Cilt 13 Bölüm 16 – Geri Dönüş

avatar
4439 8

Coiling Dragon - Cilt 13 Bölüm 16 – Geri Dönüş


Kitap 13 (Gebados)  Bölüm  16 – Geri Dönüş

Çeviri: Gin   Düzenleme: Dr.Hiluluk

 

 

Ojwin ve Hanbritt püskürtüldüğünden beri, Ejderkanı Kalesindekiler daha rahattı. Linley, Dylin ve Tarosse ana salona geçmiş, gülüp eğlenerek gösterişli bir ziyafetin tadını çıkartıyorlardı.

Gruptaki herkes havasındaydı.

Ancak, Ojwin için işler farklıydı.

Gri, bulutlu göklerde.

Ojwin ve Hanbritt omuz omuza O’Brien imparatorluğuna geri uçuyordu.

Hanbritt, Ojwin’e bir bakış attı. “Ojwin, bu kadar mutsuz olma. Hem Tarosse hem de Dylin tahminlerinden çok daha güçlü çıktı. Yalnızca ikimiz onlar dururken gidip Oliver’ı öldürebilir miyiz? Bu neredeyse imkansız.”

Ojwin sessizdi.

“Oliver’ı öldürmek için, tek seçeneğimiz Ejderkanı Kalesinden ayrılmasını beklemek, ya da… Tarosse ve Dylin’in Ejderkanı Kalesinden uzaklaşmaları.” Hanbritt fikrini belirtti. “Ojwin, şimdilik vazgeç. Zamanı geldiğinde, Lord Adkins’ten yardım istersek, ya da belki Barnas ve Gatenby’ı ikna edebilirsek, zaferimiz garanti olur.”

Gerek Lord Adkins’in bizzat müdahalesi, gerekse Barnas, Gatenby, Hanbritt ve Ojwin’in ittifakı, Ejderkanı Kalesinin kolayca çökmesine ve Oliver’ı öldürmelerine yeterdi.

Ancak… Lord Adkins’i buna ikna etmek?

“Lord Adkins gibi yüce birini ikna etmek mi? Onun önünde konuşurken bile korkuyorum.” Ojwin kendiyle dalga geçerek güldü. “Barnas ve Gatenby’a gelince, o ikisini dost edinmek çok zor. Yeterince zaman ve çaba harcamadıktan sonra onların yardımını almak neredeyse imkansız.”

“Bunu biliyor olmana sevindim. Bu yüzden şimdilik sabretmelisin.” Hanbritt cevapladı.

Ojwin sessizdi.

Sabır mı?

Oğlunu öldüren bu adamı nasıl görmezden gelip, sabredecekti ki? Ojwin süreki Oliver’ı öldürmeyi hayal ediyordu.

Hanbritt, Ojwin’e bir bakış attı. İç çekmeden duramamıştı. “Bu Ojwin resmen takıntı yapmış. En iyisi aklındakilerin boş hayaller olduğunu şimdiden kanıtlamak.” Hanbritt konuştu. “Ojwin, Oliver’ı öldürmek için, önce nerede olduğunu tespit etmeliyiz, bunun için de önce ilahi sezgimizle onu bulmamız gerekiyor. Ancak bunu yaptığımız anda, biz de açığa çıkıyoruz. O Tarosse ve Dylin dururken Oliver’ı öldürmemiz imkansız. Bu yüzden, vazgeçmelisin.”

“Ne dedin sen!!!” Ojwin’in gözleri kocaman açıldı, Hanbritt’e şok ve neşe karışımı bir ifadeyle bakıyordu.

Hanbritt irkildi. “Ben… ben bir şey demedim?”

“Az önce söylediğin şey. İlahi sezgimizi kullanarak arama…” Ojwin, o kadar heyecanlanmıştı ki gözleri parıldıyordu.

Hanbritt tamamen şaşırmıştı. “Doğru. Eğer Oliver’ı bulmak için ilahi sezgimizi kullanırsak, Dylin ve Tarosse geldiğimizi hemen anlar. Ani saldırımız bu yüzden başarısız olmaya mahkum. Ne oldu ki?” Hanbritt Ojwin’in neden bu kadar heyecanlandığını anlamamıştı.

“Haha…”

Ojwin yüksek sesle güldü.

“Ha?” Hanbritt hala şaşkındı.

Ojwin derin bir nefes çekti, gözleri bastırmaya çalıştığı heyecanı gösteriyordu. “Hanbritt, Oliver’ı aramak için ilahi sezgimizi kullanırsak, Tarosse yerimizi tespit eder. O halde… ya ilahi sezgimizi kullanmazsak? Haha, bunu düşünmemiştim bile. Tam bir aptalım. Haha…”

Ojwin heyecanla gülmeye başladı.

Hanbritt de biraz olsun anlamaya başlamıştı. “Ojwin, eğer ilahi sezgimizi kullanmazsak, Oliver’ı kısa sürede bulmayı başaramayız.”

“Endişelenme.” Ojwin’in gözlerinde soğuk bir bakış belirdi. “Bu çok kolay. Ejderkanı Kalesine gizlice girmem yeterli. Dylin ve Tarosse her zaman ilahi sezgilerini aktif tutuyor olamazlar, değil mi? Ejderkanı Kalesinde biraz zaman harcadığım sürece, Oliver’ı bulabilirim.”

Ojwin bundan kesinlikle emindi.

“Dikkatli ol. Oliver’ı bulmadan önce Dylin ya da Tarosse’nin karşısına çıkmayasın!” Hanbritt gülerek karşılık verdi.

“Meraklanma. Şansım o kadar kötü değildir.” Ojwin hemen cevapladı.

Ejderkanı Kalesine gizlice girmenin tek tehlikesi, Oliver’ı bulmadan önce Dylin ya da Tarosse ile karşılaşmaktı. Eğer bu olursa, Oliver’o öldürme şansı kalmazdı.

“Bu yöntemle gerçekten de başarılı olabilirsin ve ihtimali de oldukça yüksek.” Hanbritt başıyla onayladı. “Yalnızca, bu yöntem tehlikeli de. Ojwin, tek yapabileceğim seni burada bekleyip başarılı olmanı ummak. Sana eşlik edemem.”

“Gerek yok.” Ojwin, ihtimalleri biliyordu. “Tek başıma yeterli olurum.”

Konuştuktan sonra, Ojwin, Hanbritt’e gülümseyip, ardından hızla Ejderkanı Kalesine geri uçtu.

Ojwin uzaklaşırken arkasından bakan Hanbritt iç çekti. “Ojwin’in tek zayıflığı oğluna fazla önem vermesiydi.” Hem Hanbritt hem de Ojwin gözü kara adamlardı. Örneğin, Savaş Tanrısı Dağını yok eden Hanbritt olmuştu.

Ojwin ise Baruch İmparatorluğunun imparatorluk sarayını yok etmişti.

Ejderkanı Kalesi. Linley ve Delia’nın konağı.

Linley ve Delia, kendi küçük dünyalarının tadını çıkarıyorlardı. Linley yatakta uzanıyordu, Delia başını onun göğsüne yaslamış, kalp atışlarını dinliyordu.

Linley, Delia’nın saçlarını okşadı. Saçlarının kokusu içini huzurla dolduruyordu.

“Linley.” Delia birden konuştu.

“Hmm?” Linley karşılık verdi.

Delia devam etti. “Linley, son günlerde her an bir dövüşün patlak vermesinden korkar oldum. Böyle bir yaşam…” Delia, Linley’e bakmak için başını kaldırdı. “Bu ne zaman son bulacak?”

Aslında, Linley Ejderkanı Kalesi sakinlerinin son derece gergin olduğunu görebiliyordu.

“Neden endişeleniyorsun ki?” Linley iç çekti. “Geçmişte, gençliğimizde, yalnızca sıradan bir büyücüydün ve ben bir Aziz bile değildim. O günleri birlikte atlatmadık mı? Savaşlarla ve mücadelelerle dolu bir yol. Ve şimdi, ben İlah seviyeye ulaştım, sen ise Delia, birkaç yıl sonra ilahi kıvılcımınla tamamen bütünleşerek bir ilah olacaksın. O zamanlar korkmuyorduk. Şimdi korkacak ne var?”

Delia geçmişte yapayalnız olduğu zamanları düşündü. O zamanlar, Linley ve Alice birliktelerdi ve ardından, Linley neredeyse on yıllığına kaybolmuştu.

Ardından Linley’le birlikte geçirdiği zamanları düşündü.

Delia gülümsedi. Sahiden. Endişelenecek ne vardı?

Delia sakin bir yaşamdan hoşlanıyordu. Linley ve Delia eğitim yapmak zorunda olsalar da, birlikte zaman geçirmek için fırsatlar yaratıp, bu sıcaklığın tadını çıkarmayı seviyorlardı.

“Linley, Alice’i görmeye gittin mi?” Delia birden sordu.

“Alice mi dedin sen?” Linley, Alice konusu açılınca fazla rahatsız hissetmemişti. Yalnızca, içinde farklı bir his vardı, değişmiş bir his, ‘eskinin mavi denizleri böğürtlen tarlalarına dönüşmüştü’. “Alice’i görmedim. Yoksa sen gördün mü?” Linley, Alice’i son gördüğünden beri on yıllar geçmişti.

“Onu gördüm.” Delia devam etti. “Ve tam da imparatorluk başkentinde, Baruch Şehrinde.”

“İmparatorluk başkenti mi? Alice imparatorluk başkentinde mi?” Linley, şaşırmıştı.

Delia başıyla onayladı. “Doğru. İmparatorluk başkentinde bir Proulx Galerisi var ve Alice oranın yöneticisi. Ancak tabi ki, yalnızca yan kollardan birinde. Alice eskiye göre fazla değişmemiş biliyor musun. Hâlâ oldukça güzel.” Delia sataşarak Linley’e baktı.

Linley yalnızca güldü.

Hâlâ Kıyamet Gününde Alice ve Rowling’i Direktör Maia’nın yanına bıraktığı günü hatırlıyordu.

“Dahası, Alice hala evlenmemiş.” Delia, Linley’e bakıp yüzündeki ifadeyi inceledi.

“Ne?” Linley biraz şaşırmıştı.

Ne de olsa onlarca yıl geçmişti. Geçmişte düştükleri gençlik aşkı bir rüya gibi gelip geçiciydi. Ve Kıyamet Gününde, Kalan ölmüştü. Linley, Alice’in uzun süre önce tekrar evlendiğini düşünmüştü.

“Ne o, aklına özel bir şeyler mi geldi?” Delia’nın gülüşü şeytancaydı.

“Pek sayılmaz. Yalnızca biraz etkilendim.” Linley gülerek karşılık verdi.

Delia, Linley’e sataşmaktan vazgeçti. Başıyla onaylayarak konuştu. “Dürüst olmam gerekirse, bana Alice’in imparatorluk başkentinde olduğunu söyleyen Jenne oldu. Jenne başkentte çok zaman geçiriyor, değil mi? Bu günlerde soylular arasında oldukça ünlü bir figür. Doğal olarak etkinliklerden birinde Alice’le karşılaşmıştır.”

Linley ve Delia kendi aralarında bu özel sohbete devam ederken, bir figür Ejderkanı Kalesinin arka bahçelerinden birinde topraktan yüzeye çıktı. Bu Ojwin’di.

“Zamanı geldi.” Ojwin, kendi kendine mırıldandı.

Aslında, Ojwin Ejderkanı Kalesinden birkaç yüz kilometre uzakta beklemişti. Üç-dört saat geçtikten sonra harekete geçmişti. Ojwin’in hesaplarına göre… dövüş başladığında yemek zamanı olmalıydı. Şimdilerdeyse vakit gece yarısını bulmuş olmalıydı.

“Şimdiye herkes odalarına çekilmiş olmalı. Ortalıkta yalnızca birkaç devriye olmalı.” Ojwin içinde yükselen heyecanı bastırdı.

Ejderkanı Kalesinin içinde gizlice dolaşmaya başladı.

Ejderkanı Kalesi son derece büyüktü ve neredeyse küçük bir şehirle karşılaştırılabilirdi. Burada yaşayan binlerce sıradan insan vardı ve her gece oldukça fazla devriye olurdu. Ancak tabiî ki, Ojwin gücünde bir Tanrı doğal olarak bu devriyeleri atlatabilirdi.

“Hey, kankalar, siz önden gidin. Biz biraz dinlenelim.”

Muhafızlar nöbet değiştirmek üzereydi.  Nöbetini yeni bitiren grup evlerine dönerken kendi aralarında sohbet ediyordu. Hizmetçi ve muhafızların yaşadığı kuzey bahçelerine geldiklerinde, doğal olarak ayrılıp kendi odalarının yolunu tuttular.

Birdenbire, odasına doğru giden muhafızlardan biri sersemlemiş hissetti ve zihni kapanmaya başladı. Arkasında bir insan figürü belirdi. Bu Ojwin’di.

“Söyle bana, Oliver nerede?” Ojwin sordu.

Ojwin başkalarını kontrol eden teknikler konusunda fazla yetenekli olmasa da, yalnızca Tanrı seviyesindeki ruhsal enerjisini kullanarak bile sıradan bir insanı kontrol edebilirdi.

“Bilmiyorum.” Muhafız tek düze bir sesle cevap verdi.

Ojwin kaşlarını çattı. “O halde Tarosse ve Dylin?”

“Bilmiyorum.” Muhafızın cevabı aynıydı.

Ojwin öfkelenmeden edemedi, ancak kısa sürede hatasını fark etti. “Görünüşe göre Ejderkanı Kalesindeki sıradan insanlar aralarında yaşayan İlahlardan habersizler.Yalnızca kişisel hizmetkarları onlardan haberdar olmalı.” Ojwin bir sonraki adımını hesapladı.

“Sana şunu sormama izin ver. Siyah ve beyaz saçlı genç görünüşlü bir adam gördün mü hiç? Genellikle Linley’le birlikte.” Ojwin, sordu.

“Evet gördüm.” Muhafız bir robot gibi karşılık verdi.

“Nerede yaşadığını biliyor musun?” Ojwin neşelenmişti ve hemen sorgusuna devam etti.

“Doğu bahçelerinde. Devriyedeyken o lordu görmüştüm. Birkaç başka lordla birlikte doğu bahçelerinde yaşıyor. Lord Linley, genelde onunla birliktedir.” Muhafız sözlerini bitirdi. Ojwin’in kalbi neşeyle dolmuştu. “Görünüşe göre Oliver, Tarosse ve Dylin hep birlikte doğu bahçelerinde yaşıyor.”

“Beni oraya götür.” Ojwin emir verdi.

“Peki.” Muhafız en ufak bir direniş göstermemişti.

Muhafız, Ojwin’i hemen kuzey bahçelerinden doğu bahçelerine götürdü.

“Hey, Will, sen gidip dinlenmeyecek miydin? Doğu bahçelerinde ne arıyorsun?” Devriye görevindeki birkaç muhafız doğu bahçesinden dışarı yürüdüler. Bu muhafızı tanıdıkları ortadaydı ve hemen yanına gelmişlerdi.

Ojwin şu anda yakın bir yerde saklanıyordu.

“Onlara devriye sırasında doğu bahçelerinde bir şey düşürdüğünü ve onu aramaya geldiğini söyle.” Ojwin hemen komut verdi.

Muhafız konuştu, “Devriyedeyken doğu bahçelerinde bir şey düşürmüşüm. Onu aramaya geldim.”

Diğer muhafızlar gülmeye başladılar. “Will gerçekten de dikkatsizsin. Şu an ortalık çok karanlık. Dikkatli ara. Eğer bulamazsan, gündüz vakti tekrar ararsın.” Konuştuktan sonra muhafızlar devriye gezmeye devam ettiler.

Will’in konuşma şeklinin biraz farklı olduğunu hissetseler de, ondan şüphelenmemişlerdi.

Ne de olsa tek bir bakışla bu adamın eski dostları Will olduğunu anlamışlardı.

“Devam et.” Ojwin emir verdi ve muhafız hemen doğu bahçelerinin doğru yöneldi.

 

 






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 43988 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr