Bölüm 597

avatar
6258 22

I Shall Seal The Heavens - Bölüm 597


Bölüm 597: Sizi Gururlandıracağım Bayım

Öz Iraksama Efsunuyla bir ecelsiz öz geliştirebilirsin. Ne yazık ki zorluk seviyesi senin için çok yüksek…. Fakat bu tabut senin bu sanatı geliştirmene yardımcı olabilir. Onunla en büyük felaketlerde bile yaşamaya devam edebilirsin!”   Ke Yunhai bir kaç cümle kurmasına rağmen nefesi kesilmişti. Yüzü soluktu ve etrafında süzülen beyaz ışık boğumları giderek şiddetlenmişti. Etrafında dönen bu beyaz ışık boğumları sanki Ke Yunhai’nin etrafını parlak bir hale sarmış gibi gösteriyordu.   Meng Hao’ya nazik gözlerle baktı, bu bakışı zarif bir düşkünlük ve ayrılmaya gönülsüzlük barındırıyordu. Ve sevgi…. Arkasında bırakacağı çocuğunun zorbalığa maruz kalacağından yada yalnız ve ketum bir insan olacağından korkuyordu.   Meng Hao sessizce Ke Yunhai’nin önünde dudaklarını ısırarak diz çöktü, yüzünden yaşlar akıyordu.   “Ağlamana gerek yok,” dedi Ke Yunhai. “Eğer erkekler bu zamanda çok fazla ağlarsa Tao’ları dengesiz olur. Gel buraya çocuk….” Titrek elini kaldırdı ve gözyaşlarına boğulan Meng Hao ileri yürüyerek onun önünde durdu.

Ke Yunhai’nin kırışıklıklarla dolu eli Meng Hao’nun başına nazikçe dokundu.   “Büyüdün….”   “Baba….” Meng Hao her yere yayılan ölüm aurasına ve kurumuş Ke Yunhai’ye baktı ve kalbi sanki parçalanıyormuş gibi hissetti. Vücudu titrerken aniden sanki babası ondan ayrılmak üzereymiş gibi şiddetli bir hissiyata kapıldı.   Meng Hao çoktan…. Ke Yunhai’yi kendi babası yerine koymuştu.   “Herkes sonunda ölecek, bu bizim değiştiremeyeceğimiz bir şey. Lord Li kitlelere ölümü geri getirdi ve pozisyonumu düşününce onun bu kararına saygı duymalıyım….”   “Neden?” Gözyaşları içinde kalan Meng Hao mırıldandı. “Neden saygı duymak zorundasın!? Biz Gelişimciler sonsuz hayat kazanmak için gelişim pratiği yapmıyor muyuz? Sonsuz hayattan vazgeçmenin anlamı ne!?”   Ke Yunhai kafasını kaldırmadan önce bir an sessiz kaldı. Bakışları Ölümsüz mağarasının duvarlarından geçerek uzaklara doğru dikildi. Dışarıdaki ölüm çanı altmış dokuzuncu kez çalıyordu. Çanın sesi sonsuzca yankılanıyordu.   “Biz Gelişimciler sadece sonsuz hayat elde etmek için gelişim pratiği yapmayız. Hayır, biz Tao’yu takip ederiz…. Tao için gayret edenler için hayat sabah, ölüm ise akşam gibidir. Tao’yu arayanlar için akşam vakti geldiğinde hala özlem çekmenin ne anlamı var…?” Ke Yunhai başını eğerek Meng Hao’ya baktı.   “Ölüm ve yaşam benim için önemli değil. Lord Li olmasa baban şimdiye kadar bir çok kez ölmüş olacaktı…. Ölümden korkmuyorum. Huzursuz olduğum tek nokta… sensin….” Ke Yunhai onun başını nazikçe oksadı. Enerjisi çoktan tükenmek üzereydi ama gözleri nezaketle doluydu ve oğluna düşkünlüğü giderek güçleniyordu.   “Ben yıllar önce ölmüş olmalıydım,” diye devam etti. “Ama senin için endişelendim bu yüzden bugüne kadar erteledim. Eğer imkanım olsa Şeytan Ölümsüzü Pagodasında olduğu gibi önde ben arkamda sen… uzaklara doğru yürüyerek sana biraz daha eşlik etmek isterdim.” Ke Yunhai gülümsedi, ama yüzü soluktu. Etrafında uçan beyaz boğumlar giderek artıyordu ve onun gülümsemesini biraz bulanık gösteriyordu.   “Baba….” dedi Meng Hao Ke Yunhai’nin elini çekerek.   “Bütün erkek ve kız kardeşlerin çoktan gitti. Şimdi de ben gidince dünyada hiçbir akraban kalmayacak…. Umarım ilerde… biraz daha mantıklı olmayı öğrenebilirsin.” Ke Yunhai ona bakarken gözlerindeki nezaket ve ayrılmama isteği giderek güçleniyordu. Tıpkı dediği gibi onun bu hayattaki en büyük kaygısı şuan karşısında diz çökmüş olan bu çocuktu.   Eğer biraz daha zaman kazanmak için umudu olsaydı o umuda tutunur ve Ke Jiusi’nin gerçekten büyüdüğünü görmek isterdi.   Meng Hao kalbinin derinliklerindeki hisleri tercüman olamıyordu. Sanki dünyası yıkılıyormuş gibi kalbine acı saplanıyordu. Sanki içinde bir girdap vardı ve bütün düşüncelerini emiyordu.   Sadece Ke Yunhai’nin elini eliyle sıkıca kavrayabilmişti. Tek yapabildiği ağlamaktı. Ağzını açtı ama tek bir kelime bile söyleyemedi.   “Üzülme. Kardeşlerin beni bekliyor. Ben onların da babasıyım. Onlarla da biraz zaman geçirmeliyim, ayrıca…. Jiusi, umarım bir gün ben yeraltı dünyasındayken seninle gurur duyarım….”   Dışarıda çanlar seksen dokuzuncu kez çalıyordu. Ke Yunhai’nin vücudu şuan tamamen dönen beyaz ışık boğumlarıyla sarılmış durumdaydı. Meng Hao’nun sıkıca tuttuğu el giderek zayıflıyordu. O anda belirgin olan tek şey Ke Yunhai’nin gülümsemesiydi.   Gözleri giderek söndü. Ölüm çanlarının son on çalışında bu gözler bütün canlılıklarını kaybedeceklerdi. Sayısız ışık noktasına dönüşecek ve havada kaybolacaktı.   Meng Hao’nun kalbi adeta paramparçaydı. Ke Yunhai’nin koybalmakta olan elini sıkıca tutmaya çalıştı.   “Baba…….”   Aniden Ke Yunhai’nin sönen gözleri bir kez daha odaklanmış gibi göründü, sanki hayat kuvvetinin son zerresini Meng Hao’ya bakmak için kullanıyordu. Adeta şaşkınlığa uğramış gibi göründü.   Önünde, Meng Hao’nun arkasında yavaş yavaş cisimlenen bir figür görmüştü. Bu figür siması Meng Hao’dan tamamen farklı olan beyaz cübbeli bir adamdı. Uzun saçları vardı ve genç görünüyordu ama aynı zamanda sonsuz bir kadimlikle doluydu.   Bu figür Ke Jiusi’ydi!   Ke Jiusi babasına yaşlı gözlerle baktı. Yavaşça dizlerinin üstüne çöktü ve vücudu Meng Hao’nun vücudu ile üst üste bindi.   O anda Ke Yunhai’nin yüzünde bir gülümseme belirdi. O zaten çoktan parçaları bir araya getirerek durumu anlamıştı. Başını aşağı yukarı salladı ve yavaşça elini uzatarak Meng Hao’nun alnına dokundu. Yada belki de… Ke Jiusi’nin alnına dokunuyordu.   O anda Ke Yunhai’nin zihninde görüntüler belirdi. Şeytan Ölümsüzü Tarikatının yok oluşunu ve Ke Jiusi’nin şok edici son savaşını gördü. Ke Jiusi’nin tekrar hayata geri dönüşünü ve on binlerce yıllık süre boyunca Şeytan Ölümsüzü Tarikatında nöbet tutuşunu izledi.   O anda Ke Jiusi babasına baktı. Yüzünden yaşlar oluk oluk akarken yumuşak bir tonla konuştu: “Baba…. Biraz mantıklı olmayı öğrendim…. Önceki her şey için özür dilerim…. Özür dilerim. Baba… hepsi benim hatamdı….”   En sonunda babasını tekrar görebilmişti. En sonunda babasına bu sözleri söyleyebilmişti.   Ke Jiusi’nin bu sözleri aynı zamanda Meng Hao’nun sözleriydi. İki insan, aynı kelimeler. Ke Jiusi’nin mi Meng Hao’nun ağzını ödünç aldığını yoksa Meng Hao’nun mu Ke Jiusi’nin özünü ödünç aldığını söylemek zordu.   “Baba…. Ben büyüdüm. Artık endişelenmene gerek yok. Seni daima gururlandıracağım….”   Ke Yunhai Meng Hao ve Ke Jiusi’ye uzun bir an bakakaldı. Yüzü nazik bir gülümsemeyle doldu, bu gülümseme takdir ve hatta çok daha derin bir içerikle doluydu.   “Teşekkür ederim,” dedi Ke Yunhai, sesi boğuktu. “Sen de benim oğlumsun. Bu hayatta senle ben baba ve oğuluz.” Meng Hao’ya derin bir bakış attı, bu bakış düşkünlük ve nezaketle doluydu. O anda vücudunun etrafı sayısız beyaz ışık boğumuyla tamamen sarılmıştı.   Meng Hao Ke Yunhai’nin tuttuğunu elinin artık olmadığını fark edince titremişti. Yağ lambasındaki son alev zerresi de artık sönmüştü.   “BABA!!” Ke Yunhai’nin yok oluşunu izleyen Meng Hao’nun yüzünde yaşlar oluk oluk akıyordu. Dışarıda Ölüm çanları doksan dokuzuncu kez çalıyordu!   Yüzden bir eksik. Yetkinliğe izin yoktu. Ölüm çanı yolu korudu, yönü gözetledi. Bir eksik yada bir fazla olamazdı. Yeraltı dünyasına giden doksan dokuz yol vardı.   Bu çalan ölüm çanları bir Paragonun ölüşünü temsil ediyordu.   Çan sesleri Birinci Göğün yüce zirveleri boyunca yankılanmaya devam etti. O anda toplam yedi zirvedeki bir milyon öğrenci Dördüncü Zirveye doğru secde ediyorlardı. Paragonlar da dahil herkes derin bir baş selamı veriyordu.   O sırada Dördüncü Zirveden ağlama sesleri yükseliyordu. Bütün öğrenciler yönlerini Ke Yunhai’nin Ölümsüz mağarasına doğru çevirmiş ve dizlerini bükerek secde etmeye başlamışlardı.   Ke Yunhai artık ölmüştü.   Meng Hao Ke Yunhai’nin tamamen yok olmasını izlerken dışarıdan ağıt sesleri geliyordu. Uzun bir süre diz çökmüş pozisyondan durduktan sonra nihayet ayağını üstüne kalktı. Göğsünü tutarak Ölümsüz mağarasından dışarı yürüdü. Dışarıda bütün Dördüncü Zirve öğrencilerinin ona doğru baktıklarını gördü. O da onlara bakınca yüzünde engin bir hüzün ifadesi belirdi.   Kafasını kaldırarak gökyüzüne baktı ve güneş ışığı gözlerinin içine aktı. Bir an Ke Yunhai’nin gölgesini görebildiğin düşündü.. Doksan dokuz ışık ışını etrafını sarmış ona yolculuğu sırasında eşlik ediyordu. Ke Yunhai uzaklarda kaybolurken kafasını hafifçe çevirerek aşağıdaki Meng Hao’ya baktı.   Güneş ışıkları içine akarken Meng Hao bu hayali dünyaya ilk geldiğindeki kendi görüntüsünü gördü. Ke Yunhai’yi ilk gördüğü anı anımsadı ve onun gözlerinde nezaketi asla unutamayacağını düşündü.   Ji Mingfeng’i öldürdükten sonra kırbaç cezası almıştı. O zaman Ke Yunhai’nin sesi kulaklarına gelen sesini düşündü, neden hala bağırmadığını sormuştu. Meng Hao’nun kalbi titredi.   Ve Ke Yunhai’nin kendi hayat kuvvetiyle yaptığı büyülü eşyalar ve tılsımlar vardı. Meng Hao Şeytan Ölümsüzü Pagodasında artık yenilmenin eşiğine gelmişti. O anda önünde bir figür belirmiş, onun saçını okşamış ve ardından nazikçe konuşmuştu, “Yolun geri kalanında sana ben eşlik edeceğim.”   Meng Hao tüm bu anıları gördü ve hepsi son bir ayrılık görüntüsüne dönüştü….   Artık Ke Yunhai’nin onun Ke Jiusi olmadığını çoktan fark ettiğini anlamıştı.   En sonunda ona teşekkür bile etmişti. Bu her şeyi kanıtlıyordu. Ardından Meng Hao’ya sen de benim oğlumsun demişti. O Meng Hao’yu kabul etmişti….   Tüm bunlar tıpkı bir rüya gibiydi. Ama Meng Hao’nun istediği bir rüyaydı!   “Yaşlı adam… gitti,” diye mırıldandı. Gözlerindeki ışık dünyadaki diğer her şeyin yerini alan karanlığa dönüştü. Bir ağız dolusu kan tükürdü ve ardından yere yıkıldı.   Meng Hao iki gün komada kalmıştı. En sonunda uyandığında Xu Qing’in onu endişeyle izlediğini görmüştü. O anda Meng Hao hiçbir şey söylemedi. Xu Qing ona Ke Yunhai’nin cenazesinde eşlik eşlik etti. Mezar Yedinci Zirvedeki bir vadide içinde ceset yerine sadece sönmüş bir yağ lambası olan bi mezardı.   Meng Hao artık sıradan bir öğrenci değildi.  Bir Elit Öğrenci de değildi. O şuan bir Paragon olmasa da Dördüncü Zirvenin Lorduydu.   Meng Hao ne hap yapıyor ne de Taoist büyüsü aydınlanması arıyordu. Ölümsüz mağarasının dışına oturuyor gecenin karanlığına ve gündüzün parlak gökyüzüne bakıyordu. Tam olarak neye baktığından emin değildi. Sadece bakıyordu.   Günler sonra antik, hayali dünyada çift görüntülerin ortaya çıkma sıklığı günde birden fazla olmaya başlamıştı. Meng Hao bu dünyanın artık… yok olmak üzere olduğunu biliyordu.   “Yaşamak ve ölmek. Bu bir ayrılış olabilir ama aynı zamanda bir başlangıçtır.” Meng Hao bir anda bir içgörü parlaması tecrübe ettiğini hissetti. Gözlerini kapattı ve uzun bir süre sonra tekrar açtı. Bununla birlikte gökyüzüne doğru uzanan merdivene doğru gitmeye karar verdi. Ayrılmadan önce hiçlikten yarattığı tıbbi hapı fark etti. Bu hap Meng Hao’ya herhangi bir keyif vermemişti. Ona bir an boş boş baktı ve ardından onu dikkatlice depolama çantasına koydu.   Yüce merdivenin önüne geldiğinde arkasındaki Dördüncü Zirveye son bir bakış attı. Bu son bakışla birlikte Dördüncü Zirvenin görüntüsünü hafızasına derince kazımıştı.   Ardından döndü ve hiçbir tarikat öğrencisinin göremediği merdivene adım attı ve birer birer basamakları tırmanmaya başladı. Bu sırada Güney Gök Gelişimcileri onu izliyordu.   Bekliyorlardı. Meng Hao’nun merdivenin zirvesine ulaşmasını bekliyorlardı. Zirveye ulaştığında İkinci Düzlem sona erecek ve Üçüncü Düzlem açılacaktı.

 






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 43988 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr