Cilt 2 - Bölüm 26: Arena Oyunu (2/2)

avatar
404 4

Start - Kapının Ardındaki Dünya - Cilt 2 - Bölüm 26: Arena Oyunu (2/2)


“Çok para istediler ya.”

 

Faturasını Lylphia’ya kestireceklerdi ama tuttukları iki ressam Yu’dan on altınlık bir ön ödeme almadan işe başlayamayacaklarını söylemişti.

 

“Ulan on altın ne demek? Gerçi, aslında, ikisine de beşer altın… Çok pahalı da sayılmaz sanırım. Asıl parayı akademiden alacaklar.”

 

Ressamları bulduktan sonra maçların oynanacağı saate kadar gövde mahallesinde dolaşmışlardı. Şimdi de arenaya gidiyorlardı.

 

“Bugün kendimi halsiz hissediyorum.”

 

“Yorgunluğunu şifa büyüsüyle unutturmak mümkün ama bu kısa süreli olur ve daha sonra yorgunluk, daha şiddetli bir şekilde çarpar. Zihin yorgunluğunu iyileştirebileceğimden emin değilim.”

 

Yurine yine kaldırımın kenarından yürüyordu, Yu onu tutup kendine çekti.

 

“Krizlerim esnasında zihnimi rahatlatıyordun.”

 

“Bu benim için bile beklenmedikti. Şifa büyümle bunu yapabileceğimi sen dediğin zaman öğrendim.”

 

“Ah… Sanki şansa bala yaşıyormuş gibi hissediyorum.”

 

Yaşadığı her şeyi düşününce hissetmek kelimesi yetersiz kalıyordu. Hem Birinci Dünya’da hem de İkinci Dünya’da tamamen şans eseri hayatta kalmıştı.

 

“İlaç alsana,” dedi Yurine. Yu’nun kıyafetini çekiştirmişti.

 

“Benim için endişelenmene sevindim ama mesele para değil, sanırım.” Hâlâ Rolderhelm’deki bir insanın kazanmak için yaklaşık bir yıl boyunca çalışması gereken paraya sahipti. “Ben sadece iğreniyorum.”

 

Bu dünyadaki ilaçların bünyesine nasıl etki edeceğinden habersiz olduğu gibi orta çağda ilaçların üretildiği koşul ve malzemeler hakkında bildikleri onu bu dünyada ilaç kullanmaktan uzaklaştırıyordu.

 

“Nasıl yani?”

 

“YouTube’da bir video izlemiştim, orta çağda eczacıların iğrenç maddeleri kullanarak ilaç yapıldığı bilgisini içeriyordu.”

 

“Sıçan dışkısını falan mı-”

 

“Devamını dinlememe gerek yok, teşekkürler.”

 

Kendi dünyasındaki ilaçlar nasıl yapılırdı bilmiyordu ve onlar da iğrenç olduğunu düşündüğü malzemelerden yapılıyor olabilirdi ve böyle olmasına da şaşırmazdı.

 

Ama kendi dünyasında iğrenç olduğunu düşündüğü malzemelerin modern teknoloji ile işleneceğini bildiğinden o ilaçları kullanmakta sorun görmüyordu.

 

“Tabii ki de tüm ilaçlar böyle saçma malzemelerle yapılmıyor. Bitkisel şeyler de var, annem yapıyordu.”

 

“Hmm… Bilmiyorum, sonra bakarız.”

 

“Hastaysan ilaç kullanmalısın.”

 

Yu gülümsedi, Yurine’nin ilgisinin ilaç gibi geldiğini söyleyebilirdi.

 

“Benim hakkımda sahiden endişeleniyorsun, değil mi?”

 

“Wha… Wha! Saçma sapan konuşma!”

 

Yurine, Yu’nun ayağına bastı. İsteseydi vücudundaki mana sayesinde Yu’nun canını gözyaşı akıtacak kadar yakabilirdi ama sadece hafifçe tepkisini gösterdi.

 

“Yurine, ben seni seviyorum.”

 

Şimdiye dek sevdiği üç insan olmuştu. İlk ikisi ablalarıydı, üçüncüsü de Yurine.

 

“Hepsiyle bir şekilde aile bağımın olması tesadüf mü?”

 

Yu sevgisini ablalarına ifade ederken hiç çekinmezdi, bunu diğer insanların yanında yapmakta da sorun görmüyordu. Olumsuz duygularını içine atan biri olsa da böyle şeyleri rahatça belirtebilen birisiydi.

 

Üzerlerindeki bulut kısa süreliğine güneşin önünden çekildi, bir başka bulut güneşi tekrar kapatana dek Yurine hiçbir tepki vermedi, sadece olduğu yerde durdu.

 

“Bu şimdiye dek kendimi en ‘baba’ hissettiğim andı.”

 

Çevredeki insanların seslerini o ana dek fark etmemişti, Yurine yürümeye başladığında çevredeki gürültüyü ve o gürültünün sebebi olan kalabalığı ilk kez fark etti.

 

Yurine hiçbir şey demeden Yu’nun yanında yürümeye devam etti. Yu en azından bir tepki elde etmeyi isterdi çünkü sessizlik, duyulabilecek kötü cevaplardan birisiydi.

 

Yurine’nin sessizliğinin ne anlama geldiğini uzun süre düşünecekti. Onu sevmek istemediği için mi susmuştu? Yoksa utandığı için mi? Belki de sadece şaşkınlıktı ama Yu’nun aklı ilk seçeneğin ellerinin arasındaydı.

 

Yurine’nin kendisini bir şekilde sevdiğini düşünse de bu şüpheyi aklından atamayacaktı.

 

Biraz daha yürüdükten sonra daha kalabalık bir meydana girdiler, burada maçların oynandığı arena vardı.

 

“Tek kapısının olması kötü olmuş, yankesiciler için bildiğin cennet.”

 

Yu önlem olarak para kesesini göğsünün iç cebinde taşıdığından çalınacağından endişe etmiyordu ama bu ortamda Yurine’yi kaybedebilirdi, o yüzden bileğinden tuttu.

 

Aslında elini tutmayı tercih ederdi ama bu konuda ilk adımı Yurine’nin atmasının daha sağlıklı olacağına inanıyordu.

 

“Marino bizi nerede bekliyor acaba? Umarım ilk biz gelmemişizdir, beklemekten hoşlanmıyorum.”

 

“Ben de bir yere oturmak istiyorum.”

 

“Seni omzumda taşımamı ister misin?”

 

Yurine önce düşündü, sonra yanaklarını şişerek “Hayır,” dedi.

 

“Bu kalbimi kırdı. Güzel bir baba kız aktivitesi olurdu.”

 

“Kendini bu işe fazla kaptırıyorsun.”

 

Yu cebinden Marino’nun ona yolladığı mektubu çıkardı. Mektupta koltuklarla ilgili bir şeyler yazıyordu. Mektubu açar açmaz istediğini buldu, iki koltuk numarası vardı. Tek bilet olmasına rağmen Yurine çocuk kontenjanından dahil olmuştu.

 

“İçeri geçip bekleyelim,” derken arenanın girişinde, kalabalığın arasında siyah teniyle dikkat çeken üç kişi gördü.

 

Marino Swann ve onun iki küçük kızı girişte bekliyordu. Marino onu fark ettiğinde elini havaya kaldırıp salladı.

 

“Bak, kızlarını da yanında getirmiş. Uslu olup arkadaş olursunuz artık.”

 

“Sen beni ne sanıyorsun? Ben yüce bir varlığım. Benim küçük çocuklar gibi oyun oynayacağımı mı düşünüyorsun? Ne kadar da ahmaksın.”

 

Yu, kibirli sözlerinin karşılığı olarak Yurine’nin yanağını sıktı. Onun oyun oynamasını istiyordu.

 

“Hoş geldiniz, Bay Valarfin. İçeri geçelim.”

 

Marino’nun iki eli de kızlarının elini tutmakla meşgul olduğundan elini uzatmadı. Arkalarından yürürken onları seyretmek kıskanmasına yol açıyordu.

 

Arenanın yarısından çoğu maçtaki takımlardan birinin kaybedeceğine kesin gözle bakılan Deniz Canavarları olduğu için boştu. Böyle bir karşılaşmada insanlar aradıkları heyecanı bulamıyordu.

 

Ön sıralardaki koltuklarına geçtiler. Etraflarında oturan insanlar olmadığı için Yu rahattı, maç başlayana dek birilerinin gelmemesini umdu.

 

“Bugün sizi biraz sıkkın gördüm,” dedi Marino. Yu’ya karşı her zaman olduğu gibi saygılıydı. “İyi misiniz?”

 

Başka bir gün olsaydı bu soruya iyiyim cevabını vererek geçiştirirdi.

 

Fakat bugün bir değişiklik yapmaya ve içindekileri dökerek rahatlamaya karar verdi.

 

“Değilim. Dün herifin biri bizi ihbar etmiş, o yüzden karakola gitmek zorunda kaldık ve üstüne şehirden çıkma yasağı yedik. Şehir dışına çıkmam gerektiği için sıkıntı olacak.”

 

“İhbar derken, ne yaptınız ki?”

 

“Kendi kızımı kaçırmışım.”

 

Marino bunu gülerek karşıladı. “Kendi kızınızı mı kaçırmışsınız?” Diyecek bir şeyler bulmak için ağzını açtı ama başka bir kelime çıkmıyordu.

 

“Bir hasmımızın sahte ihbarından başka bir şey değil. Zaten şehirden çıkma yasağı yememizin asıl sebebi bu değil, ihbarın sahte olduğu anlaşıldı çünkü. Asıl sebep muhafızlarla aramızda geçen küçük bir tartışma, o yüzden mahkemelik olduk.”

 

“Umarım sorun çıkmadan atlatırsınız. Eğer isterseniz mahkeme süresince seve seve yardım ederim.”

 

“Teşekkürler.”

 

Hâlâ onun yardımına muhtaç olmak istemiyordu, kimsenin yardımına muhtaç olmak istemiyordu. Yu Valarfin her işini kendisi görebilen bir insan olmak isterdi.

 

“Fakat öyle değilim, sürekli başkalarına muhtaç olan kötü bir insanım.”

 

Takımlar meydana çıkarken oyuncular seyircileri selamlıyordu. Vesthelm Fırtınası kendi taraftarlarını gülerek selamlarken Deniz Canavarları’nın selam vereceği pek seyircisi yoktu.

 

“Daha maça çıkar çıkmaz moralleri düşüyor, bu iş zor.”

 

Yu’nun kazanmasını umduğu takım olan Deniz Canavarları mavi bir kıyafetin üzerine tahtadan yapılmış kırmızı bir zırh giymişti. Vesthelm Fırtınası ise beyaz kıyafetin üzerinde bej rengi bir tahta zırh giyiyordu.

 

“En azından Vesthelm Fırtınası ile de anlaştım, eninde sonunda bu işten para alacağım.”

 

Arena Oyunu olarak adlandırılan bu oyunun farklı oynanış tarzları vardı. Kimi zaman her takımda on dört oyuncunun olduğu karşılaşmalar oynansa da bu oyunda her takımda yedi kişi yer alıyordu.

 

Oyuncuların kafasında bir kask ve kaskın üzerine bağlanmış bir tabak vardı ve bu oyuncular rakiplerinin tabaklarını kırarak puan kazanıyorlardı.

 

Takım kaptanlarının dört, diğer oyuncuların üç tabak hakkı vardı. Başlarındaki tabaklar kırıldıkça sahip oldukları hak kadar oyuna dönüş hakları vardı, bunun için kendi bayrak alanlarına dönerek yeni tabak almaları gerekiyordu.

 

Eğer bir oyuncu tüm tabak hakkını kaybederse oyun dışı olurdu ama bu kalan tüm süreyi oyun dışında geçireceği anlamına gelmiyordu.

 

Oyunda bir oyuncu, rakip takım oyuncusunun tabağını kırarsa ekstra bir tabak hakkı kazanırdı ve bu hakkı oyun dışı kalan oyuncuya verebilirdi.

 

Tabii bunu yapması kolay değildi. Bir tabak kırdıktan sonra karşı takımın bayrak alanına gitmesi, yeni bir tabak alması ve o tabağı kendi bayrak alanında bekleyen arkadaşına götürmesi gerekliydi.

 

Oyun karşı takımın tüm oyuncuları tabaksız kaldığında ya da kum saati ile belirlenen süre dolduğunda sona eriyordu.

 

Oyunun puanlama sistemi de kafa karıştırıcı olabiliyordu. Eğer takımlardan birinin tüm oyuncuları saha içinde tabaklarını kaybederse, tabak hakları olmasına rağmen yeni tabak almalarına izin verilmiyor ve mağlup oluyorlardı.

 

Eğer oyun bu şekilde değil de süre ile biterse kırılan tabak sayısı kadar takımlara puan yazılıyor ve jüriler kendi puanlarını açıklıyordu. En yüksek puanı alan takım kazanıyordu.

 

“Hayır, ben bilmem kaç asır ileriden gelmişim, asırlar boyu ilerideyim. Yirmi birinci yüzyılın bilgi ve kültürel birikimini taşıyorum. Benim bu bilgi birikimimden faydalanacakları yere gidip beni karakol köşelerinde süründürüyorlar. Benim beynim göçmesin de kim göçsün? Değer, kıymet bilmiyorlar.”

 

“Tam da oyun esnasında mı konuşacağın tuttu?” Yurine, Yu’nun kolunu çekiştirip susmasını işaret etti. “Oyunu izle.”

 

“İzliyorum ben, bir gözüm orada.”

 

Maçın birinci hakemi iki elindeki bayrakları havaya kaldırdı, kırmızı ve sarı bayrakları geri indirmesiyle beraber oyun başladı.

 

Her takımdan bir kişi bayrak alanını korumak için geride kalmıştı. Çünkü rakip takım oyuncusu bir tabak kırarsa kendi bayrak alanına kazandığı tabağı, yani puanı götürmek için rakibinin bayrak alanına girmek zorundaydı.

 

O alana girişi engellemek için de bayrak alanlarında oyuncular olurdu. Eğer rakip oyuncu karşı takımın bayrak alanına girmeyi başarırsa orada dokunulmazlık kazanıyordu.

 

Maçın başlangıcı sakindi. İki takım da hafifçe kılıçlarını çarpıştırıyor ve birbirlerini yokluyorlardı, henüz hiçbir takım baskı kurmayı denememişti.

 

Derken hiç kimsenin beklemediği bir anda Vesthelm Fırtınası takımının kaptanı, önündeki rakibi kalkanı ile itti ve yere düşmesini sağladı. Asıl rakibi yerdeyken kendisinden birkaç adım ötede takım arkadaşı ile dövüşen bir başka rakibinin üstüne atladı. Deniz Canavarları oyuncusu kendini savunma fırsatı bile bulamadan kafasına yediği tahta kılıç ile birlikte tabağını kaybetti.

 

Tabağını kaybeden oyuncunun iki hakkı kalmıştı, yeni bir tabak alıp oyuna devam etmek için kendi bayrak alanına doğru koşmaya başladı fakat ilk rakibi ondan daha hızlı koşarak önüne geçti.

 

Bu esnada Deniz Canavarları’nın bayrak alanında oyunu izleyen Patrick Lorren küfür ediyordu.

 

“Tüm rakip tabaklarını kırarak hızlıca oyunu bitirmeyi deniyorlar,” dedi Marino.

 

Kurallara göre tabaksız oyuncular saldırıya geçemez, sadece savunma yapabilirdi ama bu savunma esnasında karşısındaki oyuncunun tabağını kırma şansı vardı.

 

Vesthelm Fırtınası oyuncusu bu riski göze aldı ve rakibinin yeni bir tabak almasını engellemek için karşısında durarak ona saldırmaya başladı.

 

Saldırısının amacı onu geri itmek ve diğer takım arkadaşları rakibin tüm oyuncularının tabaklarını kırana dek oyalamaktı.

 

Deniz Canavarları oyuncusu zor durumdaydı, eğer yanlışlıkla hakemlerin hücum olarak adlandıracağı bir hamle yaparsa faul yapmış sayılacak ve temelli maç dışı olacaktı.

 

Vesthelm Fırtınası oyuncusu bunu bildiği için daha cesurdu ve rakibinin üzerindeki baskısını sürekli arttırıyordu. Rakibi ileri doğru adım atmayı denedikçe kalkanı ile onu itiyor, sürekli önünü kesiyordu.

 

Rakibi cesur hamlelerle onu geri iterken Deniz Canavarları oyuncusu da çaresizce rakibinin başındaki tabağı kırabilmek için bir an bekliyor, bazen kendini hücuma geçmekten son anda alıkoyuyordu.

 

Hakemlerden birisi de Deniz Canavarları oyuncusu hatalı bir hamle yaparsa bayrağını kaldırmak için onların yanındaydı.

 

Arenanın bir başka köşesinde ise bir diğer Vesthelm Fırtınası oyuncusu, kendi rakibinin tabağını kırmayı başarmıştı. O oyuncu da tabaksız kalan rakibini bayrak alanına gitmesine engel olmaya çalışıyordu.

 

Deniz Canavarları geriye düşerken Vesthelm Fırtınası bir atak daha yaptı. Takımın sahibi, bayrak alanında bekleyen oyuncuyu oyuna dahil etti ve oyuna dahil olan oyuncu yine bir rakip tabağı kırdı.

 

“Bay Lorren ço~k sinirli gözüküyo~r.”

 

Patrick Lorren’in yüzü sinirden kırmızıya dönmüştü, bayrak alanında yeri tekmeleyip küfürler savurarak çıldırıyordu.

 

“Yazık, sahiden de Deniz Canavarları kazansın istemiştim.”

 

***

 

“Oha lan, keşke başka bir şey isteseydim.”

 

Deniz Canavarları oyunun ikinci yarısında atağa geçmiş ve oyunu çevirmişti. Sürenin dolmasıyla beraber jüri oylamasına gidilmiş ve az bir farkla Deniz Canavarları galip gelmişti.

 

“Ben bile kazanmalarını beklemiyordum, helal olsun.”

 

Jüri oylamasında az bir farkla galip geldikleri için Patrick Lorren, Ryuta Yong’un sayesinde kazandıklarını düşünecekti ama aslında oyunu bileklerinin hakkıyla kazanmışlardı.

 

“Güzel oynadılar, yalan yok hak ettiler maçı ama benim bahis yandı tabii.”

 

“Yahu adam, borcun var hâlâ kumar mı oynuyorsun? Bulaşma bir daha böyle işlere.”

 

“Özür dilerim, bu sondu ve ben dersimi aldım. Bir daha asla oynamayacağım.”

 

Maçın ardından arenadan çıkmış ve bir parka geçmişlerdi. Marino’nun kızları Yurine ile oyun oynamaya çalışıyordu ama Yurine onlara yüz vermeden Yu’nun yanında sessizce oturuyordu.

 

“Her neyse, sizinle vakit geçirmek güzeldi. Benim şimdi halletmem gereken bazı işlerim var, sonra görüşürüz Bay Valarfin.”

 

“Görüşürüz.”

 

Marino oturdukları masadan kalktı ve kısa sürede insanların arasında kayboldu.

 

“O veletlerin gitmesi iyi oldu.”

 

“Değil mi? Sonunda senin istediğin gibi baş başa kaldık.”

 

“Cıvıma!”

 

Yurine ayağa kalkıp Yu’nun karşısına dikildi.

 

“Burada ne yapacağız? Hemen o piçin oğlunu bulup intikam almak istiyorum.”

 

“İntikam, ha?”

 

Yu amaçlarının sadece zamanı geri sarmak olduğunu düşünüyordu, işin içine bir de intikam mı girecekti?

 

“Tabii ki de girecek. Peki, intikam almak benim sorumluluğum mu?” Yurine, kendisinden çok daha güçlüydü ama hâlâ bir çocuktu ve yalnız başına ilerleyemezdi. “Peki, bunun adı intikam mı yoksa adalet mi?”

 

Eğer tahmin ettiği gibi iş Mora’ya kadar uzanırsa ortada uzun bir intikam listesi olabilirdi.

 

“Ne oldu? Ne olmasını bekliyordun?”

 

“Bir şey olmadı.”

 

İntikam hakkında konuşmak istemedi. Tutamayacağı sözler vermek istemiyordu.

 

Masadan kalktı, Yurine ile birlikte parktan çıktı ve gövde mahallesindeki bir başka mekâna, sarayın yakınlarındaki kütüphaneye yöneldi.

 

Orta çağ genel olarak sıkıcıydı ve bir sürü boş vakti vardı, genelde bu vakti halka açık olan kütüphanede geçiriyordu.

 

“İntikam mı, adalet mi? Ve ben adaleti sağlama hakkına sahip miyim?”

 

Bulutlar güneşin önü bir açıp, bir kapatırken düşünmeye devam ediyordu.

 

“Rie’yi öldüren kimdi? Bu…” Keder, diyerek vicdanındaki yükü atmak istemiyordu ama tek suçlunun o olmadığı barizdi. “Benden başkası değildi. Ben öldürdüm, diğerlerini öldürdüğüm gibi. Satoshi de benim yüzümden, nasıl onun suçluluğundan kaçtım ki? Camaeron da öyle. En kötüsü… Ablalarım bile…”

 

Halsizlik yüzünden moralinin düşmesi onu düşünmek istemediği şeyleri düşünmeye itiyordu.

 

“Durup dururken aklıma gelen düşünceler… Zamanı nasıl geri alabilirim ki? İntikam alınacaksa ilk kendimden almam gerekmez mi? Her şey sanki birbirine giriyor.”

 

Ne yapacağını ya da ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Sadece yürümeye devam etti.

 

En nihayetinde Yu Valarfin sadece yürüyordu.

-------------------------

15.01.2022 - 15:12






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44356 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr