Bölüm 128: Birinci Generali Öldürmek

avatar
4248 6

Sovereign of the Three Realms - Bölüm 128: Birinci Generali Öldürmek


“Başkomutan, büyük bir sorunumuz var. Ordu tamamen karmaşa içinde. Yaralı askerler birbirlerinin üstlerine atlayıp yoldaşlarını ısırıyorlar. Isırılanlar da kısa süre sonra diğerlerini ısırıyorlar. Bu delilik birinden onuna, onundan yüzüne geçti. Artık onları öldürsek bile bu işin önünü alamayız. Askerler sinirliler, yoldaşlarını öldürmeye içleri el vermiyor.”

 

Çadırında otururken Ren Feilong olayın basit bir didişme veya kavga olduğunu düşünmüştü. Savaş naraları biraz önce yeri göğü inletirken tereddüde düşmemişti.

 

Kılıçkuşu Binicilerinin yalnızca taciz için burada olduklarını, büyük ordularıyla kılıç çarpıştırmaya cesaret edemeyeceklerinden emindi. Doğu krallığının elinde ordularıyla savaşacak güç yoktu ve burası da savaş alanı olmaya uygun bir mekân değildi.

 

Fakat Ren Feilong bu sefer kendine aşırı güvenmişti.

 

“Başkomutan, işler çığırından çıktı. Ordu düzenimiz tamamen bozuldu. Karmaşanın önüne geçmezsek ordumuz tamamen dağılacak.”

 

Ren Feilong elindeki çay fincanını yere çaldı.

 

“Beceriksizler! Bir avuç işe yaramaz aptal! Birkaç bin Kılıçkuşu benim milyonlarca askerlik ordumu tedirgin etmeye yeter mi?”

 

“Başkomutan, bu sefer durum farklı. Kim düşünürdü ki askerlerimiz birdenbire birbirlerine girecekler? Ayrıca bir tür büyünün etkisi altında gibiler. Askerler sebepsiz yere ve durmadan birbirlerini ısırıyorlar. Sanki garip bir zehrin etkisindeler ve ölüden farkları yok.”

 

“Garip bir zehir mi?” Ren Feilong’un gözleri fal taşı gibi açıldı. “Yoksa... Durum vahim.”

 

Ren Feilong birden korkunç bir olasılığı düşündü ve ani bir emir verdi. “Orduyu geri çekip sayım yapın. Isırılanları derhal infaz edin. Isırılmayanları toparlayıp diğer ordugâhların hatlarını yarmaya hazırlanın. Birbirinize göz kulak olun. Isırılan bir kişi bile gözden kaçırılmayacak.”

 

Ren Feilong bu defa gerçekten sarsılmıştı. Otuz yıllık ordu hayatında birçok başarı elde etmiş, sayısız savaşta sayısız ölüme tanıklık etmişti.

 

Fakat bu akşamki savaş öncekilere kıyasla kesinlikle farklıydı. Hatta savaştan ziyade felaket demek daha doğru olabilirdi.

 

“Başkomutanım, geri çekilmeniz için size yol açacağız.”

 

“Başkomutanım, buradan buyurun. Herkes gözünü dört açsın. Isırılanlar istisnasız infaz edilecekler.”

 

Manzaraya kaos hâkimdi. Ren Feilong’un kampı da bu kaostan payını almıştı.

 

İşler öyle bir noktadaydıki hiçbir birliğin mevcudu tam değildi. Birlikler birbirlerinden kopmuştu ve birinin ısırılıp ısırılmayacağını sadece şans belirliyordu.

 

Bu alanda ordudan çok sayıda uzman olması iyi bir şeydi. Isırılmayanlar birkaç yüz kişilik gruplar halinde birleşmişti ve çok geçmeden on bin asker toplanmıştı.

 

Toplanan askerler etraflarına saldırıp kendilerine kandan oluşan bir yol açmışlardı.

 

Tam o anda, ayın gökyüzündeki hali bir anda soluklaşıp karardı, sanki üzeri örtülmüş gibi.

 

Bir anda sayısız Kılıçkuşu belirdi ve kısa süre sonra sel gibi akan bir ok yağmuru başladı.

 

“Öldürün! Karaay Krallığı hırsızlarını öldürün! Ren Feilong’u öldürün!”

 

“Ren Feilong, sana Karaay Krallığı’nın birinci generali diyorlar, fakat bugünkü savaştan sonra muhtemelen Karaay Krallığı’nın şanssız kalın kafalısı olarak anılacaksın! Hahahaaaha!”

 

Ren Feilong bu sözleri duyunca adeta öfkeyle kan kustu.

 

Bu savaş gerçekten çok stresli olmuştu. Düşmanları adeta ona oyuncak muamelesi yapmıştı ve Ren Feilong bu durum karşısında elleri bağlı kalmıştı.

 

Onun bütün bu hazırlıkları, dillere destan savaş taktikleri tamamen faydasız kalmıştı.

 

Evet, kesinlikle bir oyuncak muamelesi görmüştü.

 

İş bu hale geldiğinde, Kılıçkuşu ordusu Karaay Krallığı’nın askerlerini çok öldürmemişti, fakat Karaay Krallığı’nın yaralı askerleri ordu içinde bir anlaşmazlığa, tahammülsüzlüğe yol açıyordu.

 

Akerlerinin koruması altındayken Ren Feilong’un yüzü de aynı gece gibi kararmıştı.

 

O anda, ister yuvarlak kalkan düzeni isterse uzun mızrak düzeni olsun, bütün taktikler çökmüş ve tekrar düzen oluşturulamamıştı.

 

Bu düzen taktikleri olmazsa Kılıçkuşu ordusuyla savaşmak çok daha fazla uğraş isteyecekti.

 

İlk başlarda Kılıçkuşu ordusu sadece tacizde bulunuyordu, bu düzen taktiklerinin koruması olmadan Kılıçkuşu ordusunun yüksekten saldırmasını önlüyor, onları kademe kademe aşağı çekiyordu, hatta bazıları yakın dövüş halindeki askerlerle savaşmak için yere kadar eğiliyorlardı.

 

“Kara Süvarilerden haber var mı? Neden Başkomutanı korumak için geri dönmediler?”

 

“Başkomutanım! Bu şekilde amaçsızca ve rastgele hareket edemeyiz. Korunaklı bir yer bulmalı ve hava saldırısından kaçınmalıyız. Aksi takdirde düşman, sayı avantajımızı kendi lehine çevirecek.”

 

“Başkomutanım! Oradaki çalılar ve ağaçlar çok kalın, biz neden...”

 

Ren Feilong yüksek sesle: “Kalın çalılar ve ağaçlar mı, kendi ölümünüze mi gitmeye çalışıyorsunuz? Askerlerimizin çoğu ısıran şeytanlara dönüştü, görüşü bu kadar kısıtlı olan bir yerde nasıl hayatta kalırız? Ayrıca bu mevsim kuru ve solgun ağaçların mevsimi, eğer düşman bir kere daha ateşle üzerimize saldırırsa bu gerçekten sonumuz olur!”

 

Ağaçların arasına girmek ısıran askerlerden kaçınmayı zorlaştırırdı ve ordu her daim düşmandan gelecek olan ateşli saldırıya hazırlıklı olmalıydı.

 

Ağaçların arasına kaçmazlarsa Kılıçkuşu ordusunun takibine maruz kalacaklardı.

 

Çok zor durumdaydılar.

 

...

 

Gökyüzünün yükseklerinde iki adet Altın Kanatlı Kılıçkuşu yan yana uçuyordu. Arkalarında da başkaları uçuyordu. O iki Kılıçkuşu Jiang Chen ve Ye Rong’du.

 

Ye Rong’un kendine ait bir Kılıçkuşu vardı fakat üzerine gereksiz dikkat çekmek istemiyordu, bu sebeple kendi Kılıçkuşunu değil Altın Kanatlı bir Kılıçkuşu sürüyordu.

 

“Kardeşim şunu görüyor musun? İşte tam orada, gümüş zırhlı ve beyaz cübbeli olan Ren Feilong. İşlemeli cübbesi olan Süzülen Ejderhayı görüyor musun? Bu onun kendine özgü işareti.”

 

“Bu Ren Feilong, ölüm gözlerinin içine bakarken bile nasıl göründüğüne bu kadar dikkat mi ediyor? Kaçarken bu cübbeyi yırtıp atmamasındaki amacı nedir?” Jiang Chen gerçekten de Birinci General’in kafasında birkaç tahta eksik olduğundan şüphelenmişti.

 

“Bu şanlı Birinci General en nihayetinde bir ölümlü. Felaketlerin ve faciaların karşısında sıradan bir insandan farksız. Bu defa senin gibi inatçı birisi ile karşı karşıya, kaybedecek olması onun kaderi. Pekâlâ, gereksiz muhabbet yapmayalım. Fırsat yakalamak için gereksiz bir güç gösterisi yapacağım, fakat son vuruşu yapmak sana düşüyor, sonuçta senin hem okçuluk yeteneğin hem de ekipmanların benimkilerden daha üstün.”

 

Ye Rong kıkırdayarak güldü, Altın Kanatlı Kılıçkuşuna yön verdi ve aniden Ren Feilong’un olduğu bölgeye dalmaya başladı.

 

“Ren Feilong! Benim ve Jiang Chen’in, kim olduğunu biliyor musun?” Garip bir sesle bağırıyordu Ye Rong, elindeki yay gergin vaziyette, bilerek blöf yapıyordu.

 

Vıınnn!

 

Sanki elindeki yay bir dolunay, ok ise kayan bir yıldızdı.

 

“Başkomutan’ı koruyun! Başkomutan’ı koruyun!”

 

Generalin şahsi korumaları kendilerini onun üzerine attılar, kendi hayatlarını düşünmeden, gelen okları bloklamak için kayan bir yıldız edasıyla vücutlarını generale koruma yaptılar.

 

Ye Rong belki de yanlışlıkla Jiang Chen’in adını söylemişti fakat onun eğitiminin on bir meridyenli bir qi ustası olduğu su götürmez bir gerçekti. Altın Kanatlı Kılıçkuşlarının dalma hızı da buna eklendiğinde atılan bu okların momentumu gerçekten muazzamdı.

 

Pfft!

 

Ok hava akımı ile birleşti ve hedefe doğru büyük bir hızla yol alırken ondan fazla kişiyi delip geçti.

 

Ren Feilong’un etrafında çok sayıda ölümden korkmayan korumasının olması iyi bir şeydi. Bu etten duvar herhangi bir zırhtan daha kullanışlıydı.

 

Birinci Genarel’in bu karizması kuru gürültü değildi. Korumaların okları bloklarken ölümden bu denli korkmuyor olmaları ibret alınacak cinstendi.

 

Ye Rong’un sesi ve okları ara vermeksizin düşmana yağıyordu. Yetenekleri gerçekten üstündü ve Jiang Chen’den aşağı kalır yanı yoktu.

 

Kaşla göz arasında bir gökyüzü dolusu ok neredeyse bütün olası saldırı açılarını kapatacak şekilde bir ışık demetine dönüştü.

 

Bu denli bir okçuluk yeteneği sadece olağanüstü ilahi bir güçle açıklanabilirdi.

 

O anda Jiang Chen de bu duruma şaşırmıştı. Neredeyse Ye Rong’un kendisine bir fırsat yaratmak için bu hamleyi yaptığını ve son vuruşu gerçekleştirmesi gerektiğini unutmuştu.

 

Jiang Chen, Ye Rong’un yeteneklerini görünce kendi yeteneklerini sergileyebilmek için bir dürtü hissetti.

 

Da Yu yayını çekmesiyle eşsiz bir ruh silahının verdiği haz da hissedilir hale geldi. Nefes alıp verişi bile ruh silahı ile aynı ritimdeydi.

 

Elindeki oku yay kirişine yerleştirdi.

 

Jiang Chen bir anda Altın Kanatlı Kılıçkuşunu altın renkli bir ışık huzmesi edasıyla dalışa zorladı, adeta beyaz bir gökkuşağı güneşi deliyor gibiydi.

 

Aynı zamanda Jiang Chen’in kontrolündeki Da Yu yayı korkunç bir canavarın kükremesi gibi, altın renkli bu ışık huzmesine eşlik ediyordu.

 

Gökyüzünde bir anda parlak aydan daha göz kamaştırıcı altın renkli bir akı oluştu.

 

“Hayır! Başkomutanı koruyun!”

 

Cennetle dünya arasındaki tüm yaratılmışlar bir anda uyanmış gibiydi. Bu ok, sabah güneşi edasıyla bu karanlık dünyayı kontrol etmeleri için bütün yaratılmışları uyandırmıştı adeta.

 

Bu ok süratli, kesin, hırçın ve kurnazdı.

 

Bu altın renkli ışık şehirleri yok edebilecek bir meteor, havayı dahi tutuşturabilecek cennetten gönderilmiş bir kıvılcım gibiydi.

 

Vıınnn!

 

Bu ok Ye Rong’un kalabalık ok topluluğunun orta yerindeki boşluğun en ince şeridini bulmuştu.

 

Vıınnn!

 

Altın renkli ışık güneş ışığının transparan bir elbiseyi delip geçmesi gibi Ren Feilong’un yüzünden geçti. Ren Feilong’un kafası bir anda göçtü ve kafasında büyük, kapkara bir delik açıldı. Alnının alt kısmında geniş bir boşluk vardı. Altın renkli ışık alnı ile çenesi arasını tamamen yok etmişti.

 

En şaşırtıcı şey ise alnı ile çenesi arası boş olan bu kafanın hala bir miğfer giyiyor olmasıydı. Bu görüntü olayı daha da garip hale getiriyordu.

 

Büyük ordu bir anda durdu. Herkesin gözleri inkâr içinde bakıyordu. Kalpleri o an duracak gibiydi.

 

Başkomutan, öldü mü?

 

Karaay krallığının birinci generali, krallığın gururu, böyle garip bir gecede böyle garip bir şekilde ölmüştü.

 

Bum!

 

Ren Feilong’un vücudu büyük bir gürültüyle düştü.

 

Ve o düştüğünde Karaay Krallığının morali de aynı şekilde yerle bir oldu.

 

“Başkomutan öldü, canınızı kurtarmak için kaçın!”

 

“Hayır! Başkomutan nasıl ölebilir? Başkomutanımız, birinci generalimiz, krallığın savaş tanrısı, ordunun tanrısı! Nasıl ölü olabilir?”

 

Karaay Krallığı’nda Ren Feilong bir tanrıydı, gerçek bir tanrı. Gel gör ki bu tanrı öylece düşmüştü işte.

 

Bu görüntü şüphesiz, herkesi inancını yıktı.

 

Bu gerçeği kabullenemiyorlardı. Ordunun tanrısı, büyük Başkomutan bu ıssız ve dağlık vadide öylece ölebilir miydi?

 

Bu çok saçma geliyordu, sanki bir kabus gibiydi.

 

Ren Feilong’un ölümüyle, Jiang Chen’in planı başarıya ulaşmıştı. Bu tuzak planı artık mükemmel olarak anılacaktı. Maharetli Ye Rong’un garip taktikleri başarıyı beraberinde getirmişti. Jiang Chen bile bu duruma inanmakta güçlük çekiyordu.

 

Ren Feilong’un hayatı şaşırtıcı askeri başarılarla doluydu. Sayısız insan öldürmüştü, ordunun tanrısı, birinci general, kasap ve katillerin tanrısı gibi ünvanları elinde tutuyordu.

 

Fakat işte tam da bu anda, cansız bedeninin yere düşmesi ile tüm bu ünvanlar bir hikaye haline dönüştü.

 

Bu gecenin kaderinde Karaay Krallığı’nın kabusu olmak vardı, ve krallığı çok uzun sürecek karanlık bir geceye sürüklemek.






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44312 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr