Cilt 3 - Bölüm 4: Yarı Aslan Köyüne Saldırı

avatar
349 5

Start - Kapının Ardındaki Dünya - Cilt 3 - Bölüm 4: Yarı Aslan Köyüne Saldırı


Roaron halkının verdiği isimle V’roa adlı ormanın içlerinde yer alan, bölgedeki birkaç canavar adam kasabasından bir tanesi olan V’roa’dek’triar kasabası ilk kez böyle bir kargaşa ile karşı karşıyaydı.

 

Normalde ormanın dışında yaşayan insanlar buraya pek uğramaz, yolu buraya düşenler de ancak yolunu kaybetmiş avcılar olurdu.

 

Roaron halkı insanlar tarafından canavar olarak kabul ediliyor ve ormanın dışında dışlanıyorlardı. Bu da onları ormanın içine kurdukları küçük köylerde dünyanın geri kalanından izole bir hayat yaşamaya itmişti.

 

Yarı insanlar yine insanlardan türetilerek yaratılmış varlıklardı ama roaron halkı tamamen aslandan türetilmişti.

 

Kendilerini yaratan tanrının kudreti sayesinde iki ayak üzerinde hareket edebilecekleri bir form kazansalar da yarı insanlara kıyasla hayvansı özellikleri daha baskındı. Onlar bir aslanın ayağa kalkmış ve daha iri hâliydi. Görünüşleri yüzünden ormanda yolunu kaybedip onlarla karşılaşan avcılar tarafından canavar adam olarak çağrılıyorlardı.

 

Yarı aslanlar bu tabire alınırlardı. En nihayetinde kim kendini bir canavar olarak görmek isterdi ki?

 

Dik durmalarını sağlayan bacakları, pati yerine elleri vardı ve insan dilini konuşabiliyorlardı.

 

Onlar da üzülüyor, neşeleniyor ve değer veriyordu. Türlerine bağlı olarak ırksal ve sosyal farklılıklar olsa da duyguları insan duygularıyla aynıydı.

 

Onları gören kayıplar ilk başta korksa ve kimisi saldırmayı kimisi kaçmayı denese de roaron halkı dış dünyadaki insanların kendilerini bir tehdit olarak algılamasını istemiyor, yolunu kaybetmiş avcılara karşı misafirperver davranıyorlardı.

 

Bu sayede avcılar onları dost kabul ediyor ve kendine roaronlar diyen bu yarı aslanların ormanda kendilerine yol göstermesine müsaade ediyor, huzur içerisindeki yaşamlarına karışmıyorlardı.

 

Elbette roaronlar içerisinden arada sırada kaybolmuşlara zarar vermek isteyen bireyler çıkıyordu ama bu tüm roaron ırkını zarar verecek bir savaş başlatabileceğinden ormanın içinde yolunu kaybetmişlere zarar vermek katı kurallarla yasaklanmıştı.

 

Böylece burada geçirdikleri asırlar boyunca kabileleri arasında küçük çatışmalar yaşamış olsalar da V’roa ormanı herhangi bir düşmanın işgaline uğramamış ve roaron halkı dış güçlerle savaşmak zorunda kalmamıştı.

 

Zaten dışarıdan gelen insanlarla savaşmanın sonlarını getireceğinden haberdarlardı. Kendileri insanlara kıyasla daha kuvvetli vücutlara sahip olsalar bile insanlar kurnaz, sayıca fazla ve algılayamadıkları büyülere sahiplerdi. Bu yüzden onlara karşı savaşmayı hiç düşünmemişlerdi.

 

Peki, şu anda insanlar neden onlara saldırıyordu?

 

Barış ve huzur dolu günlerini koruyabilmek için çok çaba göstermişlerdi. Şimdi tüm köyün insanlar tarafından yakılmasının sebebi neydi?

 

Ki-Gar’o’nun en güçlü savaşçısı Rhuu’fu Ki-Gar’o’nun aklında bu soru vardı ama cevap için düşünecek zamanı yoktu. Şu anda elindeki baltayı sallamak ve arkasındaki çocukları korumak herhangi bir şey düşünmekten daha mühimdi.

 

Altın tüyleri ve kara yelesi kana bulanmış, gözleri kan çanağına dönmüştü. Elindeki kan yüzünden avuçlarının arasından kayan baltasını tutmakta zorlanıyordu ama savurmak dışında başka bir seçeneğe sahip değildi.

 

Rhuu’fu’nun savaştığı adamsa gülüyordu. Bir dövüş içindeydi, karşısında onu öldürmek isteyen iki metrelik bir aslan adam vardı ama gözlerinin rengi sarıdan kırmızıya dönen rakibi gülüyordu.

 

Rhuu’fu onun neden güldüğü ile ilgilenmedi. Sadece baltasını adamın kafasına savurdu ama balta adamın kafasına değmeden durduruldu.

 

Rakibi tek elinin parmaklarının arasına baltayı almış, onu havada tutmuştu. Karşısındaki adamın gözlerinden yaş geliyordu ama bu yaşlar hüzün yüzünden değil, delirmişçesine güldüğü için akıyordu. Şu anda o kadar mutluydu ki onun mutluluğu yüzünden Rhuu’fu çıldırıyordu.

 

Ayağını rakibinin karnına geçirdi, rakibi gülmeye devam ederken alevler tarafından yutulmuş bir evin içine uçtu.

 

“Rhuu’fu’ki!”

 

Rhuu’fu’nun hoşlandığı yarı aslan dişisi, kabile reisinin kızı Trh’iii’ne Ki-Gar’o elini kaldırdı ve tüylü parmaklarını Rhuu’fu’ya doğru uzattı.

 

Trh’iii’ne’nin başı kopmak üzereydi. Bir insan onu yere yatırmış, ayağı ile sırtına basarken kırmızı gözlerle Rhuu’fu’nun yüzünün aldığı şekli seyrediyordu. Rhuu’fu elindeki baltayı kaldırdı ve Trh’iii’ne’nin üstündeki insana fırlattı.

 

Balta hedefini ıskalayıp bir ağaca saplanırken Trh’iii’ne’nin üzerindeki adam, roaron halkının kürdan diye adlandırdığı kılıcını savurdu ve Trh’iii’ne’nin başı gövdesinden ayrıldı.

 

“Trh’iii’ne!”

 

Yarı aslan dişisinin başı yerde yuvarlanıp yanan otların arasına giderken boynundan boşalan kan yüzünden vücudu kasılıyor ve hareket etmeye devam ediyordu.

 

Rhuu’fu, Trh’iii’ne’nin öldüğünü gördüğünde tüm görüşü kırmızıya döndü, korumaya çalıştığı çocukların varlığını unutmuştu. Kükredi ve rakibine doğru koşmaya başladı.

 

Sadece ayaklarının üzerinde değil, ellerinin üzerinde de koşuyordu.

 

Trh’iii’ne’nin kafasını kesen adam köyü basan diğer tüm insanlar gibi gülüyordu; sadist, acımasız, yakıcı derecede sıcak.

 

Aldığı zevk yüzünden gözleri kırmızıydı. Kırmızı gözlerindeki alaycı bakış Rhuu’fu’nun içine işlerken ardı ardına öfke patlamaları yaratıyordu.

 

Rhuu’fu’nun üzerine koştuğu rakibi kılıcını kaldırdı ve kılıcın etrafında oluşan mor kristaller Rhuu’fu’ya doğru uçmaya başladı.

 

Ama onu öldürebilecek olsalar bile gözünü bir an olsun kırpmadan koşmaya devam etti. Yarı aslanın vücuduna saplanan kristaller derin yaralar oluştursa da Rhuu’fu rakibinin üstüne koşmaya devam etti.

 

Rhuu’fu, rakibinin üstüne atlarken adam öfkeli, şaşırmış ya da korkmuş değildi. Sadece rakibini yaptığı büyü ile durdurmayı başaramadığı için biraz sıkılmış biraz da hayal kırıklığına uğramış bir ifade taşıyordu.

 

Pençesini, Trh’iii’ne’yi öldüren insanın suratına doğru savurdu ama adam kolayca ondan kurtularak karnına bir yumruk attı.

 

Yumruğu yiyen Rhuu’fu havada biraz yükseldikten sonra inişe geçti ve o sırada rakibi tekmesi ile Rhuu’fu’nun geriye doğru düz ve hızlı bir şekilde uçmasını sağladı. Yanan bir ağaca çarpıp kendi üstüne devirdiğinde ancak durabilmişti. Üstündeki ağacı kaldırırken yelesi alev aldı.

 

Yaralıydı, güçsüz düşmüştü, yanıyordu. Şu anda devam etmesini sağlayan tek şey öfkeydi.

 

Bir an için yanan köyüne göz attı. Sadece savaşçılar değil, kadınlar ve çocuklar da bir avuç insan tarafından kıkırdama ve kahkaha eşliğinde katlediliyordu.

 

Sivilleri katletmek, böyle onursuz bir hareketi nasıl yapabiliyorlardı?

 

Hepsinin gözü kırmızıya dönmüş, zevkten Tougenyu’ya varmışlardı.

 

Rhuu’fu üzerindeki ağacı fırlattı. Yelesi yansa da savaşmaya devam edecekti. Kendisi ile oynamak için alaycı gülümsemesiyle üzerine gelen adama karşı dikildi.

 

İçgüdüsel bir hareketle kendini büyük göstermek için kollarını havaya kaldırdı ve kükredi.

 

“Ne kadar ilkel ve çirkin bir yaratıksın sen.”

 

İnsan, siyah kılıcıyla daha fazla mor kristal oluşturarak Rhuu’fu’ya fırlattı.

 

Kristallerden kaçmaya gerek görmüyordu çünkü buradan sağ çıkmak gibi bir niyeti yoktu. Savaşacak ve bir roaron erkeği olarak onuruyla ölecekti.

 

Kristaller vücuduna saplanırken zıpladı. Pençelerini kullanarak savaşıyor, rakibinin kılıcına karşı kendi pençelerini öne sürüyordu.

 

En sonunda adam sıkıldı ve Rhuu’fu’nun göremediği kadar hızlı bir hareketle kılıcını yarı aslanın karnına sapladı.

 

“Seni de benimle birlikte götüreceğim lanet olası!”

 

Rakibi karnındaki kılıcı çekip uzaklaşmasın diye kollarını tuttu ve kaçmasını engelledi. Sonra da ağzını kocaman açarak tek ısırıkta rakibinin yüzünü parçaladı.

 

Yüzü parçalanan rakibi siyah bir zifte dönüşerek erirken Rhuu’fu arkasında acı dolu bir haykırış işitti.

 

“Rhuu’fu! Çocuklar Ki-Gar’o klanının sonuncuları, onları götür!”

 

Ki-Gar’o kabilesinin reisi Zra’iii’ko Ki-Gar’o, Rhuu’fu’dan bile daha kötü durumdaydı. Bir kolu kopmuş, vücudunun çoğu yanmış, bir gözü çıkmış ve bağırsakları yarılan karnından dışarı dökülmüştü.

 

Kalan son gücünü kullanarak Rhuu’fu’ya bağırdıktan sonra son nefesini verdi.

 

Rhuu’fu çocuklara baktı, oğlanların henüz yelesi bile çıkmamıştı.

 

Rhuu’fu yanan vücudu yüzünden acı çekiyor ve birazdan öleceğini biliyordu ama ölmeden önce Ki-Gar’o adını devam ettirerek bir gün intikamlarını alabilecek çocukları kurtarmak, bir Ki-Gar’o olarak onun son göreviydi.

 

Kalan son gücünü kullandı, kükrerken çocukların yanına koştu ve kendisini takip etmelerini söyledi. Çocuklar hem korku hem de hayranlık içindeydi çünkü alevler içinde yanan Rhuu’fu birazdan ölecek olsa bile onlar için savaşıyordu.

 

Bu onlara umut vermiş ve ayağa kalkıp koşmaya başlamışlardı. Rhuu’fu önden gidip yolu açarken çocuklar arkadan onu takip ediyordu.

 

“Daha hızlı!” diye kükredi Rhuu’fu.

 

Kükrerken karşısına çıkan bir adamı eli ile uçurdu. Neden güldüğünü sorgulamamıştı bile.

 

Köyden çıktı ve koşmaya devam etti. Çocukların araksından geldiğinden emin olmak için başını çevirdiğinde kendilerini kovalayan üç başlı devasa köpeği gördü.

 

“Siz devam edin! Lu-Dra’o klanına koşun!”

 

Rhuu’fu durdu ve çocuklar kaçarken canavara doğru kükredi. Üç başlı köpek çocukların peşinden gitmek yerine Rhuu’fu’yu takip etmeyi seçmişti, tam da onun istediği gibi.

 

Rhuu’fu çocukların güvenli bir yere ulaşmasını umarak canavarı onlardan uzaklaştırmak için koştu.

 

***

 

Kendilerine doğru yanarak gelen iki metrelik bir canavar koşarken kükrüyordu. Yu azıcık ödünün kopmadığını söylese yalan olurdu.

 

Yurine’nin rüzgâr büyüsü dönerek ilerledi ve canavarın önüne çarparak toprağı metrelerce yukarı kaldırdı.

 

Toprağın havaya kalktığını gören canavar ürktü, dengesini kaybetti ve üzerine yığılan toprakla birlikte yere düştü.

 

Rinolar sesten ve yanan canavarlardan korkmuştu, iplerini koparacak gibi hareket ediyorlardı. Eğer hayvanlar ayrı yönlere koşmayı denemeselerdi vagonlarını uzağa sürükleyebilirlerdi.

 

“Hoo! Hoo! Dur oğlum! Hoo!”

 

Rinolardan dördünü sakinleştirip durdurmayı başarsa da diğerleri hâlâ korkuyordu. En sonunda Yu’nun başka çaresi kalmadı ve korkanların diğerlerini etkileyip vagonu devirmemesi için iki tanesinin ipini kesti.

İplerinden kurtulan rinolar fırladı ve ağaçların arasına doğru koşup gözden kayboldular.

 

“Yu, bir şey daha geliyor!”

 

Kalan rinolar ile ilgilenmeyi bıraktı ve içgüdüsel olarak vagonun şoför bölümünden atlayarak Yurine’nin yanına geldi.

 

“Sen ciddi misin? Başka canavar mı yoktu?”

 

Yurine, Yu’nun elinin titrediğini görünce titreyen eli tuttu. Üç başlı devasa bir köpek, bir Cerberus yanan canavarı kovalıyordu.

 

“Halledersin, değil mi?”

 

“Ihıhıh... Korktun mu? Merak etme, astlarını kollamak üstün varlıkların görevidir.”

 

Yurine dalga geçerken Yu tamamen ciddiydi, hayatı boyunca köpekten korkmuştu ve korkmaya da devam edecekti.

 

“Üstümüze geliyor, Yurine. Öldür şunu.”

 

Yurine elini kaldırdı ve boşluğu kesermiş gibi savurdu. Onun elinden çıkan rüzgâr bıçağı yay şeklinde ilerleyerek köpeğin üzerine gitti.

 

Köpek bıçağı algılamakta geç kalmış, ondan kaçmak için bir hamle yapamamıştı. Rüzgâr bıçağı canavarın üç başını da kesti ve canavar başları olmadan biraz daha koştuktan sonra yere düştü.

 

Yurine’nin köpeği öldürmesinin ardından Yu derin bir nefes almıştı.


"Bu şey ne böyle?" diye sordu Yurine. Vücudu hâlâ yanmaya devam eden canavara bakıyorlardı.

 

Yu’nun sadece canavar olarak tanımladığı canlıyı diğer insanlar canavar adam olarak adlandırıyordu. Tam olarak bir yarı aslandı.

 

Aslan biçiminde olan yaratık ağır yaralıydı. Yanıp kül olmuş yelesi ve ateş yüzünden kararıp kömürleşmiş tüyleri dışında vücudu delik ve kesiklerle doluydu.

 

“Yu, şu kılıcı çıkar.”

 

Yüz üstü yatan canavarın karnının arkasından dışarı çıkmış, Sivina’nın meçine benzeyen ama ondan biraz daha kalın olan ve uğursuz bir hava yayan simsiyah bir kılıç vardı.


“Sıcaktır o, dokunamam.”

 

“Yu, yaratık ölüyor. Hem senin elinde eldiven var, o kadar sıcaktan bir şey olmaz.”

 

“Bence ölmüştür ya, boş ver. Hem kılıcın kabzası gözükmüyor, keskin yerinden tutup çıkartamam.”

 

Yurine rüzgârı yönlendirdi ve büyüsüyle canavarı sırt üstü çevirdi.

 

“Oha lan, force gibi.”

 

Canavar dönünce Yu’nun bahanesi de bozulmuştu, kılıcı kabzasından tuttu ve saplandığı yerden çekmek için biraz uğraştı. Tek eli ile başaramayacağını anlayınca iki eli ile tutup çekti ve sıcağı hissettiğinde kılıcı yere fırlattı.

 

Ardından, Yurine tekrar büyüsünü kullandı ve daha fazla yanmaması için rüzgâr ile canavarı iterek nehrin kenarına sürükledi.

 

“Yu, kova ile su dökelim.”

 

Yurine’nin dediğini yaptı ve vagonlarından aldıkları kovaları kullanarak canavarın üstüne su dökmeye başladılar.

 

“Bir dakika! Biz neden onu kurtarmaya çalışıyoruz ki?”

 

Jeton geç düşmüştü, Yu onu kurtarmaya çalıştıklarını yeni fark ediyordu.

 

“Yu, çünkü bu yapılacak doğru şey.”

 

“İyi de bu evcil hayvan değil ki, vahşi yaratık. Ya bize saldırırsa?”

 

Yu arada sırada başını arkalarındaki üç başlı, köpek şekilli canavara çeviriyordu. Ölü olduğu kesin olsa da fantastik bir dünyada olduklarından onun bir anda zombiye dönüşüp bir saldırı başlatmasını istemiyordu.

 

“Canavarların aklı olmaz ki kendilerini kurtaranlara minnettar olsunlar.”

 

“Yu, senin korkmana gerek yok. Öyle bir şey olursa ben seni korurum.”

 

Rolderhelm’de yaşananlardan sonra egosunun duvarları güçlenmişti. Eğer bir ay önce küçük kızı ona bunu söyleseydi egosu gözyaşları eşliğinde hıçkırarak ağlardı ama şimdi sadece hafiften inciniyordu.

 

Tabii incinen egosunun yanında Yurine ile gurur duyuyor ve onun koruma içgüdüsü hoşuna gidiyordu.

 

“Ya beklenmedik bir anda saldırırsa?”

 

Yurine uyurken ve Yu nöbet tutarken bir anda üzerlerine atlarsa ne olacaktı? Yurine başını salladı ve soruya cevap vermedi.

 

“Şimdi şifa büyüsü mü uygulayacaksın?” Yurine’nin onu kurtarmaktan vazgeçmeyeceğini anlayınca iç çekerek sordu. “Çok fazla yarası var.”

 

“Evet, kitabı kullanacağım.”

 

Yurine yeni şifa büyüsünü yapmak için küçük kütüphaneden aldığı ışık büyüleri kitabına ihtiyaç duyuyordu. Onu almak için vagona gitti.

 

Bu sırada Yu canavarın göğsünün hafifçe inip kalktığını gördü, canı hâlâ çıkmamıştı.

 

”Hayvanın taşağı gözüküyor amına koyayım, şunu üstüne atayım da Yurine görmesin.”

 

Üstündeki ceketi çıkarıp yaratığın kasıklarına attığında hava bir anda soğudu.

 

“İyi ki aynısından bir sürü almışım, yaratığın taşaklarına değdiği için bir daha giymeyeceğim çünkü. Lanet olası yaratık bana bir ceket ve iki rinoya mal oldu.”

 

Yurine vagondan çıktığında elinde kalın bir kitap vardı. Bir eliyle kocaman kitabı tutarken diğeri ile Yu’nun elini tuttu ve büyülü sözleri söylemeye başladı.

 

“Hepa’e Xi Rhaea – Noxu Tevhae – Si Luel’la...”

 

Büyülü sözleri birkaç defa okuduktan sonra gözlerini kapatmış ve kendini şifa büyüsüne odaklanmıştı. Yurine’nin vücudunun etrafında ışık tomurcukları birikiyordu.

 

Yurine ikinci kez bu büyüyü uyguluyordu. İlk kez Yu’ya bir kriz daha geldiğinde Yurine bu büyüyü kullanmıştı ve Yu büyünün ne kadar etkili olduğunu bu şekilde deneyimlemişti.

 

Tabii, Yurine’nin yaralıları iyileştirmek için kullanılması gereken ve çok mana harcayan bir büyüyü Yu’nun krizinde yardımcı olmak için kullanması biraz abartılıydı.

 

Yurine’nin vücudunun etrafında toplanan ışık tomurcukları kanat açarak kelebeklere dönüştü ve kelebekler kanatlarından dökülen ışık parçacıklarıyla birlikte canavarın üstünde uçmaya başladı.

 

Kelebeklerin kanatlarından dökülen ışıklar canavarın vücudunu sardı. Yurine şifa büyüsüne odaklanmaya devam ederken Yu göğsünde bir rahatlama hissediyordu.

 

Büyü bittiğinde canavarın yanmış tüyleri ve yelesi geri gelmemiş olsa da artık vücudunda kesikler, delikler ve yanık izleri yoktu. Sadece çıplak deri ile kaplı vücudu kalmıştı.

 

“Yu! Yu! Başardım mı?”

 

“Evet, başardın. Tebrik ederim, Yurine.”

 

Yurine sevinçle Yu’ya sarılırken Yu nazik bir tebessümle onun başını okşuyordu. Sarılma faslı her zaman olduğu gibi uzun sürmüştü. Yurine ondan ayrıldığında Yu vagona baktı.

 

“Kaçan rinolardan biri için bir vagon vermiştik. Umuyorum ki bu canavar bizim zararımızı karşılayacak değerdedir.”

 

İki rino eksiklerdi ve hareket hızları düşecekti. Yu canavara vagonu çektirmeyi planlıyordu, bir şekilde zararını karşılaması gerekliydi.

 

“Burası tehlikeli, uzun süre oyalanmadan gidelim. Belki başka canavarlar gelir.”

 

“Bence o uyanana kadar bekleyelim, belki işe yarar bir şeyler çıkar.”

 

“Eğer bir evcil hayvan istiyorsan sana daha küçük bir kedi alabilirim, o şeye ihtiyacın yok.”

 

“Yu! Canlılarla dalga geçme!”

 

“Bunu insanları düşük yaşam biçimi olarak çağıran küçük kız mı söylüyor?”

 

“Ha!” Yurine ellerini beline yerleştirip göğsünü kabarttı. “Benim üstünlüğüm ve senle annem hariç diğerlerinin düşüklüğü bir gerçek. Bunu söylerken dalga geçmiyorum!”

 

Yu eğildi ve Yurine’nin yanaklarını mıncırdı. Yurine’nin de kendisi gibi narsist olmasına sevinmeli mi yoksa üzülmeli miydi bilmiyordu.

 

“Yu, hadi yemek yap. Canavarlar gelirse ben hepsini öldürürüm.”

 

“Hmm... Küçük hanım bu kâhyalık işine çabuk alışmış gibi. Söylemem gerekiyor ki sonsuza dek kâhya olmaya devam edecek değilim, sadece kısa süreli bir rol.”

 

“Ama ben annemi kurtardıktan sonra yanımızda kalmak için ona da kâhyalık yapacağını düşünmüştüm.”

 

Yu yemeği hazırlamaya geri dönerken Yurine vagonun üstüne çıktı ve bir canavarın gelme ihtimaline karşı nöbet tutmaya başladı.

 

“Yetişkin birine hizmet etmemin imkânı yok. Sen kızım olduğundan bu rolü üstlenmek istedim, akranlarımın bana emir vermesine katlanamam...” Ayrıca Yu daha sonra yanlarında kalacağı ile ilgili bir şey de söylememişti.

 

Onlarla beraber kalmak, sonsuza dek onların yanında olmak istese bile dünya onun o kadar yaşamasına müsaade edemeyecekti. Yapabileceği en iyi şeyi düşündü; en iyisi zamanı geri sardıktan sonra da onların önündeki tehditleri yok etmek ve o ikisine güzel bir hayat bırakmak olurdu.

 

“Canımı yakıyor...”

 

Bunu düşünmesi acı veriyordu. O kadar bencildi ki o öldükten sonra bir şeylerin devam edecek olmasına katlanamıyordu.

 

“Yu?”

 

Yu’nun bir anda sessizleştiğini gören Yurine endişelendi. Yu onu endişelendirmemek için aklını düşüncelerinden arındırdı ve konuştu.

 

“Hem neden kâhya olarak yanınızda kalmam gerekiyor ki? Belki de Rie’nin sevgilisi olarak yanınızda kalırım.”

 

“S-SEN HENÜZ ONU TANIMIYORSUN BİLE!”

 

Böyle bir hayat güzel olabilirdi ama Yu bunun mümkün olmadığına inanıyordu. Eğer yeni dünyada insanları kendine bağlayacak olursa onlara sadece acı çektirecekti.

 

Yine de Yurine’yi sinirlendirmek istemişti çünkü sinirlenince tatlı oluyordu. Yurine’nin kızarmış suratına bakıp gülümsedi.

 

“Prenses de külkedisini tanımıyordu ama biraz dans etti diye âşık olup onunla evlendi. Demek ki tanımaya gerek yokmuş...”

 

Yurine arabanın tavanını tekmeliyordu. Yu istediği gibi onu sinirlendirmiş ve yüzünün aldığı tatlı şekli görmüştü.

 

“Rahmetlinin arkasından böyle konuşuyoruz da günah yazmıyordur umarım.”

-------------------------

Meç: Rapier.

 

01.02.20222 – 02:33






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44356 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr