LMS 13.2: Prenses Remy’nin Şövalyesi

avatar
4045 16

Legendary Moonlight Sculptor - LMS 13.2: Prenses Remy’nin Şövalyesi


Çeviri: AFMbey-nim

Düzenleyen: Gandalf

 

Weed’in gözleri görevi görünce parıldadı.

 

‘Her neyse, ben elimden gelenin en iyisini yapayım, zaten başka seçeneğim de yok gibi.’

 

Weed görevi kabul etmişti, artık geri dönmek yoktu.

 

Savaş sırasında bir anlığına bile olsa dinlenemezlerdi.

 

Weed saygılı bir şekilde kafasını eğerek:

 

“Remy, pardon, Prenses.”

 

“Söyle şövalye-nim.”

 

Weed prensesin küçük ve narin ayaklarını gördü.

 

Bazı erkekler kadınların ayaklarından çok etkilenirdi ama Weed’in böyle bir tutkusu yoktu.

 

“Benim söylediklerimi yapmalısın. Her ne olursa olsun paniğe kapılma ve benden başka kimseye güvenme.”

 

“Tamam anladım. Canım sana emanet.”

 

Weed konuşmayı bitirdi ve daha fazla konuşmadı.

 

Onlara doğru yaklaşan insan birliklerinin sayısı artıyordu, bunun yanı sıra havada uçuşan kayalar ve büyüler de Weed ve prensesi tehdit edecek kadar yakınlarındaydı. Şu anda bulundukları alan savaş girdabının içine çekilmenin eşiğindeydi.

 

Weed beyaz atın dizginlerini eline aldı. Sonra da Prensesi arkasına oturttu.

 

Puhihhing!

 

At hafifçe kişnedi.

 

Weed bir eliyle dizginleri tutuyorken diğer eliyle de kılıcını çekti.

 

**tting**

 Kallamore Krallığından Koldeurim’in kılıcını kuşandınız. İtibar 250 puan arttı.

 

-Saldırı hızı yükseldi.

 

-Güç yükseldi

 

-Çeviklik yükseldi.

 

-Güçlü bir karizma ile zayıf canavarlara üstünlük sağlarsınız.

 

-Buz şeytanın gücü bu kılıcın içindedir.

 

 

Weed düşmanların bulunduğu yere doğru hızla ilerlemek için atı dehledi.

 

“Haydi, deh!”

 

Beyaz At her adım atışında korkutucu bir hıza yükseliyordu.

 

Bu küheylan, Rosenheim Krallığındaki Litvart zindanları görevindeyken kabul etmek zorunda kaldığı tay ile karşılaştırılamayacak kadar harikaydı.

 

Bir şövalyenin saldırısı bindiği atın durumundan ve gücünden önemli ölçüde etkilenirdi.

 

Bir küheylanı iyi yapan özellikler sadece dayanıklılık ve hız değildir; atın soyu da önemlidir. Bir atın soyu onu büyütüp yetiştirme konusunda çok önemlidir.

 

Bir ata değer biçmenin yolu öncelikle onun soyunu ve genetik özelliklerini belirlemekten geçer.

 

Fiyatını tam olarak bilmiyordu ama Weed’in şuanda bindiği at çok pahalı olmalıydı.

 

Atın müthiş hızı ile rüzgarı yararak gidiyorlardı.

 

Bir ok ile karşılaştırılabilecek bir hız…

 

Weed’in göz bebekleri büyüdü ve kılıcını kaldırdı.

 

Weed’in hissettiği tek şey kılıcın kabzasıydı. Hatta arkasında oturan Prensesin o narin ve nezaket dolu sıcaklığını bile hissetmiyordu.

 

***

 

Kılıç ustalığı eğitim yeri Dojang…

 

Jeong Ilhun üniformasını giymiş bir şekilde Cha Eunhee’yi bekliyordu.

 

“Hey.”

 

“Efendim kardeşim.”

 

“Kadınlar der ki dış görünüş her şey değildir, bunu aklından çıkarma tamam mı?”

 

Cheo Jongbeom hemen cevap verdi:

 

“Evet, doğru söylüyorsun.”

 

Ma Sangbeom da onu teskin etti:

 

“Bayan Seechwi’nin makul ve adil bir insan olduğuna inanıyorum. Senden hoşlandığı da ortada. Seninle buluşmak için Dojang’a kadar bile geliyor farkındasın değil mi?”

 

Hatta Seechwi kendi elleriyle yaptığı kimbap yemeği bile getirecekti.

 

Buluşma vakti yaklaşıyordu.

 

“Hey, biraz sakinleş.”

 

Bu Jeong ılhun’un ilk aşkıydı. Jeong’un İçinde kelebekler uçuşuyordu. Kılıç müsabakalarında bile bu kadar heyecanlanmamıştı.

 

Cheo Jongbeom, Ma Sangbeom, ve Lee Indo da ayrıca heyecanlıydı. Çünkü bu hiç beklenmedik bir durumdu. İlk defa bir Sahyeong*’un sevgilisi olacaktı.

 

// Geomchiler birbirlerine Sahyeong diye hitap ediyor. Saygı ve sevgi ifadesi. Bizdeki ‘kardeşim’ gibi.

 

Ama söz konusu bir Ork karakteri oyuncusuydu. Şişman ve çirkin bir ork. Bu yüzden arkadaşları Jeong’u pek de tebrik edemiyordu.

 

Sahyeonglar Seechwi ve Jeong’un Roal Road maceralarına tanıklık etmişlerdi. Seechwi’nin bilgeliği Jeong’un kalbinin güzelliği kadar yüksekti.

 

“Seechwi gelmek üzeredir.”

 

Jeong Ilhun, bir kadın elinde beslenme çantası ile Dojang’a girdiğinde gergin bir şekilde bekliyordu.

 

“……”

 

Cheo Jongbeom, Ma Sangbeom, Lee Indo.. hepsi kadına baktı.

 

‘Bu o mu!’

 

‘Seechwi’ye biraz benziyor.’

 

‘Ama 30-40 yaşlarında gibi duruyor.’

 

Tombul kadın Dojang’a doğru ilerlemeye devam etti.

 

Jeong ılhun’un yüzündeki gülümseme hala devam ediyordu ve yüz yüze gelmek için ona yöneldi.

 

“Tam vaktinde geldin. Geldiğin için teşekkür ederim. Dojangı Kolay bulabildin mi?”

 

Önce Jeong ılhun elini uzattı.

 

Jeong’un yaptığı hareket minik bir hareket gibi görünse de büyük cesaret isteyen bir hareketti.

 

Jeong, Kadının kötü hissetmemesi için gülümsedi ve elini sıkıp sıkamayacağını sordu.

 

Önemli olan dış güzellik değil iç güzelliğiydi. Bu yüzden Jeong Seechwi’yi hoş karşıladı.

 

Fakat;

 

“Sen kimsin?”

 

Kadının yüzü ekşimişti. Sonra Dojang’daki birinci sınıf öğrencilerinden bir tanesi koşarak geldi.

 

“Anne yemeğimi mi getirdin?”

 

“Al yemeğin. Yemeğini bir daha unutma.”

 

“Tamam anne. Ah! merhaba usta!”

 

Küçük çocuk Jeong ve diğer eğitmenlere selamını verip Dojang’a geri döndü.

 

“Ahem ahem!”

 

Jeong Ilhun utangaç bir şekilde boğazını temizledi ve Cha Eunhee’yi beklemeye devam eti.

 

Sonra sokağın karşısından kendisine doğru gelen bir kadınla göz göze geldi.

 

‘Bu o mu?’

 

Kadın kimbap kutusu taşıyordu. Eğer elleri boş olsaydı onu başka biri zannederdi.

 

Kadının güzel bir cildi ve gözleri vardı. Çoğu insanın hemen farkedebileceği bir güzellik..

 

Jeong Ilhun binlerce kişilik bir kalabalığın içinde bile etrafında kimse yokmuş gibi sadece bu güzelliğe bakarak dikilebililirdi.

 

Seechwi’nin elinde iki tane alışveriş poşeti vardı ve Dojang’a doğru yürüyordu.

 

‘Bu o değil.’ diye düşündü Jeong.

 

Diğer eğitmenler de aynı fikirdeydi.

 

bu gelenin Seechwi olduğunu sanmıyorum.’

 

‘Ama buraya doğru geliyor.’

 

‘Neler oluyor böyle! Belki kredi kartı satışı yapan biridir. Ya da ilaç satış mümessili felan. Böyle bir kadın  benden bir şey almamı istesin hemen alırım. Bakalım neler diyecek.’

 

En çok merak içinde olan kişi Lee Indo idi.

 

Kimsenin gözü ağır gibi gözüken çantalarda değildi. Herkesin gözü kendilerine yaklaşan genç ve güzel kadının üzerindeydi ve ağızları açık kalmıştı.

 

 ‘Neden hala buraya doğru geliyor?’

 

 ‘Neden buraya gelsin ki?’

 

‘Yanlış bir şey mi yaptık?’

 

Herkesin kafası merak ve endişe doluydu.

 

Kız geldi ve tam Jeong’un karşısında durdu, sonra:

 

“Merhaba Ilhun-nim!”

 

Jeong Ilhun’un gözleri şüphe ile doluydu.

“Adımı nereden biliyorsunuz? Sen de diğer Dojang’dan teklif yapmak için gelen elçilerden biri misin?”

 

Diğer dojang’a mensup kişiler Güzel bir kadın ile Jeong un aklını çelmeye çalışsalar bile işe yaramazdı. Jeong dojang’ı asla terketmezdi.

 

Teklif kimden gelirse gelsin, ne eğitmenler ne de öğrencileri hiçbir teklifi kabul etmezdi. Kılıç öğrenmek için beraber geçirdikleri zaman sonucunda, kazandıkları birliktelik ruhu ve onurları herhangi bir para teklifini reddetmeye yeter de artardı bile.

 

Seechwi’nin gülümsemesi biraz değişti ve sordu:

 

“Ne? Ben köstebek, muhbir veya elçi filan değilim, hem zaten sen beni beklemiyor muydun, randevulaşmıştık ya!”

 

Jeong Ilhun şaşkın haldeydi.

 

“N..ne.. ne ded.. ne dedin?”

 

Dojang’daki en yaşlı kişi.

 

Jeong elinde bıçağı olan biriyle silahsız bir şekilde karşı karşıya gelse sakinliğini korurdu ama şu anda gerçekten de şok içindeydi.

 

“B..bu.. imk..imkansız! ben..benim.. kim olduğumu bilmen mümkün değil.”

 

“Geomchi2. Sen Jeong Ilhun değil misin?”

 

“Ev..evet..b..be..benim.”

 

“Ben Seechwi, ılhun-nim!”

 

Jeong ılhun Cha Eunhee’nin oyun dışındaki gerçek halini görünce şaşkınlıktan dili tutulmuş gibiydi.

 

Diğer eğitmenler de aynı şekilde şaşkınlıktan dona kaldılar.

 

‘İmkanı yok.’

 

‘Bu imkansız.’

 

‘Neler dönüyor burada?’

 

‘Kız. Ork Seechwi.’

 

‘Bir saniye ya.! Royal road’dayken görünüşümüzü değiştirebiliriz değil mi? Biz görünüşümüzü değiştirmedik, gerçek hayattaki görünüşümüzle oynadık ama Seechwi değiştirmiş. Bunu nasıl düşünemedik ya!’

 

O kadar süre Royal Road oynamalarına rağmen şuan oyuna yabancı kalmış gibi hissettiler.

 

“….”

 

“….”

 

“….”

 

Dojang’da uzun bir sessizlik oldu.

 

Jeong Ilhun, diğer eğitmenler, hatta büyük usta An Hyeon Soo bile. Hepsi sessizlik içindeydi.

 

Herkes gözünü kırpmadan sadece Cha Eunhee’ye bakıyordu.

 

‘Ilhun bu kızı tavlayabilecek kadar yetenekli miymiş!’ diye düşündü büyük usta An Hyeon Soo ve şaşırmıştı. Hatta o kadar şaşkındı ki Jeong Ilhun’un kılıç yeteneğini keşfettiğinde bile bu kadar şaşırmamıştı.

 

‘Bu kadar güzel bir kız ve Geomchi2.’

 

‘Hayır, bunun gerçek olduğuna inanamıyorum. Umarım bir rüyadır ve yakında uyanırım.’

 

An Hyeon Soo, eğitmenler ve pratisyenlerin hiçbiri Cha Eunhee’nin getirdiği kimbapı yemedi. Aslında yemek istiyorlardı ama bunu yapacak cesareti kendilerinde bulamıyorlardı.

 

Kimbap halkaları çok güzel görünüyordu ve yemek içeri girdiği anda mis gibi kokusu yayılmaya başlamıştı.

 

‘Off.! Şu tatlı ve leziz kimbap halkalarına bak..!’

 

‘Bu kızın aşçılığı da iyiymiş.’

 

‘Şu kimbapları yemek için neler vermezdim.’

 

An Hyeon Soo, eğitmenler ve öğrencilerin hepsi kimbap halkalarını çiğnemekte güçlük çektikleri için yüzünü ekşitti.

 

Hayatlarında ilk defa bir yemek için tereddüte düşmüşlerdi.

 

Bir süre geçtikten sonra aralarındaki en yaşlı kişi olan büyük usta An Hyeon Soo derin bir iç çekerek söze girdi:

 

“Vay be. Demek Seechwi sensin!”

 

Cha Eunhee kibarca yanıtladı:

 

“Evet efendim.”

 

Cha Eunhee bej rengi güzel bir bluz ve dizlerine kadar uzanan bir etek giyiyordu. Vücut hatları çok düzgündü. Hwaryeong ve Seoyoon kadar güzel olmasa da çoğu kişiden kat ve kat daha güzeldi.

 

An Hyeon Soo başını sallayarak:

 

“İyi bakalım, jeong Ilhun’a iyi davranmaya devam et tamam mı!”

 

Büyük usta ayağa kalktı ve ofisine doğru sessizce ilerledi. Kendini oradan ayrılmak zorunda hissetmişti.  Geride kalan herkesin ilgi odağı Cha Eunhee idi.

 

Cheo Jongbeom:

 

“Cha Eunhee yenge bir şey sorabilir miyim acaba?”

 

Bu cümlenin hemen ardından Jeong Ilhun kıs kıs güldü.

 

“Hıhıhı.”

 

Çünkü Cheo Jongbeom yenge demişti, belliydi ki ne anlama geldiğini bilmediği bir kelime kullanmıştı.

 

Cha Eunhee de gülümseyerek cevap verdi:

 

“Evet, sor lütfen.”

 

Cheo Jongbeom temkinli bir şekilde sordu:

 

 “Eee.. hangi okuldan mezun oldunuz?”

 

“Bu…”

 

Cha Eunhee tam cevaplayacaktı ki Jeong Ilhun gergin bir şekilde araya girdi:

 

“Jongbeom kardeş! Okul meselesi de nereden çıktı şimdi, ne önemi var!”

 

Jeong Ilhun lise terkti. Diğer eğitmenler ve öğrenciler de aynı şekilde ya ilkokul terk ya da lise terkti. Bu durumun çok övünülecek bir şey olmadığının farkındalardı. Liseden mezun olan biri Dojang’da elit sayılırdı. Cheo Jongbeom altında yatan asıl anlamını bilmeden okul sorusunu sorduğunda Jeong Ilhun farklı düşünmüştü.

 

‘Bazı sebeplerden ötürü mezun olamadığımı düşünmüş olmalı.’

 

Jeong’un aklını kurcalayan şey buydu..

 

Cha Eunhee gülümseyerek cevapladı:

 

“Sorun yok. Bu soruyu cevaplamamak için bir neden göremiyorum. Harvard’dan mezun oldum.”

 

“Huh?”

 

Cheo Jongbeom’un kafası karışmıştı.

 

“Hani şu şehir merkezindeki üniversiteye giriş sınavına hazırlayan  Harvard dersanesini mi diyorsun?”

 

“Hayır. Amerikadaki Harvard üniversitesi.”

 

“Oha! Vay be!”

 

Hayranlık belirtilerinin ardından derin bir sessizlik oldu.

 

Eğitmenler ve pratisyenler Harvard üniversitesinden birini tanımanın şaşkınlığı ve hayranlığı içindeydiler.

 

Bu sefer Ma Sangbeom sordu:

 

“Pardon, ne iş yapıyorsunuz acaba?”

 

“Hastanede çalışıyorum.”

 

“He, demek hemşiresiniz.”

 

“Hayır, doktorum.”

 

“Dok..doktor mu?”

 

“Evet. Psikoloğum.”

 

Ma Sangbeom’un gözleri faltaşı gibi açıldı.

 

30’lu yaşlarındaki eğitmen Jeong Ilhun’un böyle bir sevgili yapmış olması inanılır gibi değildi. Çırak ve stajyerler de karamsarlığa kapılmıştı.

 

‘Hayır hayır. İçten içe kendimizi yeyip tüketmenin sırası değil.’

 

20’li yaşlardayız, 30’lu yaşlara gelmemize az kaldı. Böyle güzel ve zeki bir sevgili yapmamız imkans…’

 

Hepsi gelecekleri hakkında karamsarlığa kapılmıştı. Başlarından aşağı kaynar sular dökülmüş gibi hissediyorlardı.

 

‘Yok abi, böyle sap kalamayız.’

 

‘Ömrümüz bitiyor ve biz hala sapız.’

 

Eğitmenler ve pratisyenlerin hepsi sessizdi.

 

“Royal Road’a bağlanmamız gerekiyor.”

 

“Hadi Royal Road oynayalım!”

 

“Ork kasabası! Ork kasabasına gidelim!”

 

Eğitmenlerin ve pratisyenlerin hepsi bir anda oyuna girmek istediler. Bu sırada An Hyeon Soo(büyük usta) oyuna çoktan bağlanmıştı. Hepsi oyuna Morata’da bağlandıktan hemen sonra, direkt Ork kasabasına yöneldiler.

 

***

 

Kmc Medya izleme odası..

 

Herkes acil durum moduna geçmişti.

 

“İkinci savunma hattını da geçti!”

 

“Etrafını saran ilk iki saldırı çemberini aştı, şimdi üçüncü çember ile savaşıyor!”

 

“Yedi tane mızraklı adamı öldürdü, onu artık durduramazlar.”

 

“Bir tane Bramba Krallığı şövalyesi öldürdü! Sanırım leveli 360!”

 

Yönetici Kang yayın takvimini kontrol etmekle meşguldü ve ekranı izleyemiyordu.

 

“Onları sadece birkaç dakika içinde mi öldürdü?”


 
İzleme odasındaki çalışanlar cevap vermeden önce bir süre tereddüt etti.

 

“Ne birkaç dakikası! Onları Aniden öldürdü!”

 

“At sırtında olan birinden mi bahsediyorsunuz! 360 leveldeki bir şövalye olmak ne kadar zor bilirsiniz. Yanılıyor olma ihtimaliniz var mı?”

 

“At hiç durmadı. At sadece tek bir yönde ilerledi ve sırtındaki şövalye de at üstünde savaştı. Çok kısa bir süre içinde onlarca kişiyi yararak ilerledi.”

 

“Bu mümkün mü? At sırtında kılıç sallamak kişinin denge kurmasını zorlaştırır.”

 

“Bence de öyle, ben olsam yapamazdım ama o  yapabiliyor.”

 

“Bu nasıl bir oyuncu böyle!”

 

Herkes hayranlık içerisindeydi..

 

Savaşın başından bu yana, Weed arkasında Prenses otururken at sırtında düşman hatlarına doğru ilerlemişti. Okçu birlikleri çok sık bir şekilde ok atışları yapmıştı ama Weed bu ok saldırılarından cesurca kaçmıştı. Oklar daha hedef yerine düşmeden Weed sıyrılıp kaçmıştı.

 

Büyücüler büyü saldırıları yapmıştı ama at vücudunu esnek bir şekilde eğerek büyü saldırılarından kaçmıştı.

 

Patlayan alevler… Buz okları… Yıldırım saldırıları…

 

İskelet şövalye o güvenilir ve sağlam at binme yeteneğini sergiliyordu ve beyaz küheylanın sırtında saldırıları yararak ilerliyordu.

 

Sonra Weed mızraklı askerlerle ve okçularla karşı karşıya geldi.

 

Weed sadece atın dizginlerini kontrol ederek çifte attırıyordu. Her çifteden sonra mızraklar ve kılıçlar parçalanıyordu. Çifte yiyen mızraklı askerler de hemen ölüyordu.

 

Karşı konulamaz bir saldırı…

 

Bir şövalye’nin at binerek yaptığı saldırının hasar gücü normal saldırılardan en az 2-3 kat daha fazlaydı. Ayrıca bu oran binilen atın hızına göre artabilirdi.

 

Bu saldırıyı önlemek için kullanılan kalkan parçalanır, zırhlar ise ezilir hatta parçalanabilir.

 

Sıradan piyade askerler dört nala hızla gelen şövalyeyi durduramazlardı.

 

At sırtında değil de yerde savaşan şövalyenin de ciddi oranda yüksek gücü, çevikliği ve saldırısı vardır ama bir şövalyenin asıl gücünü gösterdiği saldırı at binerek yaptığı saldırıdır.

 

Weed, önceden de belirtildiği gibi, çok büyük bir hızla düşman hatlarına saldırdı ve yarıp geçti.

 

Weed’in çok hızlı olan at ile birlikte yaptığı hareketler çok hiddetli ve aynı zamanda gösterişliydi. Elindeki kılıç adeta dans ediyordu.

 

Müthiş bir güç ve hız…

 

Weed Düşman bölgesinin tam merkezine tek başına daldı ve piyadelerle savaştı. Piyadelerin içinde tam teçhizatlı şövalyeler de vardı. Bu şövalyelerle de savaşan Weed galip geliyordu.

 

Ölümü reddetme gücünün etkisinde olmasına rağmen Weed mükemmel bir performans sergiliyordu.

 

Yönetici Kang şüpheli bir ses tonuyla sordu:

 

“Daha önceden şövalye tecrübesi falan mı varmış bu adamın?”

 

“Belki de öyledir. Bilmiyoruz.”

 

“Oyunda Oymacı olduğu yazıyor.”

 

“Hobi olarak felan yapıyordur belki.”

 

Herkes Weed’in kimliği hakkında tahminler yapıyordu, aslında Bu konu yayıncılar açısından gayet hassas bir konuydu.

 

Gerçi gelen görüntülerden sonra oyuncunun karakter bilgileri hakkında derinlemesine düşünmenin pek bir anlamı yoktu.

 

Ayrıca Weed’in şu anda içinde bulunduğu şartlar ve ortam da bilinmiyordu.

 

Yayıncı kuruluşların oyuncuyla anlaşma imzalamak için oyuncunun karakter bilgilerini, item bilgilerini ya da yetenek bilgileri gibi şeyleri istemesi makul bir şey değildir. Çünkü bu bilgiler gizli bilgilerdir.

 

“Savaş alanının her bir köşesinde savaşıyor bu adam.”

 

“Benim de onun gibi bir kurtarıcı şövalyem olsun isterdim.”

 

“Ne kadar romantik. Beyaz ata binmiş bir şövalyeye sahip olma mutluluğu çok güzel olmalı.”

 

Kadın çalışanlar biraz kıskançlık içindeydi.

 

Kendi ülkesine, öz vatanına dönmek isteyen ve kendini beyaz atlı bir şövalyeye emanet eden bir prenses… tıpkı romantik masallarda olduğu gibi..

 

Ama tabii ki bu masallardaki şövalyeler genellikle genç ve yakışıklı olur ama bizim şövalye bırakın yakışıklı olmayı, iskelet şeklindeydi.

 

“Şövalyenin arkasında oturan kişi sen olmak istemez miydin?”

 

“Bence Royal Road’daki şövalyeler acayip havalı.”

 

Diğer yandan, Weed’in savaşını izleyen yönetici Kang izleme odasındaki ekipleri yönlendiriyordu.

 

“Neyle karşılaşacağımızı bilmiyoruz, üretim ekibi elemanları sakın ha en ufak bir ayrıntıyı bile kaçırmayın!”

 

“Tamamdır!”

 

“Araştırma ekibi! Bugün ortaya koyduğunuz iş sayesinde bu sene sonuna kadar prim alma şansınız arttı. Ama sakın uyuklamayın, sakın!”

 

“Savaşın sonuna kadar kesinlikle gözlerimizi dahi kırpmayacağız yönetici-nim.”

 

“Diğer ekip elemanları, sizler de ilgi çekici bir şey bulursanız hemen söyleyin.”

 

Bu savaş Versailles Kıtasının tarihine karışmış bir savaştı. Bir çok kişinin bihaber olduğu savaş. Savaştan haberi olanlar sadece kıtanın tarih kitabını bilen ve okuyan kişilerdi.

 

Ama şimdi, bu savaştan gelen görüntüler sayesinde savaş tekrar izlenilebilirdi.

 

“Üzerinde çok nadir bulunan bir kaftan var. Ne olduğunu bilmiyorum ama Büyü savunması aşırı güçlü.”

 

“Savaşta ayrıca dev ırkı da var. Sayıları 200 civarında.”

 

“Özel yetenekleri var mı?”

 

“Olağanüstü bir güce sahipler. Silah ya da büyü kullanmıyorlar.”

 

“Anladım… bu yeni gördüğümüz ırklar şu ana kadar kayıt altına alınmadılar. Peki açıkça yeteneklerini kullanan var mı?”

 

“Şu ânda mı? Kısmen var. 57 tane yeni büyücü farkettim, keşfedilmemiş büyüler kullandılar.”

 

Herkesin gözü Palrangka savaşında yer alan büyücülerin büyüleri, savaşçıların ve şövalyelerin yetenekleri üzerindeydi.

 

O günlerden günümüze kadar aktarılmayan büyü sayısı oldukça fazlaydı. Günümüze ulaşamayan bu büyüler ve onların etkileri Palrangka savaşında açıkça görülebiliyordu.

 

Geçmişte kalan ve unutulmuş bir büyüyü tekrar yapmak veya yeni bir büyü üretmek büyücüler için kuraklıkta bir damla yağmur beklemek gibi birşeydi.

 

İkinci işinde yeteneğini ileri seviyeye taşıyan büyücüler uygun şartları sağlarlarsa kendi büyülerini yaratabilirlerdi veya kadim bir büyüyü tekrar canlandırmak için gerekli bilgiyi elde edebilirlerdi.

 

Büyü ile alakalı bilgiler, itemler, ırklar vesaire.. hepsi çok nadir şeylerdi. Bunlar maceracı tipler için de çok özel şeylerdi.

 

Nadir bulunan görev ve olaylar hakkında bilgi edinmek isteyenler, çok büyük ihtimalle Palrangka savaşını gördükten sonra bu savaşla alakalı özel bilgiler almak isteyecekti. Çünkü nesli tükenmiş ırklar ve tarihe karışmış krallıklar bu savaşta yer almıştı.

 

“Bingo!”

 

“Muazzam miktarda bilgi. Savaşın yayıldığı alana baksana bir!”

 

“Reyting oranlarının ne durumda olduğu artık önemsiz.”

 

“Palrangka savaşı hakkındaki tartışmalar ve yorumlar en az 2 ay sürer.”

 

Araştırma ekibindekiler sevinç çığlığı attı. Program ‘Weed’in Todeum ile alakalı kısmı beklentileri karşılamamıştı ve hayal kırıklığı bu savaşa dek sürmüştü.

 

Aslında Weed’in maceralar sırasında yaptığı sıra dışı eylemlerin sebebini gayet iyi biliyorlardı. Diğer oyuncular zor bir görevi aşmak için Weed’in yaptığı gibi yapmayıp, zor yolu kullanmayı denerlerse ellerine başlarına daha büyük belalar açmaktan başka bir şey geçmezdi.

 

‘Sunbain krallığı. Herotai şehrine sonunda gelebildim. Başka hangi görevler bekliyor beni acaba. Göreceğiz bakalım.’

 

Yönetici Kang giderek gerginleşmeye başlamıştı. Kang araştırma ekibinin apar topar hazırladığı raporları inceliyordu.

 

Birkaç dakika sonra yönetici Kang sordu:

 

“Weed ne yapıyor şu an?”

 

“……”

 

Kang’ın sorusunun üzerinden uzun zaman geçmişti ama hala cevap alamamıştı.

 

İzleme odasında yüzden fazla kişi vardı ama kimse Kang’ın sorusunu cevaplamamıştı. Odada başka departmandan çalışanlar da vardı ve bu sorunun muhatabı onlar değildi ama Kang’ın emri altında çalışan 50’den fazla kişi vardı ve Kang’ın sorusunu cevaplamamışlardı.

 

Sonra izleme odasında ani bir sessizlik oldu.

 

“Neden kimse soruma cevap vermiyor?”

 

Yönetici Kang kafasını kaldırdı. Büyük ve önemli görüntüyü görmesi uzun sürmedi. Dikkatini ekrana verdi.

 

Weed gökyüzünde uçuyordu. Daha da şaşırtıcı olanı; bir Drake’ye* biniyordu.

 

//Bir önceki bölümde de geçmişti, ejderha gibi alev püskürten ve uçabilen yaratık.

 

“N..nel… neler oldu?”

 

Oh Dongman cevapladı:

 

“Weed bir çok Drake tarafından saldırıya maruz kaldı. Hem havada ateş püskürterek saldırdılar, hem de pençeleriyle saldırdılar. Weed bu saldırılardan kaçınmak için ciddi bir mücadele verdi.

 

Weed’in, şiddetli ok ve büyü saldırılarından sadece ata binme yeteğini kullanarak kaçınması gerçekten muhteşemdi. Ama drakeler çok zorluydu. Hem ateş püskürtüyorlar hem de Weed’i amansızca kovalıyorlardı. Düz arazide Drakelerin hızı yüksek değildi ama yine de onlardan kurtulması çok zordu. Kaldı ki arazi canavarlar ve düşman askerlerle doluydu.

 

“Ee, sonra n’oldu?”

 

“Sonra bir ara Weed Drakelerden birinin sırtına atladı ve onu uçurmaya başladı.”

 

Drakeler insanlar tarafından evcilleştirilmiş yaratıklar değildi. Bu yüzden kendisine binilmesine çok fazla direnmişti. Weed’e Ateş püskürterek ve havada dönerek Weed’i sırtından atmaya çalışmıştı.

 

Bu olanları diğer Drakeler de görüyordu. Hepsi birlikte ateş püskürterek yardım etmeye çalıştılar. Ama ne zaman ateş püskürtseler, Weed yıldırım gibi hareket ederek Drake’yi ters çevirip yakınındaki drakelere saldırıyordu.

 

Havada it dalaşı…!

 

Gökyüzünde gerçekleşen bu Drakeler dalaşı her ânı nefes kesen bir savaştı.

 

“Waaaaaaaaaaaaaa!”

 

Weed’in darbesinin ardından büyük bir bağırtı/bağırma koptu.

 

Drake hemen kanatlarını çırptı ve yükseklere doğru uçmaya başladı. Yükseklere doğru kaçan drakelerin sayısı artıyordu.

 

Bu görüntüleri izleyenlerin heyecanları da çok artmıştı.

 

“Vaaaoov!”

 

“Aman yarabbi!”

 

“%20 - %30 reyting oranı bu görüntüler için az bile.”

 

“Resmen piyango bu! Eğer böyle giderse bu seneki primler cepte!”

 

Arazide tarihi Palrangka savaşı hala devam ediyordu.

 

On binlerce insan ve diğer ırklardan kişiler birbirlerine üstünlük sağlamak için çarpışıyordu.

 

Gökyüzünde de Drakelerin savaşı devam ediyordu.

 

Drakeler müthiş derecede hızlılardı ve inanılmaz kıvrak hareketlere sahiplerdi. Savaştıkları kişi ise iskelet şövalye Weed’di!

 

Savaşı izleyenlerin heyecanı o kadar yüksekti ki yutkunmayı unutmuşlardı.

 

“Gerçekten inanılmaz. Destansı şövalye prensesi korumak için inanılmaz bir şekilde savaşıyor.”

 

Güzel hikaye olur bundan. Hikaye romantik olduğu için azıcık da olsa duygusal olan kişiler bu hikayeye kendini kaptırırdı.

 

Sonra aniden bir kişi bağırdı:

 

“Ah be!”

 

“Ne, n’oldu? İlginç bir şey mi yakaladın?”

 

“Şey oldu…”

 

“Ne oldu?”

 

“Prenses öldü.”

 

“Neyy! Nasıl olur bu!”

 

“Ekranın en altına bak. İhmal edildiği için ölmüş, beyaz at da ölmüş.”

 

“……”

 

Görünüşe göre kendini savaşa kaptıran Weed prensesi ve atı koruma görevini unutmuştu!

 

Prenses düşmanlar tarafından öldürülürken Weed tek başına Drake’ye binmiş ve hunharca savaşmıştı.

 

Kadın çalışanlar hüsrana uğramıştı.

 

“Prenses Remyyyyy!”

 

“Ah be, prensesimiz öldü!”

 

Prenses ile aralarında o kadar büyük bir empati kurmuşlardı ki dünya başlarına yıkılmış gibi hissettiler.

 

İzleme odasındaki çalışanlar hüsrana uğramış haldelerdi.

Weed’e karşı Büyük bir beklenti içindeydiler ama Weed prensesi hayatta tutamadığı için çok üzülmüşlerdi.

 

“Gitti primler.”

 

“Tatil planı suya düştü.”

 

“Terfiyi rüyamda görürüm artık.”

 

Çalışanlar bu üzüntü dolu cümleleri söylerken içlerinde hâlâ bir umut vardı. Palrangka savaşı ve bu savaşa Weed’in dahil olması izleyicide nasıl bir etki yaratacak belli değildi..

 

Gerçi şu anda Jeonshin Weed’in kahramanlığına şahit olduktan sonra KMC Medyada çalıştıkları için kendilerini ayrıcalıklı ve bahtiyar hissediyorlardı…

 

 

(DN: Bölümümüzün sonuna geldik gençler. Beklenen oldu ve Seechwi ile Geomchi2 buluştu. Yalnız Weed reis prensesi unuttu ve öldü. Ne yapacak acaba diye merak etmiyor değilim hani. Ama ne yazık ki bunun için diğer bölümü bekleyeceğiz. Kısa ama güzel bir bölümdü. Umarım siz de benim gibi okurken keyif almışsınızdır. Hatamız varsa affola.)

 

 

 

 






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44322 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr