501.Bölüm - Kara Büyücü'nün Gücü

avatar
5122 22

Kara Büyücü - 501.Bölüm - Kara Büyücü'nün Gücü


501.Bölüm – Kara Büyücü’nün Gücü

 

Sonraki gün, Paul yüzünde hafif bir gülümseme ile malikanesinden yalnız bir şekilde çıkmıştı. Onun için biraz… gürültülü bir gece olmuştu. O üçlünün seslerinin malikane dışına çıkmasını engellemek için üç katlı bir ses engelleyici formasyon kurması gerekmişti.

 

Bunun dışında, bir süredir biriken stresini attığını hissedebiliyordu. Buna gerçekten de ihtiyacı vardı. Bir süredir hep düşmanlarının tehdidi altındaydı ve kendisini korumak için bu strese gerek duymuştu. Bu sayede yorulsa da kendisini ilerlemeye zorlayabiliyordu. Ancak artık yeterli güce sahipti ve bu gerginlik yükten başka bir şey değildi. Bu yükten kurtulduktan sonra yüzündeki gülümseme daha da rahat görünüyordu.

 

Ve bunun sonuçları belliydi. Paul böyle bir gülümsemeyle Uzay Salonunun herkesin gezebildiği yerlerinde dolandığında hangi ırklardan oldukları fark etmeden birçok genç kadının kalbi kolayca çalınmıştı. Elbette, Paul bunun farkında değildi ve farkında olsa bile onlarla büyük bir ihtimalle ilgilenmezdi.

 

“Hmm… Silleverde nerede ki? Onu Uzay Salonunda hissedemiyorum…”

 

Eğer Silleverde Uzay Salonunda olsaydı Paul onun aurasını direkt olarak görebilirdi çünkü Silleverde’nin aurasına meydan okuyan tek aura Vord’a aitti ve Vord’un aurasında bir Habis Lord’un sahip olduğu karanlık vardı. Yani kimin kim olduğu kolayca seçilebiliyordu.

 

O anda Uzay Salonundaki güçlü tek aura Vord’a aitti ve Silleverde’den tek bir iz bile görülmüyordu.

 

“İşte bu bir sıkıntı olacak… Shuan.”

 

“Geldim.”

 

Paul onun adını hafifçe mırıldansa da Shuan anında yanında belirivermişti. Shuan’ın uzayda hareket etme yetenekleri oldukça gelişmişti ve bu anlık ışınlanmalar artık onun için kolaydı. Daha önemli bir nokta ise Paul onu çağırdıysa büyük ihtimalle yapması gereken bir şey olmasıydı.

 

Herhangi bir görev eğitimden biraz da olsa kaçmasını sağlayabilirdi. Vord nazik görünse de konu eğitime gelince acımasız bir kişiydi. Yani o anda herhangi bir göreve razıydı.

 

“Silleverde’yi bulamıyorum. Nereye gittiğini biliyor musun?”

 

“Eh? Uzay Salonunda değil mi?”

 

Shuan şaşırarak konuşurken Paul başını iki yana sallamıştı. Silleverde’nin nerede olduğunu bilmiyordu ancak Uzay Salonunda olmadığı kesindi.

 

“Bu garip… Onun yerini bilmiyorum ama bulmayı deneyebilirim. Kendisini saklamayı denemediği sürece onu bulabilmem gerekiyor. Beklemek bir sıkıntı olur mu?”

 

“Sıkıntı olmaz. Devam et.”

 

Paul’den onayını aldıktan sonra anında başını sallayıp gözlerini kapatan Shuan’ın etrafındaki uzay birden oldukça hafif bir şekilde titreşmiş ve dalgalar gittikçe yayılmaya başlamışlardı. Her yöne yayılan bu dalgaları hisseden Paul Shuan’ın ne yapmaya çalıştığını anlayabiliyordu.

 

Shuan’ın ruh gücü yüksek olsa bile uzayın büyük bir bölümünü kaplayamazdı ancak uzayın kendisini kullanarak başkalarını bulabilirdi. Bu bazı hayvanların ve canavarların kullandığı ekolokasyon tekniğine benziyordu ancak sesi değil de direkt olarak uzayı dalgalandırdığından bu teknikten gizlenmek çok daha zordu. Yalnızca uzay konusunda oldukça yüksek bir seviyede olanlar gizlenebilirdi yani Silleverde isteyerek kendisini gizlemediği sürece bir sıkıntı olmamalıydı.

 

 

Uzay Tanrıçasının Boşluğunun içinde, birçok geçidin olduğu yerlerden daha uzak sayılabilecek bir bölgede o sırada büyük bir savaş devam ediyordu. Her saldırı uzayın katmanlarını dalgalandırıyordu ve bazı ölülerin tozları etrafa dağılmışlardı.

 

Uzay Tanrıçası Silleverde’nin ufak vücudu da kanlar içerisindeydi ancak vücudu yaralı görünmüyordu. Belirgin bir şekilde, bu kendisinin değil de karşı tarafın kanıydı. Ve kanın yok olmaması karşı tarafın hâlâ ölmediğini gösteriyordu.

 

‘En sonunda böyle bir şey olacağını biliyordum. Konsey de sonsuza kadar tolerans gösteremez.’

 

Paul’ün tarafına geçmeye karar verdiğinden beri Konsey’in bir gün peşinden geleceğini biliyordu ancak bu kadar erken olmasını beklememişti. En kötü kısım, Konsey’in onunla ilgilenmek için üç Tanrı göndermiş olmasıydı.

 

Bu Tanrılar aslında ona kıyasla güçlü değillerdi. Seviyeleri yalnızca Küçük Dünya Tanrı seviyesindeydi ve bu seviyede minimum savaş gücü 250.000 olurdu. Silleverde’nin seviyesi Büyük Dünya Lordu seviyesiydi ve bu seviyenin minimum savaş gücü 1 Milyondan başlıyordu.

 

Ancak durumları farklıydı. Silleverde kontrole odaklanan bir Tanrıydı ve savaş gücü zaten onunla aynı seviyede olanlar arasında bile yüksek seviyeli değildi. Ekipmanları da çoğunlukla savaş için değildi. Ancak karşısındaki üçlü savaş üzerine odaklanan güçlü Tanrılardı ve ekipmanları da savaş üzerine kuruluydu. Bunun üzerine Konsey’e bağlı olan bir okul tarafından eğitilmişlerdi ve saldırılarının her biri oldukça yüksek hasar bırakıyordu.

 

Ve yalnız değillerdi. Yalnızca enerji harcamaya yarasalar da yanlarında birçok Yükselen ile gelmişlerdi ve bu Yükselenler onları Silleverde’nin saldırılarından korumak için kendilerini feda ediyorlardı. Ruhları yok olup toza dönüşen bazı şanssız olanlar dışında çoğunun ruhu cennette yeniden dirileceğinden korkuları yoktu.

 

“Etrafını sarın. Tek saldırıda bu işi bitireceğiz.”

 

“Anladım.”

 

“Pekâlâ.”

 

Üç Tanrıdan birisi konuşup yönergeleri verdiği anda diğer ikisi rahatça cevap verip anında yerlerine ilerlemişlerdi. Silleverde onları gerçekten durdurmak istiyordu ancak vücudu yarasız görünse de bunun tek nedeni kendisini zorlamasıydı. Eğer öz enerjisini kullanarak dış yaraları kapatmasaydı daha zayıf olacaktı. Bu nedenle öz enerjisini epey harcamıştı.

 

Ancak vücudunun içindeki yaraları iyileştirmek için bu yetersizdi. Bu nedenle o anda hem yetersiz enerjiye hem de ağır yaralara sahipti. O anda kaçmak bile bir seçenek değildi çünkü uzayda hareket ederek kaçsa bile bu üçlü onun enerjisi bitene kadar onu takip etmeyi başarabilirdi.

 

‘Bazı Tanrıların bir göreve adandığını duyduğum anda bunu anlamalıydım. Aklı başında kim bir Tanrıyı bir uzay geçidinin bile olmadığı bir yere göreve yollar ki? Eğer o zaman anlasaydım şimdi bu durumda olmazdım…’

 

Silleverde zihninden böyle geçirse de basitçe gülümseyip geçmişti. Eğer böyle bir şeyin olacağını bilseydi o zaman tek yapacağı biraz daha önlem alıp buraya gelmek olurdu. Paul’ü korumak ile Konsey’e savaş açmak aynı şey değildi ve hâlâ onlara bir miktar bağlıydı.

 

Ancak bugünden sonra bu değişecekti. Burada ölse de ölmese de Konsey ile herhangi bir bağı kalmayacaktı. Yalnızca onun değil, Uzay Salonu’nun da herhangi bir bağı kalmadığından emin olacaktı.

 

“Uzay Tanrıçası, bu son şansın. Konsey’in tarafına geç ve Kara Büyücü’yü teslim et. Yoksa burada öleceksin ve Uzay Tanrıçası Mirası ile Silleverde adı seninle son bulacak. Bunu istemezsin, değil mi?”

 

Elbette, Silleverde bunu istemiyordu. Ondan önce gelenler bu ismi ve mirası korumak için her şeylerini vermişlerdi ve kendisi yüzünden bunların hepsinin yok olmasını istediği söylenemezdi. Ancak ne yapabilirdi ki?

 

Konsey’in yanına geçmek imkânsızdı. Öncelikle, o ona yapılanları unutan birisi değildi. Habis Tanrı’nın ona olan sıcak yaklaşımı ve Paul’ün ona olan yaklaşımı ile Konsey’in ona olan yaklaşımını karşılaştırdığında hangi tarafın ağır bastığı kolayca belli oluyordu.

 

Ve hangi tarafı seçerse seçsin hayatta kalma şansı yoktu. Paul’e ihanet ettiği anda ya Vord’un, ya Alpras’ın ya da Sabatha’nın ellerinde ölürdü. Bu nedenle en azından kendi bilinci rahat bir şekilde ölmeyi tercih ediyordu.

 

“Gelin bakalım, p*ç kuruları.”

 

En son ne zaman küfrettiğini bilmeyen Silleverde bu sözleri söylerken iki elinin de orta parmağını havaya kaldırmıştı. Eğer başka birisi mağrur ve güçlü Uzay Tanrıçasının bunu yaptığını görseydi şok olabilirdi ancak üç Tanrı herhangi bir şekilde şaşırmadan silahlarını çekmiş ve saldırmışlardı. Onların gözlerinde bu hareket yalnızca Silleverde’nin stresini en son atma şekliydi.

 

Ancak bu hareket bir başkasını güldürmüştü.

 

“Haha… Bu yüzünü görmek de iyi gerçekten. Gelin bakalım, p*ç kuruları!”

 

Güçlü ses uzayda yankılanırken birden siyah cübbeli bir figür Silleverde’nin arkasında belirmiş ve saldırmak için atılan Tanrılar ezici bir kuvveti hissederek anında geri çekilmişlerdi.

 

Gelen kişinin kim olduğuna bakmak için bakışlarını çeviren Tanrıların gözleri hafifçe büyümüş, ardından aralarından birisi konuşmuştu.

 

“Görünüşe göre hakkındaki dedikodular doğru, Kara Büyücü. Kesinlikle zayıf birisi değilsin.”

 

“Bunu birazdan hissedeceksin. Shuan, Silleverde’yi Uzay Salonuna götür.”

 

Paul’ün emri üzerine Shuan anında saklandığı uzay katmanından çıkmış ve Silleverde’yi kucağına alıp geri çekilmeye başlamıştı. O anda Silleverde’nin karşı çıkacak gücü bile yoktu. Oldukça zayıf hissediyordu ancak bir o kadar da rahattı.

 

“Sence onun gitmesine bu kadar kolay izin verecek miyiz?”

 

Tanrılardan birisi kılıcını Shuan’ın kaçtığı yöne çevirirken sırıtmıştı. Ancak Paul’ün yüzündeki gülümsemeye herhangi bir şey olmamıştı. Elini hızlıca hareket ettirip Tanrıdan bir şey alırken bu gülümseme hiç silinmemişti.

 

“Sizce birini göndermek için sizin izninize ihtiyacım var mı?”

 

“Ah!”

 

Paul’ün eline bakan Tanrılar, özellikle az önce konuşan Tanrı Paul’ün aldığı şeyi gördüğünde şok olmuşlardı. Az önce konuşan Tanrı titreyen gözleriyle bakışlarını indirdiğinde sağ kolunun dirsekten altının boş olduğunu görmüştü.

 

Paul tek hareketiyle hem kılıcını, hem de kolunu almıştı.

 

[YN]: Selamlar yeniden yazar. Önceki bölümde 500.Bölüm için basit bir anket koyacaktım ama unutmuşum. O yüzden bu bölüme ekliyorum. Katılırsanız mutlu olurum.

 

Anket linki: http://bc.vc/CFkRygd






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44253 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr