Cilt I - Bölüm 1: Kapının Ardındaki Dünya

avatar
968 10

Z (ESKİ) Start Again: Mutlu Son İçin - Cilt I - Bölüm 1: Kapının Ardındaki Dünya


CİLT I: KAPININ ARDINDA HARİKA OLMAYAN BİR DÜNYA VAR

BÖLÜM 1: KAPININ ARDINDAKİ DÜNYA

“Bir saat sonra on dokuz yıl olacak ve hala anlayamıyorum: nasıl oluyor da giydiğim her şey üzerimde mükemmel duruyor?”


Bir elini aynanın üstüne koymuş, diğer eli ile giydiği siyah ceketinin yakasını düzeltiyordu. Aynadaki görüntüsünü hayranlıkla seyreden bu kendini beğenmiş gencin adı Yu Valarfin’di. Aynanın karşısında farklı pozlar verirken kendini övmeyi asla ihmal etmezdi.


Yu: Tanrı’nın ustalık eseri olmalıyım, başka açıklaması olamaz.


Kendi etrafında bir tur döndükten sonra aniden durdu ve parmaklarını düzgün kesilmiş kahverengi saçlarının arasından geçirip başka bir poz daha verdi.


Gece saat on biri gösterirken Yu’nun aynanın karşısına geçmiş hazırlanıyor oluşunun sebebi tabi ki de narsist olduğu için değildi. Beş dakika önce yetimhaneden gelen bir telefon çağrısı Yu’yu bu saatte dışarı çıkartan şeydi. Bir başkası arasa muhtemelen gecenin köründe dışarı çıkmak istemediğinden reddederdi fakat çağrı kendini borçlu hissettiği bir yerden geldiğinde reddetmek çok zordu.


Aslında Yu bir yerlere bağlı kalmaktan hoşlanıyor değildi. Elbette hayatı boyunca çok sevdiği ve tüm ömrünü beraber geçirmek istediği kişiler olmuştu ama bir mekana bağlılık onu rahatsız ediyordu. Bu yüzden yetimhane ile bağlarını koparmak istemişti fakat ablaları bu bağların kopmasına izin vermemişti.


Yetimhaneden ayrıldıktan sonra ablaları ile yaşamayı başlamış ve ablaları orayla bağlarını koparmak istemediğinden Yu da bağlarını kopartamamıştı. Arada sırada, genellikle çocuklar için tiyatro oyunları ya da yardım toplama gibi gönüllü hizmetler için yardım lazım olduğunda Yu ve yetimhanenin diğer eski sakinleri aranırdı. Ablaları bu çağrıya uydukları için Yu da onların hatırına bu çağrıyı reddetmezdi.


Orayı sevdiği söylenemezdi. Nefret ediyor da değildi fakat “seviyorum” demeyi de istemiyordu. On yaşına henüz basmadığı zamanlarda oradan ölesiye nefret ediyordu. Yani, tamamen denemese de çoğunlukla nefret ediyordu. Yetimhanede yaşayan diğer arkadaşları pek umurunda değildi fakat ablaları Ryu ve Myu oradaydı ve onlar orada olduğu için Yu orayı birazcık seviyordu. Tabi bu sevginin boyutu genel tablonun içinde oldukça küçük bir yer kaplıyordu.


Yu’nun onuncu yılından sonra yetimhaneye Yu’nun şimdiye dek tanıdığı en nazik insanlardan biri olan yeni bir müdür gelmiş ve orayı Yu’nun ve diğer çocukların sevdiği bir yer haline getirmişti. Yine de küçükken yaşadığı şeyleri sonradan güzel anılar edindi diye kolayca unutması mümkün değildi.


Yu: Gerçi gecenin on birinde aramaları normal bir durum değil. Belki de bana bir doğum günü partisi hazırlıyorlardır.


Gecenin bu saatinde aranmasına bir anlam yüklemeye çalışıyordu. Doğum günü partisi aklına gelen ilk fikirdi ama inandırıcı değildi. Ağustosun otuzu olmasına henüz bir saat vardı ve kimse gece 00.00’da birisine doğum günü partisi düzenlemezdi.


Peki, bunun için değilse ne için? Yu neden çağırıldığında dair bir yanıt bulamıyordu. Aklına gelen ilk fikirlerden biri acil bir durum için arandığıydı. Acil bir durum, neden birisini gece saat on birde aradığınıza dair güzel bir açıklama getiriyordu. Ama böyle bir şey olsaydı da bunu telefonda söylemezler miydi? Telefondaki ses acil durumun içindeki birisine göre oldukça sakindi.


Yu: Acele etmeli miyim?


Sırt çantasını almak için koridorun sonunda yer alan odasına girdi. Bir süredir o odada uyumuyordu. Daha doğrusu uyuyamıyordu. Salon onun uyumak için kullandığı yerdi, kendi odasını sadece eşyalarını koymak için kullanıyordu. Bunun sebebi de orada uyumasına gönlünün izin vermemesiydi. Ve gönlünün izin vermeme sebebi de o odanın yanında bulunan başka bir odaydı. Yu, kendi odasında bulunduğu sırada kendisini tıpkı o oda gibi boş hissediyordu. Hayır, yalnızca odasında bulunduğu zamanlarda değil, uzun bir süredir kendisini boş hissediyordu; yaşamak için edindiği sebebi elinden alınmış, görünüşten ibaret boş bir kabuk.


Tabi gururu, boş bir kabuk olduğunu asla kabul etmeyecekti. Ne şimdi ne de daha önce, Yu kendisini aşağılamak gibi bir girişimde bulunmuştu. Kendisini küçük görmek, gururunu bir kenara atmak ve başarısız biri olduğunu düşünmek Yu’nun yapabildiği şeylerden değildi.


Yine de, bu boşluk hissini ne kadar reddetmek istese de orada olduğu gerçeğini değiştiremezdi. Göğsünün içinde yer alan karanlık bir çukur gibiydi, sürekli orada bulunuyor, asla gitmiyor ve sürekli ama sürekli, asla doymak bilmeksizin içine bir şeyleri çekiyordu.


Boşluğu doldurabilmek, daha doğrusu unutabilmek adına çok fazla çabalamıştı. Çabaları ise boşluğu unutmak konusunda hiçbir işe yaramamıştı. Yaptığı her şey o karanlık çukurun içine düşmüş ve kaybolmuştu.


Çalışkan olmak, daha fazla çalışmak artık Yu’ya hiçbir anlam ifade etmiyordu. Zihni oldukça berbat bir durumdaydı ve bu durumdan kurtulabilmek için farklı yöntemler deniyordu. Sıklıkla uyguladığı yöntem kendini beğenmişliğiydi. Yu, etrafını saran yalnızlıktan kurtulabilmek için kendini başkalarına ihtiyaç duymadığına, zaten mükemmel olduğuna ikna etmeye çalışıyordu. Bu çaba da nafileydi.


Çantasını sırtına takıp odasından çıkarken yan taraftaki odaya son bir kez göz attı. İçerisi hala dört ay önce olduğu gibi duruyordu. Tabi ki de Yu, her hafta bir kez odayı büyük bir özenle, mümkün olduğunca eşyaların yerini değiştirmeden temizleyip havalandırmayı ihmal etmiyordu.


Titreyen kalbinin kendisine zarar vermesini engellemek adına hızlandı ve evin kapısının önüne geldiğinde arkasını dönüp bir kez daha aynaya baktı. Asılmış yüzüne kibirli bir gülümseme yerleştirebilmek adına yanaklarını ovuşturdu. Telefonunun sarjını evden çıkmadan önce her zaman yaptığı gibi kontrol etti. Ardından arka cebindeki cüzdanını çıkardı ve içerisinde bir miktar para ile kimliği olduğunu doğruladı. En sonda da elindeki anahtara baktı.


Tüm hazırlıkları tamamladığından emin olduğunda beyaz spor ayakkabılarını giydi ve evin kapısını açtı.


Yu: Ha?


Kapı açıldığı gibi geri kapandı.


Yu arkasını dönüp kapının karşısında duran aynaya bir kez daha baktı. Karşısında ne asık bir surat ne de gülümseyen kibirli bir yüz duruyordu. Yalnızca şaşkın bir çocuk, az önce yaşanan şeyi idrak etmeyi deniyordu.


Kapının dürbününden dışarıya bakmayı denedi. Her zaman görmeye alışık olduğu üzere karşı komşusunun kapısı orada duruyordu.


Yu: Göz yanılmasıdır, herhalde.


Elini kapı koluna koydu ve açmadan önce biraz bekledi. Bunun beyninin ona oynadığı bir oyun olduğuna inanmıştı fakat yüreğinde beliren anlık heyecan o anda aklına türlü fanteziler getirdi. Yavaşça kapı kolunu aşağı indirdi ve kapıyı tekrar açtı.


Komşusunun her zaman görmeye alışık olduğu kapısı orada değildi.


Hiç görmediği bir sokak karşısında uzanıyordu. Günümüz şehirlerinin modern görünüşünde değildi. Bir köye ait de denemezdi. Uzun sokak orta çağ temalı evlerle döşenmişti. Hiç alışık olmadığı tarzda kıyafetler giymiş birkaç kişi kaldırımlarda yürüyordu.


Kapıyı sertçe kapattı. Tekrar arkasını döndü ve aynadaki yüzüne baktı. Şaşkınlığı şimdi daha da artmıştı. Yanaklarını birkaç kez tokatladı, ateşi olup olmadığına bakmak için elini alnına koydu, telefonunun saat on bir sıfır sekizi gösteren saatine baktı, hala dünyada olup olmadığını kontrol etmek amacıyla mobil veriye bağlandı. Bağlanır bağlanmaz gmailden iki bildirim geldi, evet, hala dünyadaydı.


Yu: Şaka mı yapıyorlar? Beni saat on birde çağırmalarının sebebi bu muydu?


Bunun bir şaka olma ihtimali var olan en yüksek ihtimaldi, yine de akla pek yatmıyordu.


Yu: Kim bu kadar büyük bütçeli bir şaka hazırlar ki?


Dar bir apartmanın içinde geniş bir sokak inşa etmek hem fizik kurallarına aykırıydı hem de ne bir Yotuber ne de bir televizyon kanalını bir şaka için, özellikle hiçbir tanınırlığı olmayan sıradan bir vatandaşa bu şakayı yapmak için bu miktarda bir emek ve bütçe ayıracağını zannetmiyordu.


Ayakkabılarını çıkardı ve kendi sokağını kontrol etmek için evinin penceresine koştu. Hala aynı sokak oradaydı. Çirkin bir köpek araba lastiğine işiyor, birkaç medeniyetsiz keko anırarak konuşurken camının altından geçiyordu.


Yu: Bunun bir rüya olmadığından eminim, görüş alanımın kenarları bulanık değil ve özgürce düşünebiliyorum. Öyleyse…


Tekrar kapının karşısına geçti. Derin bir nefes aldı. Dışarıya çıkmak ve çıkmamak arasında gidip geliyordu.


Yu: Aslında bu çoğu insanın hayalini kurduğu bir şey. Tabi dışarı çıkarsam geri dönememe durumu da var.


Geri dönemezse- önemli değildi. Yoksa önemli mi? Karar vermek zordu. Ya kapıyı açtığımda orada olmazsa? Hangisi daha iyiydi, bilemedi.


Yu: Eğer dönemezsem…


Artık kendisini bu dünyaya bağlayan çok fazla şey olmadığına inanıyordu. Bu dünyada değer verdiği her şey tatlı anılara dönüşmüştü. Tüm çalışkanlığı, tüm çabaları tek bir şey içindi ve artık o şeyin önemi kalmamıştı.


Dışarı çıkar ve dönemezse bu eve, o odaya ne olacağını merak ediyordu. Oranın kullanılmasa dahi bakımsız kalmasını istemiyordu ve onlara duyduğu bir saygı nişanesi olarak orayı eski halinde tutmak, bunu sonsuza dek sürdürmek imkansız olsa da kendine verdiği bir görevdi.


Yu: Pekâlâ, bir göz atıp geri döneceğim.


Ayakkabılarını tekrar giydi ve kapının kolunu yavaşça aşağıya indirdi. Kalbinin atış hızı artmıştı. Kapı açıldığında kendisini aynı sıkıcı manzaraya bakarken bulmaktan korkuyordu. Kendini böylesine hazırladıktan sonra hayal kırıklığına uğramak istemiyordu. Şu anda da içinde kendisini huzursuz eden şeyler vardı, başı evi terk etmenin vereceği vicdan azabı çekiyordu ama bu hisleri görmezden gelmeyi denedi.


Ve oradaydı. Bu sefer sokakta hiç kimse yoktu. Gökyüzünde dünyadakine nazaran çok daha fazla yıldız vardı ve hilal şeklindeki ay dünyadaki aydan çok daha parlaktı.


Yu: Şimdi düşündüm de, burası ya büyülü bir dünyaya açılan bir kapı değil de bin yıl öncesinin orta çağına açılan bir kapıysa? Kendimi sıkıcı bir dünyada bulmak istemem.


Orta çağda hapsolmak istemiyordu. Özellikle kara veba gibi bir döneme denk gelirse uzun süre hayatta kalamazdı. Gerçi onun düşündüğü bu değildi. Gerçek düşüncesi: büyülü bir dünyada çok fazla potansiyel var fakat sıradan bir orta çağda sıkıcı bir hayattan başka bir şey bulamam’dı.


Yu: Bunun haricinde büyülü bir dünyanın da kendine ait sakıncaları var. Ya burası Dark Souls seviyesindeyse? Ya hiçbir büyülü gücüm olmazsa?


Kapı büyülü bir dünyaya açılsa bile içerisinde kendine ait kuralları olmaydı. Herkesin büyülü güçlerle donatıldığı bir dünya olsa bile Yu sıradan bir insandı ve sıradan bir insan olarak ne yapabilirdi ki?


Önünde gördüğü bu dünya kaybolacak korkusuyla gözünü kapatmaktan dahi korkuyor, hemen oraya girmek istiyordu. Ama hala içinde karşı koyulamaz bir kuşku vardı. Ya pişman olur fakat geri dönemezsem? sorusu aklını kurcalamaya başladı. Kendini bu dünyada sevdiği bir şey kalmadığına inandırmak istese de gelecekte böyle düşüneceği, hatta şu anda da böyle düşündüğü kesin değildi.


Yu: Dönmeli ve yanımda eşya götürmeli miyim?


Yanına almak isteyeceği eşyaları elbette vardı. Geri dönüp bu eşyaları almasına engel olan şeyse ya döndüğümde önümdeki dünya yok olursa korkusuydu, bu yüzden bu fikri aklından uzaklaştırdı ve kapıdan dışarıya ilk adımını attı. Bir eli hala kapının kapanmasını engellemek için orada dururken diğer ayağını da dışarıya çıkardı. Şimdi tanımadığı bu sokaktaydı.


Bir anda, içini derin bir pişmanlık kapladı ve geri dönme isteğini engelleyemez duruma geldi. Bu pişmanlık bilinmezliğin getirdiği korku hile harmanlanmıştı. Geri dönmek ve seçimini tekrar gözden geçirmek için arkasını döndüğü anda kapı şiddetle kapandı ve aynı anda gözden kaybolarak Yu’yu dışarıda bıraktı.


Tamamen bir başına, bilmediği bu dünyada kalakalmıştı. Artık geri dönüş yolu kapandığı için yaptığı seçimden daha da büyük bir pişmanlık ve korku duymaya başladı. Hızlanan kalp atışlarını bastırmayı denermiş gibi elini kalbine götürdü. Etrafına bakıp bir dönüş yolu aradı. Yabancı bir sokaktan fazlası yoktu.


Yu: Ne yaptım ben?


Bunun bir şaka olmasını istedi. Eyleminin ne kadar aptalca olduğunu tam anlamıyla yeni idrak etmeye başlamıştı.  Lütfen bir şaka olsun, diye geveledi yerde çömelirken.


Yu: Bu kadar aptalca bir şeyi…


Nasıl yaptığını kendisine soruyordu. Derin nefes alıp vererek kendini sakinleştirmeyi denedi. Yutkundu, ardından tekrar yutkunma isteği gelince tekrar yutkundu. Bunun bir rüya olma ihtimalini tekrar düşündü, ayağa kalkıp gerçekliği kontrol etmek amacıyla birkaç kez zıpladı. Dizlerine binen yükü hissettiğinde bunun gerçek olduğunu kabullendi.


Yu: Tamam, endişelenmek işe yaramayacak o yüzden başlangıç eşyalarına bakalım.


Sırtındaki çantada neler olduğunu biliyordu, yine de kontrol etmek için açtı.


Yu: Yedek tişört, don ve eşofman. Kültürel amaçlarla kullanılması planlanan bir dergi, bir kitap, bir şişe su, sihirbazlık gösterileri için bir kart destesi, fındıklı çikolatalı gofret, deodorant… epilepsi ilacı.


Bunu tamamen unutmuştu. Uzun süredir nöbet geçirmiyordu ama ilaç bitince ne olacaktı? Bu dünyada epilepsi ilacı var mıydı? Yanındaki onu sonsuza dek idare edemeyecekti ve bir kriz gelirse oldukça zor bir durumla karşı karşıya kalacaktı.


Yu: İnsanlar modern ilaçlardan önce ne yapıyorlardı?


Büyülü bir dünyadaysa belki iyileştirme büyüsü diye bir şey olabilirdi ve bu sayede Yu’nun endişeleri kaybolurdu. Fakat hastalığını hiç düşünmeden buraya atlaması aptallıktan ötesi değildi.


Bunun haricinde çantasında olan şeyler bunlardan ibaretti. Olurda ihtiyaç olursa diye orada tuttuğu yedek kıyafetleri gecelik olarak kullanabilirdi. Zaten sokakta eşofman ya da waifu resimli bir tişörtle gezmek istemiyordu. Dergi de… elde tutmakta fayda vardı.


Yu: Telefonumun sarjı yüzde doksan yedi. Maksimum bir haftaya kapanır bu yüzden satıp kurtulmalıyım.


Diyerek telefonu saat on bir on bir de kapattı ve cebine koydu.


Yu: Kimlik, okul kartı, banka kartları ve üç fotoğraf. Ayrıca az miktarda, burada bir işe yaramayacak olan kâğıt para. Burada önemli olan tek şey fotoğraflar. Peki peki peki. Başlangıç için o kadar fena değil, telefonu sat ve kalacak bir yer ayarla, ilk görev bu.


Biraz düşündükten sonra, düşünce tarzının çok tehlikeli olduğunu fark etti. “Görev” kelimesi bunu oyunmuş gibi düşünmesine yol açıyordu ve bu dünyayı oyun olarak düşünürse uzun süre yaşama imkânı bulamayabilirdi.


Yu: Kendime not, bu bir oyun değil. En azından süper güçlerimi öğrenene dek öyle değil.


Yu: Bu arada, içinde bulunduğum karamsar durumdan çok çabuk kurtuldum, hangi dünyada olduğum fark etmiyor, daima muhteşemim.


Yumruğunu sıkarken tatminkâr bir gülümseme yüzüne yerleşti. Karamsar halinden tamamen kurtulmuş değildi, içinde hala kötü bir his vardı ve aklının bir yarısı hala kendi dünyasındaydı. Buna rağmen kendini hızlı bir şekilde toparladığı doğruydu.


Yu: Sabah olsaydı daha iyi olurdu, herhangi bir konaklama mekanının cebimde beş para yokken beni kabul edeceğini zannetmiyorum… hassiktir!


Yu, belki de en önemli şeyi unutmuştu. Bu şey, para, konaklama ya da büyülü güçlere sahip olup olmamasından çok daha önemliydi. Buradaki insanlar ve Yu, aynı dili mi konuşuyordu?


Eğer dil farklılığı varsa, bunun basit bir lehçeyle sınırlı olmasını isterdi. Ya da en azından İngilizce olsa kendini başka insanlara ifade edebilir, hatta bir süre sonra akıcı bir şekilde sohbet edebilirdi. Ama tamamen kurgusal farklı bir dil konuşuyorlarsa, hiç bilmediği bir dili öğrenmesi zordan da zordu.


Normalde yabancı dil öğrenen insanlar bunu kendi ana dilleri üzerinden yaparlardı ve İngilizce ya da farklı bir dili öğrenmek için kendi ülkesinden giden insanların da bir temeli olurdu. En azından “Evet,” “Hayır,” “Merhaba,” gibi şeyleri biliyor olurlardı.


Buradaki insanlar yabancı bir dili konuşuyorlarsa ve eğer Yu’dan önce buraya gelen başkaları yoksa, Yu’nun bu dili öğrenme şansı çok düşüktü. Elbette imkansız değildi ve bu dili konuşmak zorunda kalacağı için zamanla öğrenirdi fakat hala çok zordu. Özellikle farklı bir grameri konuşuyorlarsa isimleri ve fiilleri öğrenebilse dahi grameri öğrenebilmek tek başına çok zor olurdu. Gramer, Yu’nun düşünme sistemini belirliyordu ve bu durumda kendini farklı bir şekilde düşünmeye zorlaması gerekecekti. Bunu da deneme yanılma yoluyla yapacaktı.


Yu: Dil sorununu aşamazsam sokakta dilencilik yapmaktan ileriye gidemem.


Farklı bir dil konuşuyorlarsa Yu burada sağır ve dilsiz olacaktı. Ne telefonunu satabilir ne de konaklayacak bir yer ayarlayabilirdi.


Belki biraz iyimser olmayı denemeliydi. Okuduğu bir kitapta bir uzaylı ırkı dil sorunu aşmak için kulaklarının ve ağızlarının içine bir böcek sokuyorlardı. Yu vücudunda dolaşan bir böcek olmasını istemezdi ama böyle bir yöntem varsa kullanmaktan başka şansı yoktu.


Şimdilik düşünmek dil sorununu çözmeyeceğinden etrafı araştırmaya karar verdi.


Binalar bakımsız değillerdi ve dikkatli bakınca filmlerde gordüğü ortaçağ binalarına göre daha modern gözüküyorlardı. Yapıların konumlarına ve sokağın düzenine bakılırsa Yu buranın bir şehir ya da büyük bir kasaba olduğunu söyleyebilirdi. Ayrıca burnuna gelen deniz kokusu da vardı.


Yu: Öyleyse kıyı bölgesindeyiz. Şehir merkezini mi aramalıyım yoksa denizi mi bulmalıyım?


Kendisini bir kayıp olarak nitelendirirse, önce denizi bulması şehir merkezini bulmasından daha kolay olabilirdi. Üzerinde bulunduğu yolu takip ederek yürümeye başladı. Mümkün olduğunca bu geniş yolu takip etmek istiyordu. Ara sokaklara girmek gibi aptalca bir şeyi aklının ucundan bile geçirmedi. Yanında bu dünya için değerli olabilecek bir ürün olan telefonu vardı ve karşılaşacağı birkaç serseriye telefonunu kaptırmak istemiyordu.


Telefonundan da daha önemli olanı, ara sokaklarda karşılaşma ihtimalinin olduğu insanların bir bıçak çekip Yu’ya saplamasıydı.


Gölge boksu yaparak boşluğa birkaç yumruk salladı.


Yu: Yüksek zeka seviyem nedeni ile hızlı bir şekilde düşünebilsem de fiziksel hızım hala normal seviyede.


Öyleyse bıçaklı bir serseri Yu’ya yaklaştığında bıçaklanma şansı çok yüksekti.


Yu’nun atletik bir vücudu vardı fakat uslu bir çocuk olduğundan pek fazla kavgaya karışmamıştı. O yüzden aptallık edip kahramanı oynamayı denemeyecekti. Burada dövüşeceği birisi kolaylıkla ağzını burnunu kırıp Yu’yu paket edebilir, hatta öldürebilirdi.


Hangisi gururunu daha fazla kırardı acaba? Dayak yemek mi yoksa dayak yiyeceğini anladığında kaçmak mı? Kalbinin sesinden çok aklının sesini dinlemeye çalışırdı ama hala sesini duymazdan gelemediği bir gururu vardı.


Yine de hayatta kalmak şu anda gururundan daha önemliydi. Bu yüzden kavgadan ve tehlikeli mekanlardan uzak duracaktı.


Sokak lambalarının ışığı haricinde çoğu evin ışığı sönüktü. Bu da normaldi, televizyon ve bilgisayarın olmadığı bir dünyada gece geç saatlere kadar oturmak anlamsızdı. Ayrıca muhtemelen insanlar sabah yediden çok daha önce kalktıkları için geç bir saatte uyurlarsa uykularını alamazlar ve verimsiz bir gün geçirirlerdi.


Bu bilginin eşliğinde Yu’nun da uyku düzenini ayarlaması gerekiyordu. Artık gecenin ilerleyen saatlerine kadar ayakta duramazdı.


Yu: Kaldırımlar çoğu modern şehirde olduğundan daha geniş. Şehir planlamasını yapan kişinin nasıl biri olduğunu merak ettim.


Oldukça iyi planlanmış bir şehirdi. Binaların aralıkları bile eşitti, evler boyut olarak birbirlerine yakındı ve şekilleri de benziyordu. Bunun haricinde burası şehrin düzenli, zengin bölümü olabilir ve geri kalan bölümler hayal kırıklığına uğratabilirdi.


Düz yolda, hiçbir insanla karşılaşmadan yürümeye devam etti. Bu biraz ürkütücüydü. Kendini YouTube’da dinlediği korku hikayelerinden birinde gibi hissetmeye başladı.


Burnu deniz kokusuna alıştığında ve arada sırada duyduğu köpek seslerine dalga sesleri karışmaya başlayınca hedefine yaklaştığını anladı. Bir an önce oraya varmak için adımlarını hızlandırdı. Böylesine düzgün planlanmış bir şehirde denizi bulursa oradan şehir merkezine gitmenin de bir yolu olabilirdi ve belki şehir merkezinde iletişim kurabileceği birini de bulurdu.


Yu: Tabi burada şehir merkezi gibi bir şey var mıdır ki?


Şehir merkezi olarak hayal ettiği alan içinde pek çok insanın bulunduğu büyük bir bölgeydi. Ama burada “Şehrin merkezi” olarak kabul edilen alan bir kralın kalesi olabilirdi ve kalede bekleyen askerlerle sohbet etme şansı olacağını zannetmiyordu.


Telefonunu kapattığı için kaç dakika yürüdüğünü bilmiyordu fakat en az on beş dakikasını aldığından emindi. Ama uzun yürüyüşüne kesinlikle değmişti. Sonunda denize ulaşmıştı. Karşısında bir liman vardı.


Gözlerinin önünde, denizin üstünde ömründe hiç görmediği kadar çok yıldız parlıyordu. Ayın denize vuran ışığında oluşan manzarayı izlemek büyüleyiciydi fakat en nefes kesici olanı, Yu’nun ağzını açık bırakan ve yalnızca muhteşem diyebildiği, galaksinin gökyüzündeki koluydu.


Fantastik bir dünyadan beklediği nefes kesici manzara sahnesi hikayesinin ilk bölümünde tamamlanmıştı. Ve Yu, galaksinin kolundan bu dünyanın da yuvarlak olabileceği ve benzer bir evrenin içinde olduğu fikrini ortaya atmıştı.


Yani, mantıken dünyanın yuvarlak olması gerekiyordu fakat işin içinde fantastik öğeler varsa bir tepsinin üzerine inşa edilmiş düz bir dünyada bulunduğunu da öğrenebilirdi.


Dakikalar boyunca dalga seslerinin eşliğinde bu manzarayı seyredebilirdi ve kimse tarafından rahatsız edilmezdi. Şu anda bu gökyüzü yalnızca ona aitti. Bu güzel gökyüzünü seyrederken uyuyacak güvenli bir yer aramayı düşündü ama hala şehri keşfetmek istiyordu. Eğer dönmek isterse, artık nerede olduğunu bildiğinden burayı bulabilirdi. Yani, muhtemelen bulabilirdi.


Limana bağlı olan geniş caddeyi buldu. Burası onu şehir meydanına götürmeliydi ve orada iletişime geçebileceği birilerini bulursa onun için harika olurdu. Gece soğuğunu hissetmeye başladıkça ve tüm gece ayakta kalma fikri tüm heyecanına rağmen zor gelmeye başlayınca birisinden yardım isteme fikri daha mantıklı gelmeye başladı.


Birinden yardım isteyecekse şu anda tanımadığı birinden yardım istemek zorundaydı ve kandırılabilirdi. Eğer başka şansı olsa Yu bir başka insanın eline bakmayı kesinlikle kabullenmezdi ama şu anda durumlar bunu gerektiriyordu.


Ayrıca ana caddede yürürken Yu kendisinden uzakta yürüyen birkaç kişi de görme imkanı bulmuştu. Onların yanına gidip iletişim kurmaya çalışmadı ve bunun sebebi tanımıyor oluşu değildi. Sadece kendisinden uzakta oldukları için oraya doğru koşmak istemedi.


!*?!*?


Ayaklarının altından gelen anlamsız bir ses duydu. Hayır, yalnızca duymakla kalmadı, bunu hissetti. Tüm vücudu yerle beraber sarsıldı ve yer çöktü.


***


Yer çökerken ve Yu aşağıya düşerken hiçbir şey düşünme fırsatı yoktu, ne olduğunu anlamadan kendini derin bir acının içerisinde buldu. Derisi taşlar yüzünden soyulmuş, vücudunun çeşitli bölümlerinden kan akıyordu. Bacağında onun çığlık atmasına sebep olan sert bir acı vardı. Karnının üzerindeki kayayı iki eli ile yuvarlayıp kenara ittiğinde kollarındaki tüm gücü kullanmıştı. Ayağa kalkabilmek içinse yanındaki bir başka kayadan yardım alması gerekti.


Ayağa kalktığında ve acısa da diğerinden daha sağlam olduğunu düşündüğü sol ayağının üzerinde durduğunda, önünde dikilen turuncu pulları olan devasa goril benzeri yaratığın sırtıyla karşılaştı. Yaratığın ilerisinde küçük beyaz saçlı ve kedi kulaklı bir kız duruyordu.


???: Neko, kaçıl hemen!


Kızıl kıyafetlerin içinde, bir başka beyaz saçlı ve oldukça güzel bir kadın küçük kızın önüne atladı ve hiç düşünmeden elindeki mor küreyi yaratığa, dolayısıyla Yu’ya doğru fırlattı. Yu ve kadın, göz göze geldiklerinde artık her şey için çok geçti, gerçeklik etkisini yitirirken ve ölüm korkusu tüm vücudunu hızlıca sararken tek bir şey düşünmeyi başarabildi.


"En azından bu dünyada, diğer insanlarla aynı dili konuştuğumu öğrendim.”

----------------------



01.02.2021 - 16:43 / Düzenlendi: 02.04.2021 - 22:47






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44375 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr