Bölüm 43: Sınır Savaşı (I)

avatar
482 6

Hükümdarın Yolu - Bölüm 43: Sınır Savaşı (I)



Güneş doğudan yükselirken ay yavaştan dünyanın öbür tarafına çekilmişti. Binlerce askerden oluşan iki ordu on kilometre mesafeyle, Waterra-Hardbane güney sınırında karşılıklı siper almıştı.

 

Yemyeşil kırların üzeri Hardbane birliğinden askerlerle doluydu. Bölükler halinde ayrılmışlardı ve kare şeklinde bir formasyona girmişlerdi. Her bir askerin gözlerinde korku ve tereddüt okunabilirdi.

 

Kim savaştan korkmazdı ki?

 

Fakat ölmek istemiyorlarsa öldürmek zorundaydılar. Bugün sadece bir taraf sağ ayrılacaktı buradan, diğer tarafı öldürmek zorundalardı.

 

Neil elinde gökmavisi yelpazesiyle Andreas’ın yanında avını bekleyen bir tilki gibi duruyordu. Gözlerinde derin bir bakış vardı. Sabaha kadar düşünmekten dolayı gözleri kızarmıştı ancak korkutucu kıvılcımlar gözlerinin derinliğinde çakıyordu.

 

Elindeki yelpazeyi hafifçe salladı ve Andreas’ın arkasında duran subay takımına döndü.

 

“Sağ kanat hazır olsun. 12. Taburun hareketli bir şekilde düşmanın sol kanadını çekmesini istiyorum. Düşman Generali ve generalleri bireysel savaşta oldukça güçlü, bu yüzden sadece generaller onlara karşı durmak için ileri çıkacak. General rütbesinin altında olan herkes birlikleri yönetmeye odaklanacak. Anlaşıldı mı?”

 

“Anlaşıldı!”

 

Subaylar hep bir ağızdan kükredi. Hemen ardından bayraklar çekildi ve devasa bir bayrak gökyüzüne yükseldi. Altuni yıldızlarla süslenmiş kızıl bir bayraktı, yıldızların üzerinden bir rüzgarın akışını andıran altuni çizgiler geçiyordu. Hardbane’nin ulusal bayrağıydı.

 

“Herkes görevinin başına!” dedi Neil ve subaylara bir kez daha bakmadan Andreas’a döndü. “General, Kılıç Azizi’ne karşı durabileceğinize dair güveniniz var mı?”

 

Anderas tereddütsüzce yanıtladı, “Evet, benden daha güçlü olsa da Bin Dağ Sanatı ile ona karşı durmak konusunda sıkıntı çekmeyeceğim. Asıl önemli olan senin güzel bir kılığa girip giremeyeceğin. Bir büyücü ya da savaşçı değilsin. Şövalye seviyesinde bile değilken oldukça korunmasızsın.”

 

Gözlerinde endişeli bir ifade ortaya çıktı.

 

“Düşmanın büyücü veya okçu birliklerinden gelecek bir okla ölüsün. Bu yüzden yanına koruma almalısın.”

 

Neil’i özel kılan şey zekası ve bilgi birikimiydi. Güç bakımından sıradan bir şövalyeden fazla değildi. Bunun sebebi gelişim için çok az zaman ayırmasıydı.

 

Onun endişelerini gören Neil hafifçe gülümsedi ve endişe etmemesini söyledi.

 

“Sonuçta…”

 

Vücudundan bir an sonra yükselen aura Andreas’ın gözlerini genişletti.

 

Normal büyücü ya da savaşçı aurasından tamamen farklı bir hissiyatı vardı. Bir şekle sahip değildi ancak sınırları içinde olduğundan saçları istemsizce elektriklenmişti. Fakat hiç de büyücü gibi hissettirmiyordu, element bakımından çok zengindi.

 

“…ben bir arkanistim!”

 

***

 

Waterra’nın sağ kanadında en önünde gözlerini kapatmış bir şekilde duran Carl gözlerini açtı ve Hardbane birliklerinin en önünde duran kişilere baktı.

 

“Bir Yıldırım Perisi ortaya çıktı. Neil’in Herpha’sı olması gerek. Gerçekten ruh ırkından bir yaratıkla akit yapabilecek kadar şanslı bir piç kurusuymuş!”

 

Peri ırkı Kayıp Çağ’dan itibaren yeryüzünden silinmiş kadim bir ırktı. Bazı kutsal metinlerde adı geçiyordu sadece. Fakat belli bir seviyenin üzerindeki ustalar Peri ırkının dünyadan tamamen kaybolmuş bir ırk olmadığını, Dünya Ağacı’nın çevresinde kabileler halinde yaşadıklarını bilirdi.

 

Şanslı olanlar bir Peri’ye denk gelip akit dahi yapabilirdi.

 

Böyle şanslı kişiler çok kısa bir sürede öne çıkar ve isimlerini duyurmaya başlarlardı.  

 

‘Gerçi Büyü İmparatoru onlara Ruh ırkının artıkları diyordu.’

 

“Element yoğunluğuna bakılırsa bir Yüksek Büyücü seviyesinde. Geleceğin tuğgeneralinden bekleneceği gibi… Son derece yetenekli ve şanslı bir piç kurusu.”

 

Carl ona daha fazla odaklanmadı. Bu savaşa daha fazla karışmayı düşünmüyordu. Bütün kritik olayları Ronald’a gizliden gizliye açıklamıştı. Ettiği imaları anlayabilirse ve Kılıç Azizi’ni ikna edebilirse ordu yok olmazdı. Fakat edemezse önceki hayatından pek farklı bir senaryo yaşanmayacaktı.

 

O sırada kırmızı pelerinli bir adam atıyla birliğin önüne geldi ve ön safları soğuk bir şekilde süzdü. Parlak kısa saçları, zümrüdü andıran derin yeşil gözleri vardı. Safları süzdükten sonra sağ elinde tuttuğu baltalı kargıyı kaldırdı.

 

“Beni takip edin ve katliamıma ortak olun!”

 

Savaş narasının ardından sağ kanattaki tüm askerler silahlarını kaldırıp ona katıldı. Savaş nidalarının hemen ardından kargılı adamın arkasından ilerlemeye başlandı. Carl mızrağını aldı ve bir an sonra onun önüne geçen kalkanlı piyadeleri yakından takip etti.

 

Aynı anda Hardbane’nin sol kanadından ilerlemeye başlayan piyadeler istikrarlı adımlarla yaklaşıyordu. Bir süre sonra, iki birlikte bir kilometre ilerlediğinde iki ordudan ayrılan bir süvari taburu vardı.

 

Waterra’nın ak mızraklıları ve Hardbane’nin kurt süvarileriydi ayrılanlar. Öyle hızlı gidiyorlardı ki çok kısa bir sürede piyadelere toz yutturmakla kalmamışlar, yarım dakika içinde de yolun ortasında kafa kafaya çarpışmışlardı.

 

Tozlar ve feryatlar aynı anda yükseldi. Mızraklar ve kılıçların çakışma sesleri kulakları sağır edecek kadar fazlaydı. İstikrarlı adımlarını sürdüren Waterra piyadeleri geniş bir hilal oluşturdu ve koşmaya başladı.

 

Carl ise onlara öncülük edenler arasındaydı. Ak mızraklılardan kaçan süvariler son sürat onlara geliyordu. Mesafe bir kilometreye indiği anda en öndeki kalkanlılar durakladı ve metal kalkanları siper olarak kullandılar.

 

“Mızraklılar hazır!”

 

Kargılı komutanın sesi ön safları sarsarken, Carl da dahil olmak üzere mızraklı piyadeler kalkanların arasındaki boşluklardan mızrakları uzatıp süvarileri beklemeye başladı. Kısa süre sonra yüzlerce süvari kalkanlara çarptı ve birkaç on kişi atların ayaklarının altında ezildi.

 

Fakat arkalarındaki mızrakçılarda mızrakları itti ve süvarileri delik deşik ettiler. Sadece birkaç saniye içinde onlarca kişi hayatını kaybetti.

 

“Safları sıklaştırın! Ölenlerin yerini yedekler alsın! Bir çember içine almaya çalışın!”

 

Kargılı komutan kükrerken elindeki kargıyı savurarak bir süvariyi ikiye böldü. İsmi Clarence idi. Başkentte ünvansız bir tüccarın en büyük oğluydu. Cesareti ve asi davranışları yüzünden babası tarafından askeriyeye gönderilmiş ve altı yıl boyunca orduda çalışmıştı. Altı yılın sonunda babası onu mirasını alması için çağırmıştı ancak o reddederek orduda kalmaya devam etmişti.

 

Fiziği ona yıkıcı bir kuvvet sağlıyordu. Ayrıca kısa sürede yükselerek krallığın mana tekniklerine erişim sağlayabilmiş ve gücüne güç katmıştı.

 

Şu anda Ronald’ın emri altındaki bir yarbaydı.

 

Kafa kafaya savaşta ona karşı duramayacak generaller dahi vardı. Aynı zaman da Oak’ta onun taburundaydı. Onun taburu iri yarı adamlar tarafından oluşturulmuş medeniyetten uzak bir taburdu. Ancak kolaylıkla birliğin en iyi taburlarından birisiyle çarpışabilirlerdi.

 

Gelecekte aşağı kıtayı darmaduman eden Barbar General olarak da anılacaktı.

 

Krallıktaki canavarlara korku salacak kadar cesur ve deli yürek birisi olacaktı.

 

Clarence bir askeri öldürdükten sonra atının dizginlerine asıldı ve atını ani bir manevrayla çevirdi. O anda bir mızrak biraz önce durduğu yere saplandı ve yerde derin bir çukur açtı.

 

İki buçuk metrelik devasa bir zırhlı asker, elinde üç metrelik devasa bir mızrak ve sıkıştırılmış demirden yapılma kalın kalkanını önüne siper ederek ona koşmaya başladı. Her adımında çevresini sarsacak kadar ağır ve heybetliydi.

 

Clarence’in gözleri onun koşuşunu görünce büyüdü. Önündeki her şeyi yıkabilecek bir çığ gibi ona doğru koşuyordu. Hiçbir şey onu durduramazdı. Oldukça hızlı olmasının yanında devasa bir kudreti vardı.

 

Tereddüt etmeden atının sırtına çıktı ve atını tekmeleyerek zırhlı askere atıldı.

 

Atını tekmelediği için atı dizlerinin üstüne çöktü ve omurgaları kırıldı. Fakat kendisi çoktan yerden beş metre havaya ve on metre öteye zıplayabilmişti.

 

Baltalı kargısını savurduğu anda manası patlak verdi ve rüzgarlar gürüldedi.

 

Bang! Bang! Bang!

 

Kargı ile kalkan çarpıştığı anda devasa askerin ayakları yere göçtü ve toz bulutları yükseldi. Şok dalgaları etraftaki askerlerin uçmasına neden oldu.

 

Clarence yere indiği anda zırhlı asker mızrağını itti. Mızrağı uzun olduğundan çevik değildi. Ancak öyle güçlü ve kudretliydi ki bir darbe ölümle aynı anlama geliyordu.

 

“Argh!”

 

Clarence hissettiği tehlike yüzünden manasını vücudunda çevirdi ve son anda vücudunu çevirerek mızraktan kaçındı. Hemen ardından kargısını çevirdi ve askerin zırhını tekmeleyerek kendinden uzaklaştırmaya çalıştı.

 

Bang!

 

Fakat asker yerinden bir santim bile kımıldamadı.

 

Clarence’in gözleri şaşkınlıkla doldu.

 

Güçlü bir dövüş sanatı olan Bronz Su Ayısı’nı çalışıyordu ve bu teknik fiziksel güç bakımından krallığın en kaliteli tekniklerinden birisiydi. Sadece onun gibi devasa figüre ve iradeye sahip insanlar tarafından çalışılabilirdi. Koşulları son derece sertti ve acı vericiydi.

 

Kişinin fiziksel gücünü bir Bronz Su Ayısı ile aynı seviyeye getiriyordu. Bu seviyede bir fiziksel güç Savaş Büyükleriyle aynı seviyede olmasını sağlardı. O ise bu seviyeden birkaç adım uzaktaydı. Fiziksel gücünü artıran bu teknik sayesinde seviyesinde bir rakibi yoktu.

 

Fakat bu adam tekmesi karşısında bir santim bile kımıldamamıştı.

 

Bunun için gerekli olan dayanıklılığın haddi hesabı yoktu.

 

Ancak Clarence korkmadı. Aksine daha da heyecanlandı.

 

“Sonunda kendimi bileyebileceğim bir biley taşı!”

 

Ayağını yerde sürükledi, sağlamca bastı ve kargısını canavarvari bir gülümsemeyle savurdu. Kargının baltası askere fırsat tanımadan zırhına indi ve birkaç adım geri yalpalamasına neden oldu. Anlaşılıyordu ki ikisi de aynı seviyede fiziksel güce sahip canavarlardı. Tam güçte birbirlerine etki edebiliyorlardı.

 

Clarence burada kalmadı ve yumruğunu kullanarak onun zırhına vurdu.

 

Bang!

 

Yumruğu zırhta ufak bir iz bile bırakmadı ancak Clarence sadece hafifçe şaşırdı. Bu kişinin saçma derece de dayanıklı olduğunu biliyordu. Ancak aynı derecede çevik değildi, sadece çok dayanıklı ve güçlüydü.

 

Esneklikten yoksundu!

 

Kazanma şansı çok fazlaydı.

 

Clarence gülümseyerek kargısını savurduğunda aniden bir şey kafasını teğet geçti. Öyle hızlı ve düzgündü ki kayan bir yıldızdan farksızdı.

 

Ne olduğunu anlamadı. Öyle şok olmuştu ki kalbini korku kapladı. Birkaç saniye kendisine gelemedi. Fakat askerin tekrardan saldırmasıyla kendini topladı ve ona karşı koydu.

 

O sırada yüzlerce metre uzaktaki Neil dilini tıklatarak elini salladı.

 

“Yıldırım İğnesi’nden kaçacak kadar şanslı olacağını düşünmemiştim. Hm? Yıldırım İğnesi neden geri dönmedi?”

 

Panikle iki birliğin çarpıştığı savaş alanına baktı. Yıldırım İğnesi klanın onun için bin bir zorluk çekerek elde ettiği değerli bir yadigârdı. Aşağı kıtada bir eşi daha yoktu. Öyle değerliydi ki canıyla bile ödeyemezdi.

 

“Her neyse, bir kilometre çevrede olduğum sürece bana dönecektir. Sonuçta ruhumun bir parçasını içeriyor.”

 

Mana yoksunluğundan bembeyaz olmuş suratını okşadı ve geri çekildi. Suikast başarısız olmuştu, her şey Gökyüzü Muhafızı’na kalmıştı.

 

***

 






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44450 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr