Lms 21.10 : Arkadaş

avatar
2809 15

Legendary Moonlight Sculptor - Lms 21.10 : Arkadaş


Çevirmen : Clumsy-nim



“Acele edin de savaşın hadi!”

 

Korsan gemisinin kaptanı bu şekilde bağırsa da Korsanlar açık ağızlarından salyalar akıta akıta hayranlıkla izlemeye devam ediyordu.

 

“Oh, gözlerimizi kaçırmak istiyoruz ama… başka bir yere bakamıyoruz.”

 

“Çok güzel ya. Ah, böyle bir sevgilim olsaydı hayatımı onu her gün davet edebilmek için yaşardım. Kahretsin! Sadece erkekleri görebildiğimiz şu Korsan gemisinde dişi kirpi balığı görmek bile insanı mutlu ediyor.”

 

“Sadece yüzü değil, her şeyi hoş. Mükemmel bir güzellik. Ah bir onu arkadaşım olarak kaydedebilseydim…”

 

Denizciler ve Korsanlar, Hwaryeong’un yüzünü uzaklardan bile hemen önlerindeymiş gibi açıkça görebiliyordu. Dansçıların kabiliyetlerinden biri de düşmanın ilgisini çekmekti. Hwaryeong’un köprücükkemiğinin bir kısmı kıyafetinin üzerinden görünüyordu ve nefes sesini dahi duyabiliyormuş gibi hissedinceye dek kendilerini kaptırmamaları elde değildi.

 

Yaşlı adamlarsa Hwaryeong’un dansının cazibesi karşısında kelimenin tam anlamıyla donakalmış durumdaydı.

 

“Karım beni vursa veya öldürse bile onu izlemek zorundayım!”

 

Bir aciliyet hissi duyuluyordu. Hwaryeong’un menzilinin dışında kalıp sersemlemeyenler arasındaysa şiddetli bir çarpışma gerçekleşiyordu.

 

“Uvaahhhhhhhhh!”

 

“Deniz canavarını öldürün!”

 

Bu sırada bir Korsan gemisi, ön kısmıyla Kraken’i andıran bir mürekkepbalığı canavarına çarptı.

 

Kaooooooooooo!

 

Ve tepesi atan Kraken, uzanıp dokunaçlarını Korsan gemisinin etrafına sararak onu büyük bir güçle sıktı.

 

“Hücum! Hücum!”

 

Korsanlar canavarın dokunaçlarına tırmanıp kılıçlarını savurmaya başlıyor, canavar ise vücut parçaları kesilip denize düşerken bile yüzerek savaşmaya devam ediyordu.

 

Yelkenli gemiler birlik olarak Hayalet Gemilere ilerliyor, Ölümsüzlerin denizdeki feryatlarının sonu gelmiyordu. Korsanlar, Weed’in bulunduğu gemiye bile biniyordu.

 

“Savaşın geri kalanında neler olacağı umurumda değil. Weed’i yakalamak zorundayız.”

 

“Kehehehe, Weed’i yakalayan kahramanlar olacağız. Düşen öğelerle ne yapmalıyız peki?”

 

“Geminin kaptanını bulun. Bizi fark etmesin diye gizlice yaklaşalım.”

 

Korsanlar, savaşmakla meşgul olan Weed’e sinsi sinsi yaklaşıyordu. Tabii ki Weed’in onları görmemiş olması mümkün değildi. Sonuçta burası, bilhassa savaşlar sırasında, mükemmel öğelerin yuvasıydı!

 

‘Ucuz Korsan ceketleri giyiyorlar. İyi öğeleri sadece 300 seviyenin üzeriyle sınırlı olan botları ve kemerlerinden ibaret.’

 

Kemer, sık sık düşürülen bir öğe değildi. Ama Korsanlar sıklıkla farklı gemilere çıkıp ganimetleri yağmaladığı için Donanma Şövalyelerine kıyasla pek iyi ekipmanlar kuşanmazlardı.

 

‘Onları satsam bile, pek bir şey elde etmem muhtemelen.’

 

Korsan ekipmanları tutmaya değecek kadar iyi değildi. Bu yüzden Weed, onları tamamen görmezden gelerek savaşına odaklanmaya devam ediyordu.

 

“Keuhahahaha! Tüm sağlığınızı ve mananızı bana verip geberin. Hmm, sağlık ve mana çekerken savunmasız oluyorum ama burada bana tehdit teşkil edecek hiç kimse yok, o yüzden kafam rahat.”

 

Weed tarafından yetersiz bir performans sergileniyordu.

 

Korsanlar yaklaştığı anda hepsinin kökünü kurutmak istiyordu. Ama Korsanlar arkasından sinsi sinsi yaklaşırken yollarını kesen kişi bir başkası oldu.

 

Seo Yoon bunca zamandır Weed’in yakınlarında daireler çiziyordu ve Korsanların yaklaştığını görür görmez kılıcını çekmişti.

 

“Tch. Fark edildik.”

 

“Öldürün onu!”

 

Seo Yoon, sessizce kılıcını savurarak yaklaşmakta olan Korsanlarla yüzleşti.

 

“.....”

 

Ve onlar için zerre kadar üzülmeden tüm Korsanları kesip biçti.

 

Weed ise göz ucuyla, epey güvenilir görünen o kadına baktı.

 

Kendisini koruyan güçlü bir kız olsa da 12 Korsandan bizzat kurtulma şansını kaybetmiş olmaktan hoşlanmamıştı.

 

‘Kalbinde yumuşak bir köşe taşıyan hassas bir kız ve… kendince bana iyi bakıyor.’

 

Ancak tam da Weed sessizce genç kızı överken Seo Yoon, öne eğilerek Korsanlardan düşmüş olan öğeleri topladı.

 

Botlar ve kemerler!

 

Bazı korsanlardan aristokrat ailelerden gelme gibi görünen el yapımı mücevherler ve Zümrütler bile düşmüştü.

 

“Demek öyle.”

 

Weed’in siniri öyle bozulmuştu ki tek kelime edemiyordu.

 

Hem deniz canavarları hem de hayat bahşedilmiş heykeller, topçu savaşı içerisindeki azılı bir yakın dövüşe dahil olmuştu.

 

Hayalet Gemilerin çoğu batsa da çok sayıda savaş gemisi ve Korsan gemisinin de batışıyla alınan hasar büyüktü.

 

Drinfeld’in Filosuyla Korsanların gerçekleştirdiği ittifakın Weed’in Ölümsüzleriyle ölümcül bir mücadele içerisinde kalakalması, görülmeye değer bir manzaraydı.

 

“Kekekeke. Ben biraz limonata içmek istiyorum! Boğazım cidden kurudu.”

 

Bir Ölümsüz bu şekilde bağırırken Korsanlardan biri içgüdüsel olarak limonata çıkartarak uzattı.

 

Ölümsüz de limonatayı içiyormuş gibi gürültüyle yutkundu.

 

“İşe yaradı mı? Sana içecek bile ikram ettim, artık kendi gemine dönebilir misin lütfen?”

 

Ama Ölümsüz, bu ikram sonrası daha da büyük bir şevkle çarpışmaya geri döndü.

 

“Susuzluğum nihayet dindi, artık seni öldürme zamanı. Ohehhehehe!”

 

Bu şekilde düşüncesizce çarpışıyor, her mücadelede ağır fiziksel hasarlar veriyorlardı.

 

Weed ise son zamanlarda çok fazla büyük çaplı savaşa girdiğini düşünüyordu.

 

“Tek isteğim uzun ve sade bir hayat sürmek ama dinlenmeye ayıracak gün bulamıyorum.”

 

Bu kafa yapısıyla bir kahraman olma niyeti yoktu.

 

Sadece birkaç görev yapıp avlanarak aldığı güzel ödüllerle mutlu mesut yaşamak istiyordu!

 

Şafaktan beri devam eden savaş sona yaklaşıyor gibi görünüyor, top ateşlerinin azalışı Oyuncuların dayanıklılığının azalışa geçtiğini gösteriyordu.

 

Dong! Dong! Dong! Dong!

 

Bu sırada çığlık atan bir iskelet resmedilmiş bayrağı dalgalanan bir ölümsüz lejyonu donanma filosu, yağmur altında ilerleyerek üzerlerine gelmeye başladı.

 

Ve savaş gemileri, Haven Krallığı filosuyla Korsan gemilerine yaylım ateşi açtı.

 

“Bu da neyin nesi?”

 

Drinfeld afallamıştı.

 

Bildiği kadarıyla açık denizde yalnızca ticaret şehirlerinin ve Krallıkların savaş gemileri olurdu.

 

Ama ansızın karşısında düzinelerce gemiden oluşan bir filo belirmişti!

 

Harikulade görüş becerileriyle güverteye dizilmiş Ölümsüzleri görebiliyorlardı.

 

Zombiler, Hortlaklar, Alevli İskeletler, İkincil Ölümsüzler ve Ölü Şövalyelerin yanı sıra Baş Büyücüler ve Dullahanlar bile vardı.

 

Ve Haven Krallığı filosuyla Korsan gemilerine kara büyü yağdırmaya başlıyorlardı.

 

“Bu Weed’in uğraşmak zorunda kaldığı Ölümsüz Lejyonunun bayrağı değil mi!”

 

“Ne oluyor lan, bize niye saldırıyorlar ki? Normal şartlarda kin güttükleri Weed’e saldırmaları gerekmez miydi?”

 

Drinfeld’in filosu da Korsanlar da tamamen şaşkına dönmüş durumdaydı.

 

Ölümsüzlere en ufak bir yanlış yapmamışken en güçlü deniz güçlerini karşılarında bulmuşlardı.

 

Weed de pek çok açıdan sıkıntılıydı. Ölümsüz Lejyonlarıyla iç içe geçmiş pek çok talihsiz ilişki yaşamıştı.

 

“Liç Shire’ı kendi ellerimle ebedi istirahate yolladım. O sırada Orklar ve Karanlık Elflerin yardımıyla bir sürü Ölümsüz Lejyonunu mağlup ettim, hatta Embinyu Kilisesiyle çarpışması için Balkan’ı bile çağırdım...”

 

Ölümsüz Lejyonu ne dosttu ne de düşman.

 

Filo, toplam 45 siyah gemiden oluşuyordu! Seviyeleri Drinfeld’in savaş gemisine benzerdi ve muazzam bir ateş güçleri vardı.

 

Bunun yanı sıra, genellikle baş edilmesi pek kolay olmayan Ölümsüzler de güverteye dizilmiş haldeydi.

 

Daha önce Ölümsüz Lejyonlarıyla çarpışmış olan Weed, ne kadar güçlü olduklarını gayet iyi biliyordu.

 

“Hiç Ruh Çağıran olmasa bile Ölümsüz Lejyonuyla baş etmek zor olurdu.”

 

Savaşmaya hazır değilken Ölümsüz Lejyonuyla çarpışmak saçmalıktı.

 

Filosundaki Hayalet Gemilerden birinin emirlerine itaat etmeyip Ölümsüz Lejyonuna saldırma ihtimali vardı.

 

Bingryong, Anka Kuşu ve hayat bahşedilmiş heykellere saldırıya geçmeseler de onları kontrol altında tutmaları emredilmişti.

 

Savaş gemilerini getirmiş olan Ölümsüz Lejyonu, ilk olarak Drinfeld ve Griffith’in gemilerine top ve büyü yağdırmaya başlamıştı.

 

Bombardıman nedeniyle batan gemilerden alevler yükseliyordu!

 

Ölümsüz Lejyonunun başlattığı bu savaş, üzerinden geçen iki saatin sonunda Drinfeld ve Griffith’in gemilerinin geri çekilmesiyle sona erdi.

 

Yarısı hala savaşanlara yakın olduğu için savaşı tekrar başlatabilirlerdi ama artık Weed’i yakalamaları mümkün değildi.

 

Tamamen geri çekilmeleriyle de savaş bütünüyle sona erdi.

 

Ve sağır edici gülle seslerinin sonlanışı sonrası Ölümsüz Lejyonunun amiral gemisi Weed’e yaklaştı.

 

Hayalet Gemilerin ortadan ikiye ayrılışıyla da onlara bir yol açıldı.

 

Bunun sebebi Weed’in emirleri değil, bazı Ölümsüzlerin Ölümsüz Lejyonundan kaçınacak kadar korkmasıydı.

 

İşte Ölümsüzlerin kıdemlilerine duyduğu dehşet bu kadar yoğundu.

 

“Hmmm.”

 

Uzun süreli savaşa rağmen Weed’in kafası gayet hızlı çalışıyordu.

 

‘Ne pahasına olursa olsun yaşamak istiyorum. Öleceksem de çok az hasarla ölmeliyim.’

 

Bu durumdan canlı çıkma ihtimali, yolun kenarında piyango bileti bulmasıyla aynıydı.

 

Hwaryeong dans etmeyi kesmiş ve tüm gözler Weed’in gemisine çevrilmişti.

 

Sallanan pruvanın üzerinde duran Weed, çok güçlü bir Ölüm Aurası yayıyordu.

 

Karada olsaydı tüm sorumluluklarını bırakıp kaçabilirdi ama bu defa denizdeydi.

 

‘Doğrudan saldırıya geçmediklerine göre minimum da olsa diyalog kurma olasılığımız olabilir. Artık onlarla aynı Ölümsüz mevkiine ulaştığım için beni bağışlayabilirler, haksız mıyım?’

 

Savaş alanının ortasındaki Wyvernler ve Bingryong, düzenli bir şekilde açıkta kalan öğeleri topluyordu.

 

Weed’in Talrock zırhı, ekipmanları ve hazineleri Altın Kuş, Gümüş Kuş ve Sarı Oğlanla birlikte gittiği için şu anda beş parasızdı! Sarı dişleriyle, ‘Ölsem de sıkıntı olmaz. 2-3 kat daha sıkı çalışarak 2-3 seferin açığını kapatabilirim. Ölümsüz Lejyonu! İntikamımı mutlaka alacağım.’ diye mırıldandı.

 

Ölümsüz Lejyonu tarafından öldürülürse daha sonra intikamını alırdı.

 

‘5 yıl, yo... 20 yıl sonra görüşeceğiz. O zamana çılgınca bir seviyeye ulaşıp intikamımı alacağım.’

 

İntikamın zaman sınırı olmazdı!

 

Weed, göğsü gururla kabarmış ve omuzları dikleşmiş şekilde pruvada bekliyordu. Her halükarda Ölümsüz Lejyonuyla çarpışmak istemiyordu.

 

Seviyesi eskisinden çok daha yüksek olsa da bu işin altından tek başına kalkamaz ve dostlarıyla astlarını kullansa bile hepsi büyük bir hasar alırdı.

 

Tüm Hayat Bahşedilmiş Heykelleri ölecek olursa elinde avcunda hiçbir şey kalmaz, böyle tehlikeli bir risk alamazdı.

 

‘O herifler için ölürüm, o yüzden sadece beni öldürün.’

 

Kalbinde bu kararlılığı iyice perçinlemişti ve Ölümsüz Lejyonunun önünde bile kendisini biraz olsun değersiz hissetmiyordu.

 

Yüzü ve gözleri, Ölümsüz Lejyonunun onun için hiçbir şey ifade etmediğini anlatıyor, tüm küstahlığıyla onları rahatlıkla ayakları altına alıp öldürebilecek bir karizma ve otoriteye sahip olduğu izlenimini veriyordu.

 

-Herkes burada kalsın. Geri çekilin ve Sarı Oğlanın yanında bekleyin. Bingryong ve Wyvernler, siz de iniş yaparak Sarı Oğlanla diğerlerini koruyun ve Geumini’nin başına gelenlerin tekrarlanmayacağından emin olun…

 

Savaş gemisi Weed’in yanına ulaşıp durduğunda içerisinden kurbağa adam görünümlü bir Ölümsüz insan çıktı.

 

****

 

-Efsanevi Canavar Hashilsa’yı gördünüz.

 

Denizdeki Hayalet Geminin hükümdarı.

 

Özgür şehirde gelecek vadeden bir amiral doğmuştu ve seyahat etmeyi çok severdi. Bilinmeyen deniz efsaneleri arayışındaki bu seyahatlerin birindeyse şansı yaver gitmedi ve korkunç bir lanete maruz kalarak bir kurbağaya dönüştü.

 

Daha fazla güçle kafayı bozmasının ardından görünüşü korkunç bir hal aldı, mürettebatını okyanusun üzerindeki bir taş köprüye bacaklarından astı ve gaddarlığını sergileyerek onları suya düşürmekten yana hiç tereddüt etmedi.

 

En sonunda diğer donanma filoları tarafından geri püskürtüldü. Ve emri altında çalışması için Ölümsüz Derebeyi Balkan tarafından tekrar canlandırıldı.

 

Büyük Ölümsüz savaşı esnasında çok sayıda Ölümsüz kaybolsa da Balkan’ın güçlenişi sonrası hepsi tekrar belirdi.

 

- Hashilsa’nın belirmesi gereği bir korku hali doğdu. Fiziksel kabiliyetlerde düşüş gerçekleşti.

- Mürettebatın morali minimum düzeye düştü. Düzeni yeniden sağlamak imkansız.

 

****

 

Hashilsa’nın ortaya çıkışıyla Becky Nin’in 3 Çılgın Köpekbalığı, donanma şövalyeleri ve hatta iri Korsanların bedenleri bile kaskatı kesilmişti.

 

Ancak Weed’in Mücadele Ruhu yeterince yüksek olduğu için onun üzerinde bir etkisi olmamıştı.

 

‘Ellekaye’nin kolyesi, hala donmuş sahibini aramakta olan bir hazine. Büyücü Loncasının hazine kitabında, öğenin saldırı becerisi kapsamı ve etkisini %35 arttırdığı açıkla belirtiliyor. Ve sözüm ona Mana tüketimi de yarı yarıya azalıyormuş. Ayrıca elinde Krallık Şövalyeleri büyü kılıcını tutuyor. Ona büyü kılıcı deyip geçsek bile sırf kolye 600 seviyenin üzerinde.’

 

Belli bir açıdan bakılınca Balkan’ın kabiliyetini tamamıyla sergileyememe sebebi kalbinin bir kılıçla delinip geçilmesi olmalıydı! Zihninde öğeleri tanımlamak bile Weed’in kendisini daha rahat hissetmesine yarıyordu.

 

‘Gel de saldır hadi. Ölmekten korkmuyorum. O seviyedeyse ben bile çabucak ölürüm zaten.’

 

Weed bile Hashilsa’nın üzerindeki çoğu öğeyi tanımlayamıyordu.

 

Tüm öğelerinin eşsiz hazineler olduğunu söylemek mümkündü, kim olsa Hashilsa’nın kuvvetinin büyüklüğünü tahmin edebilirdi! Ama Weed, tüm küstahlığıyla konuşmayı başlatan taraf oldu.

 

“Hashilsa, beni bulmaya gelmenin bir sebebi olmalı. Benimle ne konuda konuşmak istiyordun?”

 

Elbette ki Hashilsa tüm Ölümsüz Lejyonu Filosunu tek başına yönetemez ve kontrol edemezdi.

 

Ve Weed, Ölüm Aurasını yayarak soğuk bir ses tonuyla konuşmaya devam ediyordu.

 

Ölmek üzere olsa bile son sözlerini etme ve hatta soru sorma şansına sahipti.

 

Zaten erkek adam olmak tam da bununla ilgili değil miydi?

 

Bir Karanlık Oyuncu olmanın önemli mottolarından biri de bir ejderha tarafından saldırıya uğranması durumunda bile öldürülmeden önce olabildiğince çok öğe toplamak için dikkatli olma gerekliliğiydi.

 

Hashilsa, kollarından birini göğsüne doğru kaldırarak hafifçe öne eğildi.

 

“Selam olsun. Burada olma sebebim, size Sör Balkan Demoph’un sizi çağırdığını haber vermek.”

 

Karamsar bir durumdu! Weed canavarlar arasında bile popüler olmuştu ki bu, istemediği bir şeydi.

 

Gözlerini devirerek Hashilsa’ya sorusunu sordu.

 

“O da geldi mi?”

 

“…Hayır, o gelmedi.”

 

Balkan gelmemiş olsa bile durum pek hoş değildi.

 

Söz konusu sadece Hashilsa olsa bile Weed, öldürülebilirdi.

 

Aralarındaki büyük seviye farkı, Hashilsa’yı kaçınılması zor kılıyor ve Weed, onunla konuşmaya devam etmek boynunun borcuymuş gibi hissediyordu.

 

Ayrıca patron sınıfı canavarların büyük bir çoğunluğunun bir hikayesi olurdu.

 

Bu yüzden körü körüne savaşmaya çalışmaktansa konuşmalı ve olabildiğince çok şey öğrenmeye çalışmalıydı.

 

‘Yaşamama izin bile verebilirler. Artık saygı ifadesi bile görebilirim.’

 

Bununla birlikte, Hashilsa'nın zayıf bir kişiliğe dönüşme ve daha zayıf bireylere saygı ifadesi kullanma olasılığı olduğuna öylece inanamazdı.

 

Dudaklarına rezil bir gülümseme yerleştirdi.

 

“Gerçekten mi? Yani, bana saldırmak için buraya gelmediniz?”

 

Diyerek en mühim soruyu sordu.

 

Ve ansızın aklına bir fikir geldi.

 

‘Ah, olabilir mi acaba?’

 

An itibarıyla Liç formundaydı.

 

Tabii ki aniden kıdemli Bir Ölümsüzden sınırsız saygı görmeye başlaması yoldaşları için bir anlam ifade etmemişti.

 

Ama Weed, dönüşmek için Liç heykelini tamamlarken Shire’ı model almıştı. Gerçi şu anda üzerinde ona ait hiçbir ekipman yoktu.

 

‘Huhu, mümkün olduğunu sanmıyorum. Beni kazara bir Liç olarak görse de kafasının bu denli karışması nasıl mümkün olabilir ki?’

 

Ancak Hashilsa’nın ağzından dökülen sözler, Weed’in hayal gücünün ne kadar isabetli olduğunu kanıtladı.

 

“Balkan’ın koruması altındaki Shire’a saldırabileceğimi nasıl düşünürsünüz?”

 

“.....”

 

“Sör Shire, Balkan acilen sizi bekliyor.”

 

Weed’in kafatasından oluşan suratı yamuldu. Bu noktaya dek gelmişken bahsi geçen Liçi tanımıyormuş gibi yapamazdı.

 

“Şu anda birazcık meşgulüm, o yüzden daha sonra gelirim.”

 

Böylece yalnızca duymak istediklerini duysunlar diye Balkan’ın yanına gideceğini söyledi!

 

Lejyona çağrılmak büyük bir dertti.

 

“Sör Shire, Balkan’ın mühim bir çırağısınız, bu yüzden Balkan’ın çağrısına uymak zorundasınız. Sör Shire, size gelip ona katılmanız için bizzat 120 gün tanıyabilirim, umarım bu süre yeterlidir.”

 

*Ting*

 

****

 

Balkan’ın çağrısı

Ölümsüz Derebeyi Balkan Demoph’un çağrısı.

Tüm Ölümsüzler emrine itaat etmek zorundadır.

Zorluk Seviyesi: C

Ödül: Balkan’la tanışmak için gerçekleşecek zincirleme bir görevin başlangıcı.

-Liç Shire’la ilişkili bir görev elde edildi.

Bir Gizli Görev tetiklendi!

Arka plan açıklaması: Balkan’dan sonra gelen kumandan olan Liç Shire, eşi benzeri bulunmayan kurnaz ve şeytani bir Liçti. Karanlığıyla akıl hocasını kötü yola sokup yozlaştırarak Ölümsüz Lejyonunu savaşa sürükledi.

-Bir ajan olup lejyona sızmalısınız.

-Bu görev için yüksek kötü şöhret ve komuta kabiliyetinin yanı sıra Shire’a benzer bir görünüme sahip olunmalı.

- Bu görevi yapmaya mecbursunuz.

Bir Liç olarak Balkan’ın talebini reddedemezsiniz.

 

****

 

‘Bana böyle gizli kapaklı bir şeyi nasıl yapabilirler!’

 

Kibarca reddetme şansı bile verilmemişti.

 

Weed hala şikayet etmekle meşgulken Hashilsa bir kez daha konuşmaya başladı.

 

“Öyleyse ben buradan ayrılıp Balkan’ın yanına dönüyorum. Orada görüşürüz, Sör Shire.”

 

Weed de onun bir an önce gitmesini istiyordu.

 

“Anlaşıldı, git hadi.”

 

Tüm öfkesiyle küfürler savurmak istese de ağzını açmaya cesaret edemeyeceği bir durumdaydı.

 

200 seviye veya üzeri olup güç gösterisi yapanlar olurdu.

 

Ama 400. seviyeye yakın olan Weed, şimdi bile yüksek profilli canavarlarla uğraşıp duruyordu.

 

Bu defa Balkan’ın planı tüm Krallıkları ayaklar altına almak olmalıydı.

 

Weed, bunun onun kaderi olduğunu hissediyordu.

 

‘Ah bu benim bahtsızlığım. Muhtemelen Versailles’te benim yaşadıklarımı yaşamak zorunda kalan tek bir oyuncu bile yoktur.’

 

Ama tabii ki her zamanki gibi Weed’i izleyenlerin aklından geçenler farklıydı.

 

‘Weed sağlam bir görev daha aldı.’

 

‘Bir kez daha Ölümsüz Lejyonuyla ilişkili bir görev verilen tek kişi oldu, cidden harika biri.’

 

‘Acayip kıskandım. Onun aksine biz, sadece yaşayabilmek ve beslenebilmek için korsanlık yapıyoruz.’

 

‘Başarılı olup bir de Ölümsüz Lejyon Görevini ziyan edeceğini söylemeyin sakın! Bu işin Balkan’la buluşmadan sona ermeyeceğinden de eminim.’

 

Weed’den biraz daha yüksek seviyeli rakipleriyse fikir değiştiriyordu.

 

‘Hmm, Weed’i öldürüp görevi çalmayı düşünüyordum ama şu anda çalmasam daha iyi olacakmış gibi.’

 

‘Ölümsüz Lejyonuyla ilişkili bir görevse art arda ölmek gerekebilir. En az 5-6 kez ölmek zorunda bile kalabilir.’

 

‘Başım bir sürü derde girecek. Burada, Las Phalanx’ta bir sürü şey atlattım……………. Bundan böyle orta ayarda, rahat bir ömür sürsem daha iyi.’

 

Herkes Weed’in deniz maceralarına olan ilgisini yitiriyordu.

 

Hashilsa’nın gelişiyle batmış olan Hayalet Gemiyse hiçbir şey olmamışçasına denizden yükselmişti.

 

Drinfeld ve Griffith’in gemileri fena halde hasar aldığı için onların da bu deniz savaşını daha fazla uzatacak hali kalmamıştı.

 

Versailles Kıtasına dönmek iyice zor olacak olsa da en kötü ihtimal, her şeyi kaybetmeleriydi.

 

------------------------

 

Deniz Savaşının sonlanışı sonrasında nihayet Weed’in arkadaşlarıyla birlikte Versailles Kıtasına dönme vakti gelmişti. Hoş bir yolculuk olacaktı.

 

Hayat bahşedilmiş heykeller gruplara ayrılarak üç Hayalet Gemiye dağıtılmıştı. Weed, arkadaşları ve Seo Yoon ise tek bir gemideydi.

 

“Öhöm! Gümüş Kuş, gel de bir merhaba de.”

 

*Cik, civik, cik* Gümüş Kuş şakıya şakıya kanatlarını çırparak tatlı bir selam verdi.

 

Zephyr oltasını tutup gruba yemek sağlarken Weed de özel deniz mahsulü çorbasını pişirmekle meşguldü.

 

Yemeğe başladıkları sıradaysa Hwaryeong, Hayalet Gemi filosunun peşine takılarak yaşadıklarını anlatmaya koyuldu.

 

“Çorba lezizmiş! Ölümsüz Lejyonunu görünce çok geç kalmış olabiliriz diye endişelenmiştik…”

 

Gemilerinin hızı öyle azdı ki son saniyede ancak varabilmişlerdi.

 

Irene de bu açıklamaya katkıda bulundu.

 

“Ama Bellot’un şarkı ve dansları sayesinde Deniz Kızları sürekli yanımıza geldi. Zephyr de bir grup tutsak yunusa yardımcı oldu.”

 

Bellot sesini hassas ve hoş bir akortla kullanmış, neşeyle tatlı bir şarkı söylemişti. Deniz Kızlarının toplaşmasından sonraysa Zephyr, yemlerini balık tutmak için harcamak yerine yunusları besleyerek bir araya gelmelerini sağlamıştı.

 

Bu sayede de tam vaktinde varmışlardı.

 

Weed, bu anlatılanların ardından arkadaşlarını Seo Yoon’la tanıştırdı.

 

Gerçi zamanında onunla ve Seechwi’yle kısa bir süre çalışıp avlandıkları için birbirlerini tanımıyor değillerdi.

 

“...”

 

Seo Yoon’un yüzü bir maske gibiydi, genellikle başka insanlarla konuşmazdı.

 

Weed’e söylemesi gereken bir şey olmadıkça konuşmayı çok zor bulurdu.

 

Tüm selamlaşmalarının sonlanmasının ardından da Weed, dikiş dikerken kullandığı bir kumaşı yere serdi.

 

“Hadi, başlayalım.”

 

“Ha?”

 

“1, 190 altın kazanan Hwaryeong, oyna lütfen.”

 

Yolculuk sırasında zaman geçirmek için Go-Stop oynayacaklardı!

 

Weed, Hwaryeong ve Bellot’a bu teklifte bulunurken Irene, Zephyr ve Romuna üçlüsü bakıştı.

 

‘Beklenildiği üzere yine oynamayı planlıyormuş gibi görünüyor.’

 

‘Başından beri bunu planlıyor olmalı……’

 

‘Bir hata olamaz.’

 

Normal şartlarda en baştan taraf tutup hileli oynamak hoş bir şey olmazdı. Ama şu anda durum tam tersiydi!

 

Kaybederek Weed’i tatmin edeceklerdi. Weed, bu defa Seo Yoon’u bile oyuna dahil etmişti.

 

“Öyle kenardan izlemesene, gel sen de oyna.”

 

“......”

 

“Nasıl oynandığını biliyor musun? Sana öğreteyim. Kolay bir oyun, sadece birkaç kural bilmen yeterli.”

 

Weed, Seo Yoon’un zengin olduğu gerçeğini biliyordu, o yüzden açgözlülüğüne yenik düşüp onu da bu işe sürüklemişti.

 

“Tek yapman gereken çok kart biriktirmek. Bir sürü Sangpi toplamanın işe yaradığı birkaç önemli konu var. Bu sayede Gwangman almak bile mümkün.”

 

Bu şekilde birkaç tur döndü.

 

Grup ufak ufak kaybetmeye çalışıyordu, başkalarından kolay para kazanmaya çalışan Weed’in oyun esnasındaki ifadesiyse çok gergindi.

 

Bellot ve Irene kartlarını katlarken Weed, Pale ve Seo Yoon, oyuna devam ediyordu.

 

Seo Yoon’un önüne bir sürü kart yığılmıştı. Weed ve Pale’in önündeki yığınsa ufaktı ve bonusun peşinden gidiyorlardı, ikinci turdaysa bir vuruş yapıldı.

 

Ve oyun, bunun iki kez gerçekleştiği noktaya ulaştı.

 

‘Pibak ve Gwangbak, bunların üstüne iki kez GO denildi...’

 

Weed ve Pale’in konsantrasyonu hiç olmadığı kadar yüksekti.

 

Onların elinde azıcık kart varken Seo Yoon’unkiler epey çoktu.

 

Kenardan izleyenler bile gerginliğe kapılırken sıra nihayet Seo Yoon’a geldi.

 

Çat.

 

Çaat!

 

Seo Yoon PalGong’u çekip kartı çevirdi ve Sangpi çıktı.

 

Gruba bir sessizlik çöktü.

 

“Gerçekten ü...üçüncü Go’yu söyleyecek misin?”

 

Weed, güçlükle bu soruyu sordu.

 

O anda bu mesele onu her şeyden çok ilgilendiriyordu.

 

‘Hiç değilse birazcık vicdanı varsa üçüncüyü zorlamaz.’

 

Changdong, yani 1. vuruşla 10 altın kazanılabilir, üçüncü vuruş gerçekleştiğindeyse 2,000 altına dek ulaşılabilirdi.

 

Seo Yoon, Weed’in sorusunu başıyla onaylayarak üç parmağını gösterdi.

 

Ve Weed, oyun boyunca tahtayı silip süpüren Seo Yoon’a tam 6,290 altın kaybetti.

 

-----------------------------------------------

 

KMC Medya tüm gün boyunca Las Phalanx Savaşını aktarmıştı. Elbette ki en yüksek reyting onlardaydı fakat düşündükleri kadar büyük bir mesele olmamıştı.

 

-Zaten böyle bir mücadele olacağını düşünüyor ve bunu bekliyordum.

 

-Weed bir Wyvern’in üzerinde bir Ejderhayı devirmişti. Büyü Kıtasında Savaş Tanrısının bir grup oyuncuyu katledişi çok yaygın bir olaydı.

 

Okyanustaki açık denizleri hiç deneyimlememiş birçok oyuncu vardı ama ilgileri hızla azalmış ve herkesin odak noktası Ana Kıta olmuştu.

 

Prestijli loncalar, savaş açarak bir dizi baskın düzenlemişti.

 

Birden fazla bölge, köy ve kale, savaş alanına dönüşmüştü.

 

Herkes şiddetle savaşa dahil oluyor ve daha önce tanınmayan güçlü oyuncular birer birer ortaya çıkıyordu.

 

Prestijli loncaların yüksek seviyeli oyuncuları karanlıkta aktif olarak çarpışıp rakiplerine darbeler indiriyordu.

 

Oyunun televizyon istasyonunda 24 saat boyunca acil durum moduyla yayın yapılıyor ve Kraliyet Yolu bir kez daha kızışıyordu.

 

---------------------------------------

 

“Aah, sonbahar cidden kısa sürüyor.”

 

Yaprakların dökülüşünü gören Lee Hyun, öğrenim ücretleri karşısında bir şüphe duyuyordu.

 

“Sömestr bu kadar pahalıyken ve bu kadar hızla sona erirken kış tatili sonrasında bir sömestr daha geçirmem gerekecek.”

 

Dinlenmek için hızlıca eve yürürken bu şekilde iç çekip duruyordu.

 

An itibarıyla Las Phalanx’tan Morata’ya gerçekleştirilen bir seferdeydiler ve artık tehlikede olmasalar da önlem olarak belirli pozisyonlardaki arkadaşlarını görevlendirmişti.

 

“Benim hedefe ulaşıncaya dek heykel yapmaya ve deri cüppe hazırlamaya odaklanmam lazım.”

 

Sıkı çalışmaktan heyecan duyan tek kişi Lee Hyun’du. Fakat evine yöneldiği sırada kapının önüne park etmiş siyah bir araba ve takım elbiseli adamlar olduğunu gördü. Onlardan kaçınmaya çalıştığı sıradaysa bir tanesi öne çıkarak onunla konuşmaya başladı.

 

“Affedersiniz, siz Lee Hyun musunuz?”

 

Lee Hyun kayıtsızca cevapladı.

 

“Evet? Peki ya siz?”

 

Bir mevzu çıkacaksa en iyisi cahili oynamaktı!

 

Onların bahsini hiç işitmemiş gibi davranıyordu. Ama oradaki adamların bir kısmı, Seo Yoon’un daha önce birkaç kez görmüş olduğu korumalarıydı.

 

“Buraya Seo Yoon’la aranızda yaşananları konuşmak için geldik. Başkan bekliyor, birkaç dakikanızı ayırmanızın bir mahsuru var mıdır?”

 

Bunu duyan Lee Hyun yürümeyi kesti.

 

Seo Yoon’un babası onu çağırıyordu.

 

Bu büyük ve harika bir olaydı ama tuhaf bir şekilde içine bir şeyler doğuyordu.

 

Böyle bir şeyin bir gün mutlaka gerçekleşeceğini bildiği için şaşırmamıştı. Kıza iyi davranma sebebi de buydu.

 

Kızın attığı her dostane bakışta bugünün er ya da geç geleceğini az çok tahmin edebiliyordu.

 

“Anlıyorum. Hadi gidelim.”

 

Diyen Lee Hyun, adamları takip etti.

 

-----------------------------------------

 

Lee Hyun, birkaç koruma eşliğinde etkileyici bir bahçeye sahip olan lüks bir malikaneye ulaştı.

 

“Burası Seo Yoon’un evi mi?”

 

Korumalar bu sorusu karşısında irkilse de bunu bir sır olarak görmüyormuşçasına cevap verdiler.

 

“Seo Yoon burada yaşamıyor. Burası Başkanın ara sıra kullandığı bir yazlık ev.”

 

İşte Lee Hyun, Seo Yoon’un babası Başkan Jeong Deuk Soo’yla böyle tanıştı.

 

Ve oturması teklif edildi.

 

“İçeri gelsene. Yemek yemiş miydin?”

 

Lee Hyun bu tarz durumlarda genellikle hiçbir şey yemediği yanıtını verirdi.

 

Onun mezhebi buydu.

 

Ama saat daha 5 bile olmamışken bu kadar erken yemek yemek tuhaf gelecekti ve kendisini utandırmak da istemiyordu.

 

“Teşekkür ederim ama gerek yok. Öğle yemeğinde çok yemiştim zaten.”

 

“Öyleyse konuşurken hafif bir şeyler içelim.”

 

“Bana söyleyecek bir şeyiniz varsa söyleyin lütfen, sorun yok.”

 

“Oh yo, başın belada falan değil. Sen benim gözümde önemli bir konuksun, o yüzden hiç endişe etme.”

 

Diyen Başkan Jeong Deuk Soo, ayağa kalkarak içecek bir şeyler getirdi.

 

“Kızım Seo Yoon’un Kore Ulusal Üniversitesindeki en iyi arkadaşısın ve Kraliyet Yolunda da birlikte keyifli maceralara atıldığınızı işittim. Genellikle ne tarz maceralara atılıyorsun peki?”

 

“Bir şeyler yapıyorum işte.”

 

“Maceraların TV şovlarına bile çıkıyormuş, o kadar mı ünlüsün?”

 

Başkan Jeong Deuk Soo, Lee Hyun’un yaptıklarıyla çok ilgileniyordu.

 

Böylece Lee Hyun, Freya’nın kilise görevi, Liç Shire görevi ve içerisinde bulunduğu mücadeleleri kısaca özetledi.

 

Başkan Jeong Deuk Soo sadece 10 dakikalık bir hikaye dinlese de her şey çok belli belirsizdi ve giderek ilgisini yitiriyordu.

 

Onun düşündüğü tek şey, kızıydı.

 

“Seo Yoon….. arada bir gülümsüyor mu?”

 

“Evet, Seo Yoon bazen gülümsüyor ama çok kısa sürüyor.”

 

“Yakın zamanda duyduğum üzere… Seo Yoon yeniden konuşmaya başlamış. Ama yalnızca seninle konuşuyormuş.”

 

“Evet.”

 

“Kızım hakkında ne düşünüyorsun?”

 

Lee Hyun, sohbetlerinin tehlikeli bir noktaya ulaştığını düşündü.

 

‘Buraya geldim geleli aklından geçen şey bu soru olmalı.’

 

Dürüst olmak gerekirse her ebeveyn, kızlarının buluştuğu erkekler hakkında bilgi edinmek isterdi.

 

Lee Hyun da söz konusu kız kardeşi olduğunda aynı mühim endişeleri duyuyordu.

 

Tanıştığı erkeğin kötü biri çıkmayacağından ve çapkının teki olmadığından emin olmak için olası rakibi kontrol etmek en iyi seçenek olurdu.

 

Lee Hyun, çocukluğundan bu yana kız kardeşiyle ilgilenmesi gerektiği için ebeveyn pozisyonunu anlayabiliyordu.

 

Ve Başkan Jeong Deuk Soo’nun çocuğuna yönelik hislerini de anlayıp tahmin edebiliyordu.

 

Pek fazla olmasa da birkaç şey biliyordu.

 

“Tıpkı söylediğiniz gibi… Onu arkadaşım olarak görüyorum.”

 

Seo Yoon’un ilk kelimesi olan ‘Arkadaşın’ ardındaki anlam, Lee Hyun için belirsizdi. Karşılığında kıza sunabileceği tek şeyse arkadaşlığıydı.

 

“Kızımın sana çok güvendiğini duydum. Yine de başka bir hissin olmadığından emin misin? Bir erkeksin sonuçta.”

 

“Onu yalnızca arkadaş olarak görüyorum.”

 

Seo Yoon, bir melek denilebilecek derecede güzel, akıllı ve iyi kalpli bir kızdı.

 

Onun tarafından Go-Stop’ta acımasızca mağlup edilmiş olsa da…….

 

‘Bana karşı nazik.’

 

Bunun yanı sıra zengin bir aileden geliyordu.

 

Lee Hyun, ona halihazırda sahip olduğundan fazlasını veremeyeceğini düşünüyordu.

 

Onun çocukluğundan bu yana bir sürü zorlukla yüzleşmesi gerekmişti.

 

Okuldaki tüm sınıf arkadaşları aileleriyle çıktıkları ayakkabı alışverişlerini anlatıp böbürlenir, kıyafetleri ve oyuncaklarıyla gösteriş yaparken Lee Hyun, sırasında belini büküp otururdu. Eve her gidişinde elektrik faturası, su faturası ve kira konusunda endişelenmesi gerekirdi.

 

Artık yaşam masrafları gibi problemler konusunda pek fazla endişe duyması gerekmiyordu ve yaşıtlarına göre hatırı sayılır bir birikime sahipti.

 

Yine de başkalarına kıyasla çocukluğundan bu yana pek çok zorlu deneyimi olmuştu.

 

Dolayısıyla her şeye sahip olan Seo Yoon’un erkek arkadaşı olmak basit bir mesele değildi.

 

Seo Yoon bunu istese bile, bundan kaçınmak en iyisiydi.

 

Seo Yoon’un kalbi her daim mesafeliydi.

 

Ve bu mesafe kolay kolay aşılabilecek cinsten değildi.

 

“Benim kızım, küçükken bir travma yaşadı ve çok uzun bir süre konuşamadı. Yakın zamanda seninle birlikteyken konuşmaya yeniden başladı. Ama hala konuştuğu tek kişi sensin… Lee Hyun.”

 

Seo Yoon’un babasından, hayatıyla ilgili bilmediği pek çok şey işitiyordu.

 

‘Demek gerçekten konuşamıyormuş...’

 

Seo Yoon 10 yıl boyunca bir binanın içerisinde, dünyadan uzak yaşamıştı. Acınası bir durumdaydı, onu gören aile fertleri büyük üzüntüler yaşıyordu.

 

“Sen, benim gözümde bir velinimetsin. Bu yüzden senin için bir ödül hazırladım. Bunun yaptığın onca şeyin karşılığı olmayacağını biliyorum ama bunu alır ve Seo Yoon’un en iyi arkadaşı olmaya devam edersen seni tekrar ödüllendireceğim. Lütfen kızımın yaralarının iyileşmesine yardımcı ol. Ama bundan ötesi zor olur, umarım beni anlıyorsundur.”

 

Diyen Başkan Jeong Deuk Soo, fincanın yanına beyaz bir zarf yerleştirdi.

 

“Pek çok ödemen olduğunu duydum, o yüzden içine biraz para koydum.”

 

Lee Hyun önce kafasını kaldırarak Başkanla göz teması kurdu, sonra da zarfa baktı.

 

“Üzgünüm ama bunu kabul edemem. Seo Yoon’un konuşabilme sebebi tamamen kendi iradesi. Ben onun için hiçbir şey yapmadım.”

 

“Ama ufak bir meblağ değil….. Şu anki durumuna katkısı olur.”

 

“Gurur yaptığım için reddetmiyorum.”

 

Diyen Lee Hyun, bu ayki harcamalarını düşünmeye başladı.

 

Geçim masrafları, mutfak harcamaları, kız kardeşinin sigorta ve birikimleri.

 

Bir de büyükannesinin düzenli olarak ödemesi gereken hastane faturaları vardı.

 

Kronik arterit ve kanser tedavisi, canlılığını azaltmış ve onu zayıf düşürmüştü.

 

Birkaç aylık yatış ve rehabilitasyon sürecindeyse başka yaşlılarla takılma fırsatı bulmuştu.

 

Zaten düşüncelerini ve konuşmasını da pazarın bir köşesinde oturup insanlarla konuşarak geliştirmişti.

 

Eve dönebilecek olsa da devam eden hafif bir tedavi ve süregelen yönetim yüzünden orada kalmıştı.

 

Ödenmesi gereken aylık tutar fazla olsa da Lee Hyun, Kraliyet Yolu aracılığıyla para kazanmaya devam ediyordu.

 

“Para… gerçekten kıymetli bir şey. Bence insanın para karşısında gurur yapmasına gerek yok. Ailem için epey paraya ihtiyaç duyduğum da doğru. Ama onları kendi kazandığım parayla geçindirebiliyorum.”

 

Kraliyet Yolunda olsaydı, sırf daha fazla para koparabilmek için teklifini bilerek reddederdi!

 

Ama gerçek hayatta bu kadar para almak istemezdi. Ailesinin geçimini kendi gücüyle karşılayabiliyordu. Bu sebep uğruna her şeyi başarabilirdi.

 

Bu esnada Başkan Jeong Deuk Soo’nun yanında duran sekreter, konuşmaya başladı.

 

“Bu para başkanın hediyesi. Şu ana dek yaptığın her şeye duyduğu minnettarlığın bir göstergesi olarak düşün.”

 

“Bu parayı kabul edemem, çünkü Seo Yoon’u arkadaşım olarak görüyorum.”

 

“Ne?”

 

“Arkadaşlığımı satarak para kazanmak istemiyorum. Arkadaş dediğin zor zamanlarda insanın yanında olur ve ben, bunun karşılığında bir şey beklememek gerektiğini düşünüyorum.”

 

O parayı almanın muazzam bir yardımı dokunurdu.

 

Uzun süre borçlu olma çilesini iyi biliyordu. Ama ailesini, arkadaşlığını satarak kazandığı parayla beslemek istemiyordu.

 

Kendi kendine, ‘Bildiğim tek bir şey varsa o da para kazanmak.’ diye düşündü.

 

Başkan Jeong Deuk Soo ise daha fazla tavsiyede bulunmadı.

 

“Sana olan inancım güçlü, genç adam. Bundan böyle Seo Yoon’un daha fazla yara almamasına yardımcı ol lütfen.”

 

“Elimden geleni yapacağım.”

 

Lee Hyun, bu konuşmanın ardından koltuğundan kalktı. Ve korumalarla birlikte malikanenin dışına çıkarak Seo Yoon’un babasının sahip olduğu etkileyici eve baktı.

 

Seo Yoon’un babasının o parayı verme sebebi yalnızca amacını açıklığa kavuşturmaktı.

 

Bu buluşma ağzında kötü bir tat bırakmış olsa da Lee Hyun, Seo Yoon’un ebeveynlerinin hayatta olmasını kıskanmadan edememişti.

 

Tanıştıkları andan itibaren varlığı reddedilmişti. Sonra insanların hayranlık beslediği Seo Yoon’a benzeyen Freya Heykelini yapmıştı. O, yalnızca uzaktan koruyup kollayabileceğiniz kadar değerli biriydi.

 

‘10 milyon won vermiş olmalı. Almamam iyi oldu. Bundan böyle kendimi daha çok avlanıp çalışmaya adayacağım ki geri çevirdiğim parayı telafi edebileyim.’

 

Bu sırada Başkan Jeong Deuk Soo, kadehindeki şaraptan bir yudum aldı.

 

“Ondan aldığım izlenim iyi bir adam olduğu şeklindeydi. Seo Yoon’un kalbini iyileştirme işi için en iyi aday olduğunu görebiliyorum. Yine de 1 milyar won’u reddettiğine göre… paraya ihtiyacı olduğu şeklindeki rapor yanlış mıydı ki?”

 

-----------------------------------------

 

Büyük güçler, topraklarını Versailles Kıtası boyunca hızla geliştiriyordu.

 

Hermes Loncası Efendisi Raphael ise uzun bir zaman üzerine mutlu mesut bir şekilde konuğunu ağırlıyordu.

 

“Gök Şehri Lavias’ta yollarımızın ayrılmasının üzerinden epey vakit geçmişti. Neden şu anda geri döndün?”

 

“Yalnızca sağda solda dolaşıyorum işte. Çeşitli maceralara ve avlara katılıyorum.”

 

“Tekrar hoş geldin. Haberleri olduğu takdirde dönüşüne sevinecek bir sürü kişi var.”

 

Bunu duyan Da’in, asasını bırakarak sandalyeye oturdu.

 

Hermes Loncasının Kraliyet Yolunun başlangıcından bu yana birlikte avlanan Raphael ve benzeri pek çok ana oyuncusu, orada toplanmış durumdaydı.

 

#Sen, milyon, milyar, sen bu parayı ne yaptın Lee Hyun! Pintiler pintisi kahramanımızın bu teklifi reddetmesine ne demeli? Reddettiği paranın ne kadar olduğunu bilseydi yine aynı kararı verir miydi acaba? Çok emin olamasam da birazcık gurur duymadan edemedim açıkçası.
Bu bölüm bayağı olaylıydı. Deniz savaşı sonlandı, Liç kılığı nedeniyle görevini bitirdiği saniyede karşısına yeni bir zincirleme görev çıktı ki bu görev Balkan’la ilişkili. Sonra Seo Yoon’un babası meselesi çıktı. Ve finali de Da’in’in geri dönüşüyle yaptık! Bizi neler beklediğini çok merak ediyorum doğrusu. Bir sonraki bölümde görüşmek üzere!






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 46709 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr