Bölüm 50: Sınır Savaşı (VIII)

avatar
372 3

Hükümdarın Yolu - Bölüm 50: Sınır Savaşı (VIII)



Savaş alanında bir insanın gücü önemsizdi. Savaş alanında asıl mühim olan ordunun sergilediği uyum ve güçtü. Savaş formasyonları bunu güçlendirmek için vardı.

 

Ancak…

 

Savaş alanında bir insanın varlığı çok önemliydi.

 

Komutan!

 

Tüm orduyu yöneten ve gücü zirvede tutmakla yükümlü olan kişi. Komutanlar ordunun beyniydi ve beyin olmadan vücudu yönetmek imkansızdı.

 

Şu anda olan şey buydu.

 

Andreas’ın cesedi yere devrildiğinde tozlar havalandı. Bir dağ kadar heybetli figürü hareketsiz bir şekilde yerde yatmaktaydı, gövdesindeki derin yaralar dünyaya çarpan meteorların oluşturduğu kraterleri andırıyordu.

 

Savaşın sonucunu belirleyecek dövüşlerden birisi olduğundan herkesin gözü onların üzerindeydi.

 

“…”

 

Ölüm sessizliği tüm savaş alanını sardı.

 

Sonra…

 

“Dağ Kaplanı öldü!”

 

“Zafer bizimdir!”

 

Birkaç yetenekli subay bu sessizliği seslerini duyurmak için kullandı. Sesleri manayla güçlendirilmemiş olsa da herkesin zihninde gök gürültüsü etkisi yarattı.

 

Beklendiği üzere Hardbane askerleri dağılmaya başladı.

 

Herkes canını kurtarmak adına kaçmaya başladı.

 

Öfkeden deliye dönmüş Waterra askerleri kaçanları kovalamaya başladı ve durum kısa bir süre içinde kontrol altına alındı.

 

Carl birkaç askerden Andreas’ın cesedini taşımasını istedi. Ardından geri kalanını subaylara bıraktı ve kampın merkezindeki çadıra gitti.  

 

Andreas ile olan savaşı vücudundaki tüm mananın bitmesine neden olmuştu. Herhangi bir savaş tekniği kullanmamış olsa da her hareketi mana ile desteklenmişti. Bu da küçük mana deposunun suyunu çekmişti.

 

Andreas’ı yendiği için heyecanlı değildi. Bu beklediği bir şeydi. Nicholas ile olan savaşından sonra Andreas gücünün onda birini dahi kullanamazdı.

 

Her şey beklentileri dahilinde gelişmişti.

 

Çadırın girişini açmadan önce bir süre bekledi. Ardından Hiddetli Derya’yı sırtına astı ve içeri girdi.

 

İçeri girdiği anda tüyleri diken diken oldu ve vücudu hareket kabiliyetini yitirdi. Ama çok geçmeden kendisini toparladı.

 

“Demek bu hediyeyi hazırlayan sendin?”

 

Sözcüklere kazınmış büyük bir nefret vardı.

 

Neil tüm vücudunu masaya dayamış bir şekilde zorlukla nefes almaktaydı.

 

Carl bir şey söylemeden ona baktı.

 

Yüzü solgundu ancak buna rağmen gözlerindeki nefreti saklamakla uğraşmıyordu.

 

Cevap vermediğini görünce Neil alayla güldü.

 

“Biliyordum! Fakat söylemeliyim ki ufkum genişledi. Yıldırımın sadece delip geçmek için var olduğunu sanıyordum. Ancak bugün görüyorum ki, yanılmışım.”

 

Tüm hareket kabiliyetini yitirmişti. Andreas ölmeden hemen önce Neil tüm gücünü çadıra ulaşmak için harcamıştı. Buradaki gizli zulasından aldığı Yıldırım Tanrısı Hapı ile buradan rahatlıkla kaçabilir, hatta savaşın seyrini bile değiştirebilirdi.

 

Ancak çadıra girdiği anda bir mekanizmayı devreye sokmuş ve çadıra hapsolmuş yıldırım aurasının tüm kudretini iliklerine kadar hissetmişti.

 

Aura anlık bir hareketle dışarı patlamıştı ancak yaydığı enerji Neil’in hareket kabiliyetini yok edebilecek seviyeye ulaşmıştı.

 

“Yaşamak istiyor musun?”

 

Carl ona bir bakış daha atmadan sordu.

 

“Ne istiyorsun?”

 

Neil kaşlarını çattı. Ölümden korkuyordu ancak Carl’ın onu bırakacak birisi olduğunu düşünmüyordu. İnsanların yalvarışlarını duymak, umutsuzluklarına gülmek soylular arasında popüler olan şeylerdendi.

 

“Zamanı gelince benim için bir şey yapmanı istiyorum.”

 

“Zamanı gelince mi? İhanet etmeyeceğim.”   

 

“Seni buna zorlamayacağım.”

 

Tüm her şeyi kendi başına elde yapamazdı. Zamanı gelince onun için bir şeyleri halletmesi gerekecekti. Neil gibi yetenekli ve zeki birisi bunu onun için halledebilirdi.

 

Carl planını açıklamadı sadece ondan bir mana yemini etmesini istedi. Mana yeminleri sadece Yüksek seviyeye erişmiş savaşçı ve büyücülerin yapabildiği bir yemin türüydü.

 

Biraz zorlamayla da olsa Neil mana yemini etti. Yemin etmeden önce Carl’a neler yapamayacağını söylemişti. Bu yüzden yemin etmek konusunda sıkıntısı yoktu.

 

Yemini ettikten sonra Neil öksürmeye başladı. Yüzü giderek daha da soldu, gözlerindeki öfke yerini yavaşça pişmanlığa bıraktı.

 

“Peki, artık ne istediğini söyleyecek misin?”

 

Carl ifadesini bozmadan yapmasını istediği şeyi söyledi.

 

“Siktir! Ciddi misin?”

 

Carl kafa salladı.

 

Neil söylediklerin inanmadığını gösteren bir ifade ile reddetti.

 

“Bu imkansız. Bunun için sadece ben değil, komşu krallıkların ve ormandaki canavarların işbirliği de gerekiyor. Böyle bir şeyi yapmak imkansız. Waterra ordusu aptallar ile kaynıyor olabilir ancak hepsi çok güçlü aptallar.”

 

Carl görevini açıkladıktan sonra Neil boşlukları kendince tamamladı. Neler olacağını kestirmek zor değildi.

 

Böyle bir şeyi düşünmek için aptal olmak gerekiyordu ve Neil aptallara gülerdi.

 

Ancak onun tamamen ciddi olduğunu gören Neil’in ifadesi yavaşça ciddileşti.

 

“Şaka yapmıyor… musun?”

 

* * *

 

Savaş bittikten sonra birkaç saat içinde askerler zaman kaybetmeden yerleştiler ve yerel lordun göndereceği birliği beklediler.

 

Şansa Mortling Kalesi savaş alanına pek uzak değildi. Bu sayede gece çökmeden önce bir tabur destek olarak yanlarına geldi ve durumu devraldılar. Cesetler temizlendi ve ganimetler toplandı. Ardından birlik dinlenmek kampa çekildi.

 

Ertesi günün şafağında Carl her zamanki antrenman bölgesinde antrenman yapıyordu.

 

Etraf öyle sessizdi ki çıt çıkmıyordu, ufukta güneş, çevrede bir tek o vardı. Ne olursa olsun antrenmandan vaz geçmemek. Carl’ı silah sanatlarında ileriye taşıyan yegane kuraldı.

 

Mızrağını sapladıkça sapladı. Hareketleri arasındaki pürüzler her teknikte kayboluyor ve mükemmelliğe daha da yaklaşıyordu.

 

Andreas ile olan savaşında Carl anlamıştı ki gelişim hızı çok yavaştı. Bu şekilde giderse eski gücüne ancak otuz yaşında varabilecekti ki bu onun için çok geç demekti. Ayrıca en iyi olduğu savaş teknikleri de gücü her arttığında daha önemsiz bir hale geliyordu.

 

Bir yerden sonra teknikler, planlar ve stratejiler işe yaramaz hale gelirdi.

 

Geriye yalnızca saf güç kalırdı.

 

Saatler hızlıca geride kalırken Mortling kalesinden gelen tabur işini bitirdi. Arabalar dolusu silah, zırh parçası ve ganimet elde etmişlerdi.

 

Askerlerin kaybı kötü bir şeydi ancak kazançlar ağır basıyordu. Bu yüzden Mortling kalesinden gelen taburun komutanı Nathaniel Baxter son derece memnun gibiydi.

 

Nathaniel ortalama bir memurdan fazlası değildi. Valinin emri ile ganimetlere konmaya gelmişti ve görevini başarıyla tamamlamıştı.

 

Tek yapması gereken savaş ganimetlerini kolordu kalesine götürmekti.

 

Askerler bu duruma çıldırırken Ronald kayıtsız kalmıştı. On binlerce zırh, at ve kaynak ile yeni bir kolordu kurulabilirdi.

 

Ancak askerler? Onlar ödüllendirilecek miydi? Bu bir zafer değildi ve Ronald birçok emri çiğnemişti. Mahkeme tarafından yargılanacağı kesindi. Ama aklında gelen ilk şey kendi akıbeti değildi, askerlerinin ve ailelerininkiydi.

 

Öğlene doğru tüm ordu toparlandı ve Mortling kalesine çekilmek üzere harekete geçti.

 

O sırada kulak yırtan bir şahin çığlığı tüm birliği derinden sarstı.

 

Altın başlı küçük bir şahin Ronald’ın atına daldı.

 

“Kraliyet Habercisi!”   

 

“Küçük Başlı Altın Şahin!”

 

Sadece acil durumlarda kullanılan bir iletişim yöntemiydi. Küçük Başlı Altın Şahin, kraliyet ailesinin özel olarak yetiştirdiği hızlı kuşlardı. Sadece yüz tanesi kraliyet istihbaratının temelini oluşturuyordu.

 

Bu şahinleri elde etmek zordu. Her biri son derece hızlıydı ve göklerin hakimiydiler. Bir aylık yolu birkaç güne indirebilecek güce sahiplerdi.

 

On günü bir güne indirmeleri kadar normal bir şeydi.

 

Ronald kolunu kaldırdı ve şahin kolunun üzerine kondu. Bacağına bağlanmış kağıdı açmadan önce şahinin kafasını okşadı.

 

Kağıdı açınca bir süre durakladı. Kaşları ilgiyle havalandı ve garip bir şey yemiş gibi dudaklarını şapırdattı.

 

Şaşırdığı belliydi.

 

“Yarbay Baxter’e haber verin, Alev Alayı doğrudan başkente dönüyor. Tüm ganimetler ile!”

 







Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44437 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr