Sadece Sıradan Bir Hayat Yaşamak İstemiştim - Bölüm 1: Tanrılar


***

 

Tokyo Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Yıl 1, Sınıf 3.

 

Beden Eğitimi ve Spor Bölümü’nün öğrenciler güneş daha doğmadan sıralarda yerlerini almışlardı. Güneşin parıltıları daha yeni yıkamaya başlamıştı Dünya’yı. Madolyonun sadece bir tarafında yaşayanlar için çalışma vaktiydi. Öğrenciler ilk günün heyecanı ile hızlıca sınıfa girmiş ve kendilerine gruplar kurmaya başlamıştı.  

 

Büyük sınıf çoktan dolmuştu bile. Kişiler birbirleri ile muhabbet ediyor, bir köşede sessizce kitap okuyan inekleri görmezden geliyorlardı. Bu inekler onlardan daha çok çalışmış ve ter dökerek buraya kadar yükselmiş, hakir görülen kişilerdi. Ve onları dışlayanlara hor gören gözlerle bakıyorlardı. Bu kişiler ne olursa olsun pes etmeyen, tırnaklarını saplayarak tırmanmış kişilerdi.

 

Tüm bunlar olurken herkesten uzak bir köşede bir genç tüm bu olanlardan bağımsız bir şekilde manga okuyordu. İnsanların onu görmezden gelmesinden hoşlanıyor gibiydi. Mangaya bakarken öyle odaklanmıştı ki sesli ortamdan etkilenmiyordu. Kıvrılmış dudaklar ile manganın sayfasını değiştirdi.

 

Bu genç adam sıradan bir öğrenciden ibaretti. Sınıf oldukça sıcak olmasına rağmen üzerinde bir kazak ve siyah renkli bir Adidas eşofman vardı. Ayakkabıları çakma Adidas’tı.

Genç adamın gül kurusu saçları dağılmıştı. Güzel bir şekilde kesilmiş olmasına rağmen dağılmış ve karmaşa içine girmişti. Zeytin yeşili gözleri eşsiz bir özelliği varmış gibi gözükse de bunu herkes fark edemezdi. Soluk ellerinin üzerini siyah, sert deri eldivenler kapatmıştı. Kulağındaki gümüş küpeler ile tam bir zengin bebesi gibi gözüküyordu.

 

Ahım şahım yakışıklı değildi. Ve ona bakan kişiler rahatsız hissediyordu. Ancak kabul edilmeliydi ki gencin vücudu en iyi atletleri bile kıskandıracak cinstendi. Belki de eşsiz gözüken ve herkes tarafından fark edilen tek şey buydu. Onun gibi kişiler Beden Eğitimi ve Spor Bölümü’nde bile oldukça nadirdi.

 

Genç adam bacaklarını birbirinin üzerine attı ve mangasının sayfasını tekrardan değiştirdi. Yüzünden memnun ve oldukça rahat bir ifade vardı. En küçük şeylerden bile memnun olabilecek birisini anlatıyordu hareketleri.

 

“Luffy’nin Korsan Kral olmasını ölürken görebileceğim sanırım.” Dedi sarkastik gülümsemesinin arkasına sakladığı duyguları dışa vurmayarak.

 

“Hey, sen! Kalk oradan!” aniden yan taraftan kibirli bir kadın sesi geldi.

 

Kadın tek değildi. Yanında ona benzer kıyafetlere bürünmüş iki kadın daha bulunuyordu. Tırnakları pembe oje ile kaplıydı. Yüzünde hafif bir makyaj vardı. Ancak en çok dikkat çeken şeyler bunlar değildi. Böyle hafif bir makyaja rağmen kadın savaşlar çıkartabilecek kadar güzeldi. Öyle ki sınıftaki herkes kadının sesini duyunca oraya döndü.

 

“O kişi Akai Teknoloji’nin genç kızı değil mi? Eğitim Bölümü’nde ne işi var?”

 

“Bende onu merak ediyorum. Duyduğuma göre abisi geldikten sonra her şeyden vaz geçerek kendisini spora adamış. Ancak gene de buraya gelmesi için herhangi bir sebep yok. Teknoloji Ensitüsü’nde olması gerekiyordu, daha rahat ederdi.”

 

“Zenginler işte. Bizim gibi fakirler onların kafa yapısını anlayamaz. Büyük ihtimalle ders notları en ufak bir şekilde umurunda olmayacak.”

 

“Peh, her neyse. Bizi ilgilendirmez. Profesörün gelmesine daha on dakika var. Gel birkaç şey gömelim.”

 

Bazı kişiler durumu fırsat bilerek birbirleri ile yakınlaşmıştı. Genç kızın ne yaptığı kimsenin umurunda değildi. Bir süre onu izleyen herkes ne yaptılarsa onu yapmaya devam etti. Bir zengin bebesi miydi? Onlardan burada fazlasıyla bulunuyordu.

 

Genç adam kafasını mangadan dahi kaldırmadı ve okumaya devam etti. Arada sonraki sayfa hakkında bir şeyler tahmin ediyor ve kıkırdıyordu. Az önce birisinin ona seslendiğini duymamış gibiydi. Ya da umursamıyordu.

 

Kadın üsteledi. “Hey sen! Aşağılık velet! Hemen oradan kalk ve oturmam için yerini ver. Cam kenarının bende olacağını kararlaştırmıştık. Orası benim yerim!”

 

“Ve?” genç adam kafasını mangadan kaldırdı ve ona baktı. En heyecanlı yerinde gelmişti ki, en nefret ettiği şey eğlenirken rahatsız edilmekti.  

 

“Diyorum ki! O-ra-dan kal-ka-cak-sın!” Kadın ellerini beline koydu ve bilerek vurguladı. Bir keçi kadar inatçıydı. Ve o anda kimsenin beklemediği bir şey oldu.

 

“Güzel, 10,000 Yen’e sana burayı satarım.” Dedi genç adam ciddi bir şekilde. Anlamıştı ki bu hanım efendi paraya para demeyen kişilerdendi. Ve öyle kişileri çok seviyordu.

 

Kadın bu istek doğrultusunda afalladı. “10,000 Yen karşılığında bana ait olan bir şeyi bana mı satacaksın?”

 

“Evet, ve bu gayet doğal.” Diye başladı konuşmaya, “Nasıl sizin gibi büyük şirketler; doğayı insanlara satıyorsa, bende burayı sana satacağım. Alırsan alırsın. Almazsan burası benim.” Sonra alayla gülümsedi. Taşak geçtiği belliydi.

 

“Bu… çok saçma bir düşünce şekli.” Kadın sinirle söyledi.


“Umurumda değil.” Genç adam mangasını kapattı. “Ayrıca senin düşüncen daha saçma. Bir kamu malını sahiplenmekle kalmıyorsun, üstelik buraya oturan sıradan bir öğrenciyi sözlerin ile tehdit ediyorsun.”

 

“Bu…”

 

“Evet. Bir suç.”

 

Kadın homurdandıktan sonra önce saatine, ardından genç adama baktı. Kaşları çatılmıştı. İnsanların ona güldüğünü hissedebiliyordu. Dudaklarını ısırdı ve çantasından bir demet para çıkardı.

 

“Al bunu da gözümün önünden kaybol! Bir daha buraya oturma!”  

 

Genç adam yerinden şevkle kalktı ve parayı kaptı. Fikrini değiştireceğinden korkuyormuşçasına koşarak sınıftan çıktı. Öyle hızlı bir şekilde gitmişti ki kimse olayı anlayamamıştı. Kimsenin fark edemeyeceği kadar hızlı değildi, ancak tepki vermek için çok garip bir olaydı.

 

“Gerçekten aldı ve gitti.” Kadın mırıldandı.

 

Yanındaki kızlardan birisi alayla kıkırdadı ve kadına arkadan sarıldı. “Ne oldu? Almayacağını ve centilmence yerini vereceğini mi sanıyordun? En çok ihtiyacı olan şey paradır. Sevgi ve onur para etmez. Bu yüzden kardeşimin teklifini düşünmelisin.”

 

Kadın kaşlarını çattı ve omzunu silkeleyerek kızdan kurtuldu. “Senin ya da başkalarını düşünceleri umurunda değil, Amane. Bana dokunmayın. Uğraştırmayın ve kısıtlamayın. Diğerleri ile ne yaptığınız umurumda değil. Ayrıca o paraların gerçek olduğunu kim söyledi?”

 

***

 

Genç adamın durumu anlaması çok uzun sürmemişti. Kafeterya ya geldiğinde anlamıştı paraların sahte olduğunu. Sadece dışında 1.000 Yen görünüyordu. İçindekiler tamamen sahteydi.

 

“Her neyse…” genç adam 2.000 Yen’i cebine attıktan sonra gerisini geri dönüşüm kutusuna attı. Kafeteryadan taze kebabı 300 Yen’e aldıktan sonra dersi ekmek için çatıya çıktı. İlk ders olduğundan dolayı herkes sınıflardaydı. Bu yüzden çatıda kimse ile karşılaşmamıştı.

 

Bir duvara sırtını dayadıktan sonra pakedi açtı ve kebabı ağzına götürdü. Zevkle ısırırken o sıcak eti hissetti. Sadece bir kebap ile mutlu olabilecek birisiydi. Başkaları sıradan ve sakin bir hayatın değerini bilmeyebilirdi, ancak Doğan bunu elde etmek için oldukça çabalamıştı.

 

“Oh… içecek almayı unuttum.” Ancak pek umursamadan yemeye devam etti. Küçük ısırıklar ile yedikten sonra güneşi izledi. Karnını doyurduktan sonra rahat bir nefes aldı ve eldivenlerini kullanarak dudaklarını kirleten sosu temizledi.

 

Masahiro Shuuichi basit düşünen bir adamdı. 20 yıllık hayatında her zaman istediği şey olan huzuru elde etmek için çabalamıştı ve sonunda bunun temellerini atmıştı. Tek bir gayesi vardı: Bir beden öğretmeni olduktan sonra kendi ailesini kurmak ve eşiyle yaşlanmak.

 

Japon ve Türk meleziydi. Bu yüzden Japon kimliği alırken pek zorluk çekmemişti. Her ne kadar eski kimliğinden vaz geçmek biraz sıkıntılı bir süreç olsa da yaptığı şeyden pişman değildi.

 

“Huzur… gerçekten. Paha biçilemez bir şey.” Dedi Doğan, yükselen güneşe bakarak. Gece boyunca uyanık kaldığından dolayı gözleri hafif kanlanmıştı. Bu yüzden gözlerini kapattı ve huzurlu bir uykuya daldı.

 

O uykuya daldıktan sonra yanındaki uzay-zaman büküldü ve içinden çıkan bir ahtapot kolu  onu sarmaladı. O uyuduktan yarım saniye bile geçmemişti.

 

***

 

Bulutların da üzerinde, uzay-zamanın anlamını yitirdiği bir yerde yüzlerce kilometreye ulaşan büyük bir dağ bulunuyordu. Dağ sanki bir kılıç tarafından yarılmış gibiydi. Belli bir yere kadar birleşikken, bir yerden sonra bir çatal misali ikiye ayrılmıştı. Bu tepelerin arasında onu birleştiren büyük, hayali bir altın köprü bulunuyordu.

 

Altın köprünün üzeri oldukça büyüktü. Öyle ki bir yerleşke dahi kurulmuştu oraya. Geleneksel japon mimarisinin bir eseriydi, bu yerleşke.

 

Buraya Cennet Köprüsü denirdi. Japon Kamileri’nin çoğunun toplandığı bir organizasyondu.

 

Ana Salon.

 

Yere serilmiş beş minderin üzerinde beş farklı kişi sakin bir şekilde oturuyordu. En ortada elinde bir tomar tutan yaşlı adam oturuyordu. Ak sakalları göğsünün altına kadar iniyordu. Gözlerinin kenarları bayağı kırışmıştı. Ancak ona bakan kişiler sürekli olarak neşeli olduğunu hissederdi. Görmelerine gerek yoktu. Baktıkları anda sürekli neşeli olduklarını bilirlerdi.

 

Hemen solunda orta yaşlı bir adam oturuyordu. Yüzüne barış hakimdi, ve huzuru bulmuş gibiydi. Ancak dikkatli bakınca bir tehlikeli olduğu fark edilirdi.

 

Yaşlı adamın sağında ise genç, yakışıklı bir delikanlı oturuyordu. ;Onun sağında ise çirkin bir yaşlı adam oturuyordu. Sağ elinde bir kılıç, sol elinde ise bir ip duruyordu.

 

Orta yaşlı adamın solunda ise çirkin, siviliceli bir yaşlı adam oturuyordu. Öyle ki çirkindi ki nadir hastalıkların hepsi üzerinde toplanmış ve özenerek ‘çirkin’ kelimesinin gücünün yetmeyeceği bir şey ortaya çıkarmışlardı.

 

Ortadaki yaşlı adam gözlerini açtı.

 

“Geldi.”

 

Tam o sıradan önündeki uzay kırıldı ve içeriden bir genç çıktı. Genç adam çıktığı gibi yere yığılmıştı. Tüm vücudunda yumrular oluşmuştu. Nefesleri ağırdı. Binlerce mil koşu yapmış gibi terlemişti. Bu kişi Doğan’dı. Namı-diğer  Masahiro Shuuichi.

 

Yakışıklı genç, Doğan’a bakınca iç çekti. “Bir Savaş Tanrısı’nın mirasını aldığına inanamıyorum. Kızagan Han’ın mirasçası. Daha tam olgunlaşmamış olduğu için şanslıyız. Yoksa oldukça zorlanırdık.”

“Ita-Ten, onu yenebilir miydin?” Yaşlı adam gence bakarak konuştu. “Kanunların onun üzerinde işe yarar mı?”

 

Ita-ten kafasını iki yana salladı. “Yaşlı Gama, bana sorular sormak yerine onun bilgilerini oku. Boşuna yaşam tanrısı değilsin. Bir işe yara.”

 

Gama dudaklarını büktü. “Şu günlerde gençler çok saygısızlaşıyor. Hachiman, Fudo, Gozu-Tenno sizler ne düşünüyorsunuz? Diğerlerinin söylediği kadar var mı?”

 

Hachiman’ın mirasını almış orta yaşlı adam konuştu. “Onu okuyamıyorum. Kızagan, Türk Mitolojisindeki en büyük tanrılardan birisi. Üstelik bir savaş tanrısı. Gücü tahmin edilemez. Ares, Mars, Month bu üçü bile başımızı ağrıtmak için yeterli. Başka bir savaş tanrısı olmamalı.”

 

Çirkin yaşlı adam konuştu. O veba ve hastalıkların tanrısıydı. “Gozu-Tenno’nun mirasını aldığımdan beridir araştırdığım bir zehri vücuduna aldı. Bırak savaş tanrısını, baş tanrı olsa dahi kurtulamaz.“

 

Ita-Ten konuştu. “Fazla endişeleniyorsun Yaşlı Gama. Fudo ve Hachiman burada… istese de karşı koyamaz. Hızlıca mirasını çal da kurtulalım ondan.”

 

“Tamam tamam.” Gama elindeki tomarı açtı ve Shuuichi’nin üzerine tuttu. Bu tomarın adı; Gizli Bilgeliğin Tomarı’ydı. Yaşam sürelerinden tut sırlara kadar her şeyi görebiliyordu. İsterse onu uzatabiliyordu bile. Ancak enerji gerekiyordu.

 

Gama ayağa kalktı ve Tomarı Shuuichi’nin göğsüne yerleştirmek için eğildi. Ancak tam o anda Shuuichi’nin gözleri açıldı ve dehşetengiz bir aura patlak verdi. Gama zamanında tepki verse de Shuuichi çok hızlıydı. Tomarı yakaladığı gibi tozlarına ayırdı ve ayağa fırladı.

 

“Cennet Köprüsü’nün yerini uzun süredir arıyordum. Kayra Han’a kafa tutacak cesarete ve akıla sahip birisini sizin gibi sikik tanrı piçleri mi alıkoyacaktı?”  Shuuichi, elini silkeledikten sonra öfke dolu gözlerle onlara baktı.

 

Gama tomarın parçalandığını görünce eşi benzeri olmayan bir öfkenin kölesi oldu. Ita-Ken’in onu geri çekmesi ile birlikte Shuuichi’nin menzilinden kurtuldu.

Shuuichi’nin durumunu gören Hachiman, Fudo ve Gozu-Tennon yerlerinden fırladılar ve üç yönden ona saldırdılar. Aynı zamanda Ita-ken bir kanun bildirmişti.

 

“Kızagan yerinde duracak ve cezasını çekecek!” diye kükredi genç yakışıklı. Bir ses dalgası ağzından çıktı ve Shuuichi’nin kulaklarında yankıladı. Tam o sırada Fudo’nun kılıcı onun boynunu kesecekti. Gozu-Tennon’un hastalık dolu elleri zehirli bir ışık saçarak ona dokunma üzereydi. Hachiman ise çoktan dibine varmıştı.

 

Yerinden hiç ayrılmamış Shuuichi bir anda kayboldu ve Ita-Ken’in arkasında belirdi. Öfkenin alevleri elinde parladı ve gencin vücuduna indi. Patlayıcı gücün somut anlamı olan kaslarındaki kuvvet gencin bedenine boşaldı.

 

Zemin parçalara ayrıldı ve Ita-Ken, köprünün zeminini delip aşağıya düştü. Shuuichi durmadı. Bir kez bile bakmadan en yakındaki tanrıya saldırdı. Gama ilahi enerjisini kullanıp kaçmak istese de, Shuuichi’nun öfkeli yumruğu göğsüne inmişti. Ağzından altın kanlar çıktı ve Shuuichi’nin temiz yüzünü boyadı.  Geriye bir top gibi savruldu ve binanın duvarından dışarı fırladı.

 

Fudo bu sürede çoktan kılıcını ateşler ile kaplamıştı. Zaman kaybetmeden Kızagan’ın gücünü kullanan Shuuichi’yi öldürmek için saldırmıştı. Kılıcı parladı ve indi.

 

Ancak Shuuichi’nin gözü onların üzerindeydi. Fudo saldırdığı anda yana bir adım atmış ve inen kılıçtan bir santimle kaçmıştı. Ardından onun bileğini yakalayıp karnına sert bir diz geçirmişti. Tabii bu sürede ona saldıran Hachiman ve Gpzu-Tennon’dan kaçınmıştı. Fudo’yu havaya fırlattı ve bir dönen tekme atarak binadan dışarıya gönderdi.

 

Gpzu-Tennon, Shuuichi’ye saldırmadı ve yaralanmış tanrı arkadaşlarını yanına gitti. Onun yerine Hachiman kalmıştı. Zaten pek bir işe yaramıyordu onun hastalıklı vücudu. Belki onları iyileştirirdi.

 

Hachiman, Shuuichi’ye bakarak konuştu. “Bir Türk Tanrısı olmana rağmen Japonya topraklarında bulunuyorsun. Bu Tanrılar Antlaşmasını ihlal ediyor. Her tanrı kendi ülkesinde bulunmalıdır. Kızagan Han’da olsan, Kayra Han’da bu fark etmez.”

 

Shuuichi onun nasihatlarını umursamadan duruşunu aldı. “O antlaşmayı ben imzalamadım. Her ne kadar bir tanrının gücünü almış olsam da bunu ben istemedim. Bu yüzden Japonların Koruyucusu Hachiman. Konuşma ve sadece saldır.”

 

“Bunu sen istedin genç adam. Bir Japon Tanrısı neymiş gör!” Hachiman bir anda olduğu yerden kayboldu ve Shuuichi’nin burnunun dibinde belirdi. Kılıcını savurdu ve Shuuichi’nin kolunu kesti. Ancak o öyle sanıyordu. Kılıç, Shuuichi’nin derisini kesmemişti. Sadece geriye savrulmasına neden olmuştu.

 

Shuuichi takla attı ve kendisine geldi. Ardından tereddüt dahi etmeden bir yıldırım gibi parladı. Gözleri kızarmıştı.

 

GÜÜM!!

 

“KIZAGAN HAN’IN ÖFKESİ!”

 

“Kutsal Hüküm, Koru.”

 

İki tanrı çarpıştığında bina atomlarına ayrıldı. Büyük Cennet Köprüsü’nün zemininde çatlaklar oluştu. Savaşın yankısı burada yaşayan diğer tanrıları alarma geçirdi. Burada olan kim varsa tereddüt dahi etmeden oraya geldiler ve savaşa katıldılar.

 

Bir anda on tanrı savaşa dahil oldu. Binzuru-Sonja’nın dahil olmasıyla; Ita-ken, Gama, Gozu-Tennon bir anda iyileşti ve savaşa dahil olmak için hazır hale geldiler.

 

On tanrının arasında efsane savaşçı Benkei’de vardı. Efsanevi kılıcını Kızagan’ın canını almak için savurdu. Ancak sadece bir savaşçıydı. Kızagan ise Savaş Tanrısıydı. Benkei’yi yakaladığı gibi diğer tanrılardan korunmak için kalkan olarak kullandı. Ardından sert bir yumruk geçirdi ve Benkei bir yıldız gibi gökyüzüne kaydı.

 

“GEBERİN!”

Shuuichi tanrılarla arasını açtıktan sonra yere çok sert bir şekilde vurdu ve ileriye fırladı. Hedefinde Binzuru-Sonja vardı. Yumruğunu onun canını almak için savurdu. Öyle büyük bir güç birikti ki Binzuru-Sonja’nın gözü korktu. O yumruk ona çarparsa ilahi vücudu parçalara ayrılırdı.

 

“Beni koru! Ita-ken!” dedi panikle geri çekilirken. O sırada Hachiman onun önüne geldi ve yumruğu karşılamak için harekete geçti. Ancak Shuuichi’nin yumruğu bir anda yön değiştirdi ve yere çakıldı.

 

CRACK!

 

Cennet Köprüsü’nün zeminin çatlaklarla doldu. En ufak bir saldırı da parçalara ayrılacaktı. Shuuichi deliler gibi güldü ve geri çekildi.

 

“HAHAHAHA! ÖNEMSİZ BİR İYİLEŞTİRME TANRISI’NA SALDIRACAĞIMI MI DÜŞÜNDÜNÜZ APTALLAR? BAKALIM O YÜCE CENNET KÖPRÜNÜZ GİTTİKTEN SONRA NEREYE BAĞLANACAKSINIZ?” Shuuichi  gücünü yumruğunda topladı ve yere çaldı. Zaten çatlamış camı andıran zemin yumrukla birlikte parçalara ayrıldı.

 

“Büyük Kanun, Birleş!” Ita-ken son anda bağırdı ve köprü birleşmeye başladı. Ancak buna odaklandığı anda Shuuichi’nin yumruğu suratına indi.

 

“Siktir! Ita-ken! Fudo, Binzuru-Sonja!” Hachiman panikle bağırsa da kimseden cevap alamadı. Herkes bir anda kendi götünü kurtarmaya odaklanmıştı. Çünkü Shuuichi’nin son hedefi Ita-Ken değildi. Öncelike Binzuru-Sonja, Gama, Gozu-Tennon olmak üzere yedi tanrıyı anında indirmişti. Çünkü Cennet Köprüsü onların dikkatini dağıtmıştı.

 

Hachiman, Shuuichi’ye tekrardan saldırdı ve kalbini hedefledi. Ancak nafileydi. Shuuichi kolayca ondan kaçınmıştı ve saldırmıştı. Tekmesi Hachiman’ın karnına indi, ancak bir el onu durdurmuştu. Hachiman eliyle Shuuichi’yi itti ve kendini ondan uzaklaştırdı.

 

Tam o esnada ilahi bir ses köprüde yankılandı.

 

“Bu kadar yeterli.”

 

Üç adet tanrı süzülerek iki savaş tanrısının arasına indi.

 

“Amatsu-Kami!” Hachiman onların kim olduğunu görünce durakladı. Aynı şekilde Shuuichi’de durmuştu.

 

En ortadaki Amatsu-Kami sakince Kızagan Han’ın mirasçısı Shuuichi’ye baktı. “Henüz çok gençsin.  Ancak bir Savaş Tanrısı’nın gücünü kaldırabiliyorsun. Cennet Tanrıları olarak sana karışmayacağız. Ancak ülke sınırları içerisinde bir kez bile Kızagan Han’ın gücünü kullanmayacaksın. Aksi takdirde uluslararası savaşlar gerçekleşecek ve bizler olaya dahil olacağız. Sana uygun mu?”

 

Shuuichi yanıt verdi. “Eğer kötü niyetinizi sezersem Japonya dünya haritasından silinir. Tek istediğim huzurlu bir hayat.”

 

“Güzel. O zaman karara bağladık.” Amatsu-Kami gözlerini kıstı ve Shuuichi’yi baştan aşağı süzdü. “Artık gidebilirsin.”

 

Shuuichi kafasını salladı ve boşluğu yumruğu ile yardı. Ardından içeri girdi ve Cennet Köprüsü’nün üzerinden kayboldu. O gittikten sonra Amatsu-Kami gücünü Cennet Köprüsü’ne aktardı ve hızla yenilenmesine olanak sağladı.

 

“Hachiman. Bundan sonra daha dikkatli ol.” Dedi Amatsu-Kami’lerden üçüncüsü. Onun yüzü beyaz bir örtünün arkasına  gizliydi.

 

Hachiman anlamamıştı durumu. Hepsi birleşirse bir  Savaş Tanrısı’nı ortadan kaldırabileceklerine emindi. Neden gitmesine izin verdiklerini anlamadı.

 

Amatsu-Kami onun aklındakileri görmüş gibi konuştu.

 

“Gücünü göstermedi. Bir kazancımız yok,” dedi.

 

“!!!” Hachiman’ın gözleri büyüdü. Ne olduğunu anında anlamıştı.

 

“Evet. Gücü mühürlenmiş. Buna rağmen senden güçlü! Konsey yakında toplanacak. Onu indireceğinize emin olmadığınız sürece saldırmayın.” diyen Amatsu-Kami bir ışık topuna dönüştü ve yukarıya yükseldi. Onun ardını diğer Amatsu-Kami’ler takip etti.

 

 Hachiman durumu anlamıştı. İlahi enerjisini yenilemeye bile çalışmadan bulunduğu yerden kayboldu ve ölümlülerin alemine indi.

 

***

 

Doğan okulun çatısında tekrardan ortaya çıktığında birkaç saniye ancak geçmişti. Ancak ilahi enerjinin az olmasından dolayı vücudu daha fazla dayanamadı ve kan kustu. Bir hastalıklı beyaza çalınmıştı, gözleri hafifçe dolsa da vücudunu duvara dayayabileceği kadar dayanmıştı.

 

“Ülgen’in neden ayrılmamı istemediği belli. Oro*pu çocukları çoktan beni buldular.” Dedi Doğan ağzından sızan kanları silerken. Gözleri ağırlaşıyordu. Kızagan Han’ın gücünü başka bir amaç için kullandığından ölümlü diyarda ilahi enerji sağlayamıyordu kendisine. Sadece birkaç tanrıyla savaşmasına ve gücünün tamamını kullanmamasına rağmen çok yorulmuştu.

 

Ve kendisini yenilemek için yapabileceği en iyi şey; uyumaktı.

 

Vücudunu kontrol almak için son enerjisini tükettikten sonra dayanamadı ve kendini uykuya bıraktı.

 

***

 

Doğan tekrardan gözünü açtığında garip bir yerdeydi. Etrafta dalgalanan ilahi enerji sayesinde nasıl bir yerde olduğunu hızlıca anlamıştı. Loş ışıklar ile aydınlatılan bir kraliyet salonundaydı. Hava boğucuydu. Ancak salonun ihtişamı ile bu boğucu hava yerini asalete kaptırıyordu. Duvarlar siyah-beyaz nehir desenleri ile kaplanmıştı. Bakınca derin bir korku hissettirir, ölümleri çıldırtabilirdi bu desenler!

 

“Hoş geldin, Kızagan’ın mirasçısı.” Asalet dolu, kulak tırmalayan bir ses Doğan’ın kulaklarına girdi. Ses insanı rahatsız ediyordu. Binlerce çatalın tabaklara sürtülmesi gibiydi – o kadar rahatsız ediyordu.

 

“Yeraltı Nehri?”

 

“Hızlı kavrıyorsun.”

 

Doğan derin bir iç çekti. Şimdi neden burada olduğunu biliyordu. Ve ona seslenen kişinin de kim olduğunu tahmin edebiliyordu.

 

“Sesine ve aurana bakılırsa bir kötülük tanrısısın değil mi? Hm… Hades ve Plüto ile önceden savaştım, bu yüzden onları tanıyorum. Loki buralarda değil. Yan Wang olamazsın. O piç çok göstermez kendini… O zaman…”

 

“…”

 

“Seth olmalısın.”

 

Ses tekrardan konuştu. “Bir Tanrı’dan bekleneceği gibi… Doğru diyorsun. Ben Kötülüklerin Tanrısı Seth’in mirasçısıyım. Buraya neden geldiğini tahmin ediyorsundur?”   

 

“Tahmin etmiyorum, biliyorum.” Diye cevap verdi Doğan. Kim olduğunu bildiğinden dolayı korkmasına gerek yoktu. “Bildiğimden dolayı cevabımı direk verebilirim: Siktirin gidin.”

 

İlahi enerjisini vücudunun etrafında topladı ve kendini gerçeklikten soyutladı. Ancak bir anda vücuduna ağırlık çöktü ve topladığı ilahi enerji dağıldı. O sırada vücudunu bulunduğu pozisyon değişti ve yerden çıkan gri dumanlar katılaşarak bir pranga oluşturup, onun vücudunu sarmaladı.

 

“Mühürleme yeteneği mi? Hades seninle yeteneğini mi paylaştı?”

 

Seth buna cevap vermedi ve başka bir şey söyledi. “Yeraltı Nehri’ne katıl ve davamıza ortak ol. Mirasçısı olduğun tanrı yüzünden tarafsız kalamazsın. Diğerleri fark edemez ancak biz görebiliyoruz.”

“Hayır. Sıradan bir hayat yaşayacağım ve yaşlılıktan öleceğim sizi aptallar! Boktan bir dava uğruna size katılmayacağım ve dünyanın amına koymayacağım! Siktirin gidin Loki’yi bulun! Susanoo’yu bulun, ya da Ama-No-Minaka-Nushi’yi bulun!” Doğan hızlıca topu başkalarına atmak istedi. İstediği şey sadece sıradan bir hayattı. Ancak lanet olası kaderin ağları onu bırakmıyordu.

 

Seth konuştu. “İblisler çoktan Dünya’ya indi. Havariler her ne kadar onları bastırmaya çalışsa da durum bayağı kötü. Altın Dağ, Cennet Köprüsü, Cennet Diyarı ve Cennet buna kayıtsız kaldı. Sözde en güçlü tanrılar ne düşünüyor, bir fikrim yok. Ancak iblisler çok hızlı bir şekilde yayılıyor. Buna kayıtsız kalamayız.”

 

“…” Doğan bir süreliğine kafasını eğdi ve sustu. Kafasını eğdiği anda gözleri hafifçe parlamış ve vücudundan siyah bir sis yayılarak, birleşti ve bir silüet oluşturdu. Tüm bunlar baştanrıların bile gözünde gözükmeyecek, hissedilemeyecek şekilde olmuştu.

 

Kara silüet bir ruhtu. Doğan ona Kara Tayf demeyi tercih ediyordu. Onu yönlendirdi ve Seth’in bulunduğunu düşündüğü yöne doğru ilerledi. Kara Tayf kolayca duvardan geçti ve duvarın arkasındaki görüntüyü Doğan’a iletti.

 

“Bu bende işe yaramaz.” Seth’in sesi odada yankılandığında Kara Tayf’ın etrafını gri bir duman sardı ve ruhu yok etti. Bunun için gücünün çok ama çok küçük bir kısmını ayırsa da bu küçük kısım Doğan için çok önemliydi.

 

Doğan ilahi enerjiyi vücudunda topladı ve zeytin yeşili gözleri karardı. Gülkurusu saçları gece siyahına döndü ve vücudu bir değişim geçirdi.

 

Seth bu değişimi anında fark etmişti. Artık duvarlar arkasında gizlenmeyi bıraktı ve Doğan’ın önüne ışınlandı. Siyah dumanlardan oluşan bir küre odayı sardı ve katılaşarak demirden binlerce kat daha sert bir madde oluşturdu.

 

“Sakin ol ve durumu idrak et seni aptal! Erlik’in mirasını üstlendiğin anda kaderin çarklarından birisi oldun! 7 Yeraltı Tanrısı’ndan birisi olmak senin kaderinde var! Sıradan bir hayat yaşayamazsın!” Seth kükredi. Doğan, gelecekteki planlar için ana çarklardan birisiydi. Henüz çok gençti ve çok özel bir fiziğe sahipti. Birden fazla tanrının mirasını üstleniyordu ki, böyle bir şey diğerleri için imkansızdan da öte bir şeydi.

 

Doğan’ın sesi öncekinden farklı bir şekilde çıktı. “Heh, umurumda değil. Sizin sidik yarışınıza katılacak değilim. Bana karışmayın yoksa size tüm gücüm ile saldırırım.” Sesi cehennem de binlerce yıldır yaşayan bir zebaniden farksızdı. Onunla aynı kademede olan Seth bile kaşlarını çatmıştı.

 

“O zaman bana bir Yeraltı Tanrısı’nın ve Savaş Tanrısı’nın gücünü göster! “ Seth onu ikna etmekten vaz geçti ve saldırdı. Kelimelerin gücünün bittiği bir yerdeydi, ve Doğan çok dar kafalıydı. Savaş son çareydi.

 

 Doğan bir anda ıslık çalmaya başladı ve tüm vücudu kırmızı bir ışıkla yıkandı. Vücudunu sarmalayan gri pranga bir anda un ufak oldu ve vücudunu eşsiz bir güç sardı. Mührü kaldırmıştı.

 

Ortaya çıkan enerji yüzünden çevredeki uzay daha da inceldi. Doğan elini öne uzattı ve kükredi.

 

“Gökkuşağı Asası!”

 

Eli parladı ve gökkuşağının tüm renklerini bulunduran, üç metrelik bir savaş asası belirdi. Onu kullanarak etrafı süpürdü ve eşsiz kuvvetini gözler önüne serdi. Aynı anda Erlik’in ruhlarından birkaçı asaya destek çıkarak gücüne güç kattılar.

 

Seth’in kaşları bunu görünce daha da çatıldı. Ancak bozuntuya vermedi. Doğan hâlâ çok küçüktü ve miraslar ile birleşememişti. Ayrıca kişiliğini kaybetmemek için Kızagan Han, Erlik Han’ı bastırıyordu.

 

“Beni hayal kırıklığına uğrattın. Belki mirasını alıp başka birisine vermeliyiz. Ortaya çıkın, Havarilerim!” Seth elini salladı ve dumanlar keskin bir kılıç şeklini aldı. Aynı zamanda çevresinde gölgeler oluştu ve kraliyet odasında ondan fazla insan belirdi. Hepsinin çevresini saran karanlık bir hava vardı. Ortaya çıktıkları gibi hiçbir şey söylemeden Doğan’a karşı atağa geçtiler.

 

Havariler tanrıların gücünün bir kısmını alan savaşçılardı. Bu yüzden çok güçlüydüler. Kaldı ki Seth en güçlü tanrılardan birisiydi, havarileri bile sıradan tanrılara sıkıntı çıkarırdı.

 

Doğan, Gökkuşağı Asasını savurduğunda etrafı hortumlar esir aldı. Kızagan Han’ın eşsiz fiziksel gücünü mükemmel bir şekilde kullanıyordu. Çıkardığı hortumlar havarileri aldı ve bir bok çuvalı gibi odanın duvarlarına çaldı. Bu sırada Seth çoktan Doğan’a saldırmıştı.

 

Kara dumandan oluşan binlerce mızrak Doğan’ı kirpiye çevirmek için atıldı. Öyle hızlıydılar ki ses duvarı çoktan aşılmış, kulakları sarsacak bir ses patlaması oluşmuştu. Ancak Doğan her  zamanki gibi beklenmeyeni yaptı. Asasını çevirdi ve yere çaldı. Yerden büyük bir ağız çıktı ve onu yutarak oradan uzaklaştı.

 

Seth bunu görünce dilini tıklattı ve hızlıca onu takip etti. Arkasında açılan portala girdi ve Doğan’ı takip etmeye başladı.

 

Doğan bu sırada bir alt uzaydaydı. Burası Yeraltı Nehri adında bir tanrı organizasyonunun Kara Köpek Uzayıydı. Dünya’da bulunan yüzlerce Alt Uzay’dan sadece birisiydi. Cennet Köprüsü’de bir alt uzayda bulunuyordu. Onun farklı bir versiyonuydu.

 

Doğan burasının Seth’in bölgesi olduğunu biliyordu. Bu yüzden 1-10 şeklinde geriden başlıyordu. Ancak pes etmedi ya da şikayet etmedi. İki tanrının gücünün mirasçısı olan birisi böyle şeylerden korkamazdı. Yoksa kalbi mirası reddeder, Doğan kendini yerdi.

 

Bir süre uzayda gezindikten sonra uzay yasalarının en güçsüz olduğu yeri buldu. Hızlıca oraya giderken, iç güdüleri çığlık attı ve boşluktan bir zincir çıktı. Zincir öyle büyüktü ki dünyayı dahi dolayabilirdi.

 

Doğan asasını savurdu ve zinciri geri püskürttü. Karşılığında kendisi de ipi kopmuş uçurtma gibi geriye fırladı. Ağzından kanlar çıktı ve yakasını ıslattı. Kanın demirimsi tadı garip bir hissiyat verdi. Ancak hissettiği tehlike yüzünden bunu görmezden gelerek kendisini geriye attı.

 

Alt uzay da herhangi bir dayanak yoktu. Bu yüzden Doğan’ın hareketleri çok yavaştı. Ancak buna rağmen bir insanın göremeyeceği kadar hızlı hareket ediyordu.

 

Gökkuşağı Asasını çevirdi ve kırmızı renkli bir ışık tüm vücudunu sararak bir kalkan görevi gördü. Bunu yaptığı anda çevresinde portallar açıldı ve içinden zincirler çıkarak bir kırbaç misali kırmızı kalkana indi.

 

Crack!

 

Kalkan hafifçe çatlasa da Doğan bunu umursayacak durumda değildi. Nefes dahi almadan vücudunu çevirdi ve eşsiz kuvvetini kullanarak uzay-zaman dokusunu yırttı. Bunun etkisiyle açılan portallar hedefini kaybetti ve parçalara ayrıldı.

 

Doğan bununla kalmamıştı. Erlik’in karanlık gücünü kullanarak kendine fazladan güç kattı ve zincirin çıktığı bölgeye asasını salladı. Yedi renkli bir ışık tüm çevreyi aydınlattı. Adeta yeni bir yıldız doğuyordu.

 

Yedi renk birbirine karıştı ve altın beyazı bir renk oluşturdu. Beyaz ışık boşluğu yırttı ve zincirin sahibine saldırdı. Zincirin sahibi dışarıdan gelen yeni bir figürdü. Teni süt beyazıydı ve oldukça yakışıklıydı. Gözleri çekikti ve ay yüzlüydü. Kolunda sokak kavgalarında görülebilecek kadar sıradan bir zincir vardı. Koluna sarılmıştı. Beyaz kıyafetleri ile boşlukta süzülüyor, baygın bir şekilde Doğan’a bakıyordu.

 

Kore’nin Kötülük Tanrısı Daebyol!

 

Doğan onun kim olduğunu anlamıştı. Bu yüzden oldukça öfkelenerek kükredi. 7 Yeraltı Kralından birisi olarak sayılmıyordu o!  Bunun sebebiyse Yeraltı Nehri’ne katılmak istememesiydi. Bu yüzden diğer altı kötülük tanrısı tarafından reddedilmiş ve hor görülmüştü.

 

“Siktir, bir sen eksiktin!” Doğan dilini tıklattı ve kendisini güvenceye almak için etrafını kalkanla sarmaladı.

 

Daebyol, Doğan’ın kim olduğunu bilmiyordu. Ancak kanlı ve şiddetli aurayı görünce bir Savaş Tanrısı olduğunu anlamıştı. Daebyol savaş tanrılarından nefret ederdi, bu yüzden direkt saldırmıştı. Açıkçası Doğan’ın kim olduğunu siklemiyordu. Tek amacı Yeraltı Nehri’ne katılmak ve gücünü artırmaktı. Kendisini kabul etmeleri için iyi bir fırsattı bu. Bir savaş tanrısı oldukça önemliydi. Onun çekirdeğini alarak sunabilir, ve liyakat elde edebilirdi.

 

“Sen de kimsin lan dalyarak? Her neyse.. umurumda değil. Ölebilirsin.”  Elini uzattığında kolundaki zincir binlerce metreye kadar büyüdü ve canlıymış gibi Doğan’a saldırdı.

 

Doğan öyle bir sinirlenmişti ki artık düzgün düşünemeyecek durumdaydı. Gökkuşağı Asası’nı sallayarak gökkuşağı şeklini almış bir enerji saldırısı gönderdi. İki silah çarpıştığında ortaya bir ses çıkmamıştı, ancak öyle yoğun bir enerji ortaya çıkmıştı ki iki adam da geriye fırlamıştı.

 

Yüzlerce metre geriye uçtuktan sonra dengesini sağlayan Daebyol şaşırdı. “Sen bayağı ilginçsin, bu arada. Sıradan bir Savaş Tanrısı değilsin. Hm hm. Diğer tanrılara pek aşina değilim ancak senin sıradan birisi olmadığını biliyorum.”

 

Doğan dengesini sağladığında kaşlarını çattı. Çevreye yayılan enerji sayesinde bazı şeyleri tespit etmişti. Büyük bir kara kutu içerisinde gibiydi. Savaştığı birkaç dakika da uzay dokusu sağlamlaştırılmıştı. Tahta olan kafes demir ile sarmalanmıştı adeta. Bu onun sinirlerini daha da bozmuştu.

 

Doğan iki karanlık tanrıya karşı kazanamazdı. En fazla karşı koyabilirdi ki bu da onu tüketirdi. Belki Erlik’in tüm gücünü kullanırsa bir şansı olurdu, ancak karşılığın da Doğan, Doğan olmaktan çıkar ve bambaşka birisi olurdu. Seth’in amacı da buydu zaten.

 

Erlik Han’ın gücü Doğan’ı etkisi altına alırsa Doğan gerçek bir kötü tanrı olacaktı ve bu sayede Yeraltı Nehri’ne girebilecekti. Henüz gerçek bir kötü tanrı olmadığından, Seth ve Hades dışında kimse içindeki Erlik Han’ın tohumunu hissedemiyordu. Ancak kötü tanrı olduğunda herkes onu hissedecekti ve dış dünyada avlanacaktı. Bu yüzden onlara katılmak zorunda kalacaktı.

 

Doğan bunu anladı ve krizi hissetti.

 

“Sanırım başka şansım yok.” Doğan Erlik’in kullandığı küçük gücünü mühürledi ve cebinden bir taş çıkardı. Taşa bütün ilahi enerjisini aktardıktan sonra uzay boşluğuna bıraktı.

 

Uzay dokusunun arasında gizlenen Seth’in kalbi boğazına geldi ve taştan yayılan yıldırımı sezdi.

 

“Siktir! Daebyol, taşı buradan çıkar!”

 

Daebyol, Seth’in telaşlı sesini duyunca anında tepki göstererek taşa saldırdı. Kolundaki zincir küçüldü ve binlerce metreye uzayarak taşı sarmaladı. Daebyol tüm gücünü koluna aktardı ve taşı kendine çekti. Ancak taş olduğu yerde kaldı. Daebyol’un kalbini büyük bir korku sarmaladı. Bir taş değil, sanki bir yıldız çekiyordu!

 

Uzay dokusunu sıkıştıran ve Doğan’ın kaçmasını engelleyen Seth dişlerini sıktı ve uzay dokusunu rahat bıraktı. Taşı çeken Daebyol biraz daha rahatladı ve zinciri bir kırbaç misali sağa doğru savurdu. Bir Meksika dalgası misali ilerleyen zincir taşı birkaç yüz metre yerinden oynattı.

 

Ancak çok geç kalmışlardı.

 

Taştan bir yıldırım denizi çıktı ve tüm uzayı yuttu. Karanlık ve kötülükle yıkanmış ilahi enerji bir anda kutsandı ve iyiliğe döndü. Kutsal İlahi Enerji etrafı sarmaladığında kötülük tanrıları acıyla kükredi. Yıldırım denizi öyle güçlüydü ki uzay-zaman dokusunda yırtıklar oluştu ve delikler açıldı. Doğan bunu fırsat bilerek kendisine en yakın olan yırtığa fırladı.

 

“Kızagan! Seni orospu çocuğu! Seni öldüreceğim!” Seth karanlık hançerlerini çekti ve Doğan’ın bulunduğu yere ışınlandı. Tüm gücünü topladı ve ölümcül bir saldırı gönderdi. Öyle güçlü bir saldırı yapmıştı ki on binlerce metre uzaktaki Daebyol bile hasar almıştı.

 

Doğan darbeden yayılan enerjiyi hissettiğinde korkunun esiri oldu. Öleceğini emin olmuştu. Asası ile kendisini korumaya çalışsa da, ilahi enerjisi yeterli değildi.

 

“Ah, aptal çocuk.” Yaşlı ve derin bir ses alt uzayda yankılandı.

 

Ses öyle mistik ve derindi ki Daebyol’un vücudunu eşsiz bir korku sarmaladı. Seth’i ya da Yeraltı Nehri’ni umursamadı. Tüm gücünü kullanarak uzayı parçaladı ve arkasına bile bakmadan oradan kaçtı. Öyle hızlıydı ki Seth’in saldırısı Doğan’a çarpmamıştı bile. Saniyenin yüzde biriydi.

 

Seth’in saldırısı Doğan’ın sırtına indi ve orayı aşındırdı. Ancak hemen ardından bir yıldırım duvarı ikisinin arasını böldü. Seth tüm gücüyle geri çekildi ve gözlerini bir yere çevirdi.

 

Gözlerini çevirdiği yerde mavi gözlü, ak saçlı bir yaşlı adam elindeki topuzu çeviriyordu. Yaşlı adam en az altmış yaşında olmalıydı. Ancak o mavi gözlerindeki parlaklık gökyüzüne meydan okumak istercesine parlaktı. Elindeki topuz kayın ağacından yapılmış gibiydi, ucu yuvarlaktı. Ancak sırtı ağaç köklerini andırırcasına  dallı, budaklıydı. Yüzü kırışıklıkların esiri olmuştu. Ak saçları da yaşlılıktan dolayı beyazlamıştı.

 

Seth her zaman karanlıkların arkasına saklanır ve vücudunu kimseye göstermezdi. Bu yüzden Doğan her zaman onu dumanların içinde görürdü. Ancak bu yaşlı adamın delici mavi gözlerine, Seth’in ördüğü perde işe yaramıyordu.

 

Seth bunu görünce hızlıca geriye çekildi ve kendisini gizledi. Yaşlı adama attığı tek bakış ondan güçsüz olduğunu anlamasına yetmişti.

 

“Amanın, kötülük tanrısıymış. Bakalım ne kadar güçlüsün.” Yaşlı adam topuzunu ileri uzattı ve Seth’i hedefledi. Dalları andıran yıldırımlar Seth’e doğru aktı. Her yıldırım oldukça güçlüydü – ki bu güç Doğan’ın gücünün %80’ine denk geliyordu. Bu yaşlı adamın sıradan bir saldırısından ibaretti.

 

Seth tüm gücüyle kaçsa da yıldırımların bir kaçı ona çarpmıştı. Kutsallık ona büyük bir hasar verdi ve gücünün çok az bir kısmı buharlaştı.  Bu az kısmı yenilemek en azından iki ay sürüyordu ki bu çok az bir kısmıydı. Gücünün binde biri bile değildi.

 

Seth tüm gücünü zorladı ve ilahi enerjisini patlayıcı olarak kullanarak yıldırımların arasından sıyrıldı. Ancak hemen önünde bir portal açıldı ve içinden bir ok canını almak için çıktı. Seth bundan kolayca kaçındı ve ok vücudunu teğet geçti. Ancak ok vücudundan bir metre uzaklaştığında döndü ve sırtına indi. 


"Siktir!" Seth küfürler eşliğinde kan kustu. Bir kötülük tanrısı olarak çok güçlü ve kuvvetliydi. Ancak karşısında onunla aynı seviyede kişiler bulunuyordu. 


Tam o sırada boşluktan bir el çıktı ve yaşlı adamı binlerce kilometre uzağa fırlattı. Aynı anda başka bir el çıkarak Seth’i kaptı ve ortadan yok oldu. Her şey öyle ani olmuştu ki patlayan okun etkileri bitmemişti. 


Yaşlı adam dengesini kazandığı anda eski yerine geldi ve boşluğa baktı. Mavi gözleri boşluğu yarıyor gibiydi. Ancak bir şey göremediğinden iç çekti ve topuzunu sallayarak alt uzayın yıkım emrini verdi. Çıkan yıldırım tüm her yeri kutsadı ve kötülük arındı. Bu yüzden alt uzayı destekleyen enerji yok oldu ve uzay çöktü. 


"Hah... Hades ve Plüton tahmin ettiğimden daha hızlı geldi. Tsk." 


Yaşlı adam Doğan'ın olduğu yere baktı ama onu orada göremedi. Doğan savaşı fırsat bilerek oradan kaçmıştı. İz dahi bırakmamıştı. Ancak yaşlı adam çok güçlü ve engindi. İlahi enerjiyi kontrol etti ve gücünü yayarak ülkeleri tarafı. Kızagan Han'ın aurasından ufak bir parça dahi bulursa onu fark ederdi. Ancak bir süre sonra gözlerini açtığında şaşkındı.


Bir şeyler garipti. Kızagan Han'ın aurasını ya da herhangi bir ilahi enerji dalgası sezmemişti. Bir şeyler garipti. 


Tam o sırada yanında bir yırtık ortaya çıktı ve içinden uzun saçlı, elinde altın bir yay tutan bir adam çıktı. "Bay Ülgen, Osiris ve Zeus sizinle bir görüşme istiyorlar. Hermes ve Thoth onlara eşlik ediyor. Tahminime göre Erlik Han'ın miras çekirdeği ve Yeraltı Nehri hakkında konuşacaklar." 


Yaşlı adam derin bir şekilde kafasını salladı ve kendi içine çöken uzaydan çıktı ve Cennet'e doğru yola koyuldu.







Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44594 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr