

Kiliseye kalabalık bir şekilde girmek istemiyordu. Bu yüzden Andromeda Kilisesi’ne giden yola girmeden önce bastonu ile vagonun tepesine birkaç defa vurdu ve içerideki sesi duyan Tobias vagonu kenara çekip durdurdu.

 

“Bay Valarfin?”

 

Yu vagonun kapısını açarak dışarı çıktı. Tobias da şoför bölümünden inmiş ve Yu’nun karşısına geçmişti. Yu arkalarından vagonu takip eden Kigaro’ya yanına gelmesini işaret etti.

 

“Tobias, Dimen ile birlikte köleleri Başak Katedrali’ne götür. Kigaro sen de bizimle birlikte Andromeda Kilisesi’ne geleceksin.”

 

Köleler bir römorkun içindeydi ve Kigaro ile Dimen’in bindiği rinolar tarafından çekiliyordu. Kölelere soğuktan ölmemeleri için yün battaniyeler verilmişti ve kaçmamaları için elleri tahtadan kelepçeler ile bağlıydı.

 

Köleleri, Andromeda Kilisesi’ne kadar çıkarmak gereksizdi. Onları Başak Katedrali’ne götürecek ve köle piyasası hakkında bilgi edindikten sonra satacaktı.

 

Köle ticareti konusunda vicdanı rahattı. Masum insanlar olsaydı onların özgürlüklerinin ellerinden alınmasına karşı çıkabilirdi ama haydut oldukları için onları köleleştirmekte sorun görmüyordu.

 

Zaten onları serbest bırakırsa muhtemelen tekrar haydutluğa döneceklerdi çünkü yapacak daha iyi bir işleri olsaydı o dağlarda haydutluk yapmaya kalkmazlardı. Yu onların ne şartlarda yaşadığını dağlarda öğrenmişti.

 

Tabii ki de onlarla empati yapmıyordu, onlar kötü insanlardı ve hak ettikleri şekilde muamele göreceklerdi. Sadece o dağlara çıkacak kadar umutsuz vakalarsa insanlar arasında yaşamaya uygun olmadıklarını düşünüyordu ve satıldıkları kimselerin onlara nasıl davranacağı umurunda değildi.

 

“Bay Valarfin, ben Başak Katedrali’nin nerede olduğunu bilmiyorum,” dedi Tobias.

 

“Küçük hanım.” Yu, Yurine’yi çağırdı ve Yurine, Tobias’a yolu tarif etmeye başladı.

 

“Ben ne yapayım?” Dimen vagonun arkasından seslendi.

 

“Sivina’nın gümüş renginde saçları ve deniz yeşili gözleri var ve Ana’nın da yeşil saçları ve mavi gözleri var. Başak Katedrali’ne o suçluları götür ve Sivina ile Ana isimli iki kızı görürsen bizim geldiğimizi söyle. İçeri girmeyi başaramazsanız da biz gelene kadar kölelerle birlikte dışarıda beklemeniz yeterli.”

 

“Anladım.”

 

Yu aniden karşılarına çıkmayı ve onlara sürpriz yapmayı isterdi. Bir anda karşılarına çıktıklarında verecekleri tepkiyi görmek eğlenceli olurdu ama madem onları katedrale yolluyordu, en azından geleceklerini haber verebilirlerdi.

 

“Bay Valarfin! Bay Valarfin!”

 

Römorkun içindeki mahkûmlardan birisi, Yu’nun ismini alaycı bir tonda iki defa andı. Yu o kişiye döndü, Yu’ya seslenen kişi kendini Link Yachi Long olarak tanıdan genç adamdı.

 

Sarı saçları ve sarı gözleri vardı ama battaniyeyi kafasının üstüne koyduğundan şu anda saçları gözükmüyordu. Yüzü yakışıklıydı ama Yu’ya göre biraz feminen hatları vardı.

 

“Eğer beni de Andromeda Kilisesi’ne götürürseniz beni tanıyacaklardır. Belki o zaman haydut olmadığıma inanırsınız.”

 

Yu, Link’in sarı gözlerine baktı.

 

“Hasiktir lan, bu adam ciddi mi? Harbiden iddia ettiği kişi mi?”

 

Öyle olmasaydı oraya götürülmeyi istemezdi çünkü oraya gittiği an yalanı ortaya çıkardı. Gerçekten o olabilir miydi? Eğer oraya gittiklerinde iddia ettiği kişi çıkarsa Yu ve Yurine’ye ne yaparlardı? En iyisi onu ortadan kaldırmak olacaktı.

 

“Dimen, Başak Katedrali’ne vardığınız zaman kimse görmezken bunu öldür. Hatta arkadaşlarını da öldürebilirsin daha sonra başımıza bela olmasınlar.”

 

“Ama neden?”

 

Yu herkesi aynı anda şaşırtmayı başarmış, hep bir ağızdan senkronize bir şekilde konuşup Yu’ya bakmışlardı.

 

Şu anki Zodyaistler de Longlardan birini kral yapmak istiyordu ve Link’in uzaktan da olsa kraliyet ile bir bağlantısı vardı. Onun sözüne bir kâhya olan Yu’nun sözünden daha çok değer verirlerdi.

 

Eğer olur da Yu’nun grubunun kendisine saldırdığını söylerse Yu’nun cezalandırılacağı açıktı.

 

“Dur, dur, dur, dur! Bekle! Niye böyle bir şey yapıyorsun ki? Yachi de olsam bir Long’um. Beni öldürürsen başına iyi şeyler gelmez.”

 

“Bir Long isen neden haydutluk yapıyordun ki?”

 

“Sana anlattım ama ısrarla inanmıyorsun. O dağlardan bizim tarafımıza geçen bir sürü suçlu var; silah, altın, tarihi eser, köle, uyuşturucu kaçakçılığı yapılıyor. Orada bu insanları durdurmak için bulunuyorduk. Sizin grubunuzun da Mora’ya kaçak yollardan giriş yaptığınızı görünce durdurmamız gerektiğini düşündük.”

 

Link’in ısrarla anlattığı hikâye buydu ve Yu bunun iyi kurgulanmış bir yalan olduğunu düşünmüştü. Ona inanması için bir sebep yoktu çünkü haydutlar kolayca yalan söyleyebilirdi. Tabii şimdi bunları söylerken son derece ciddi gözüküyordu.

 

“Oraya gittiğimizde sana saldırdığımızı söylersen biz suçlu bulunuruz.”

 

“Şimdiye kadar yalan söylediğimi gördün mü?”

 

“---”

 

Soru, Yu’nun cevap veremeyeceği kadar saçmaydı. Ömründe hiç muhabbet etmediği bir adamın şimdiye kadar hiç yalan söylediğimi gördün mü demesiydi bu.

 

“Yu, endişe etmene gerek yok. Kilisedekiler beni tanıyor, beni bir Yachi için asmazlar ve ben seni korurum.”

 

Küçük kızı kendisine saygı duymalarını istediği insanların önünde böyle bir cümle kurunca utandı.

 

“Yachi koluna verilen değer de Başak Katedrali’ne verilen değer kadar. Muhtemelen onu pataklamamız sadece birkaç koyu salağın bir yerine batacaktır. Oraya gittiğimizde ve bu herif kendini tanıtıp başından geçenleri anlatınca Pontifeks’in yapacağı tek şey bizi barıştırıp konuyu kapatmak olur.”

 

“Söylemesi acı ama küçük hanımın haklı. Longların çok fazla kolu var ve Yachiler pek önemsenmeyen bir kol. O yüzden hadi beni götür de artık bu esaretten kurtulayım.”

 

Yu ona inanmak üzereydi ama önlemi de elinden bırakmayacaktı.

 

“Arabayı ben kullanacağım, Yurine sen içeride dur. Kigaro sen de arkamızdan gelip onun kaçmadığından emin ol.”

 

“Diğerlerini öldüreyim mi peki?” diye sordu Dimen.

 

“Tch... Hayır.”

 

Tobias ve Dimen, Başak Katedrali’ne giderken Yu da tepedeki Adromeda Kilisesi’ne doğru yol aldı.

-------------------------

09.02.2022 - 04:11






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44356 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr