Bölüm 17: Ekrian Ormanı Derinliklerinde (I)

avatar
505 8

Hükümdarın Yolu - Bölüm 17: Ekrian Ormanı Derinliklerinde (I)



Zaman akıp geçiyordu; kaşla göz arasında üçüncü gün geride kalmıştı. Carl üç metrelik bir kayanın üzerinde meditasyon yaparken etrafındaki kıyamet görüntüsünden uzak bir görünüş sergiliyordu. Onlarca goblin bir örümcek ağını andırırcasına etrafını sarmış ve ona tehditkâr bakışlar gönderiyordu. Ancak her ne kadar ölümcül bakışlar atsalar da saldırma girişiminde bulunmadılar.

 

Bacaklarının arasında duran mızrağın üzerinden akan sıcak kanlar; Carl gözlerini yavaşça açarken avcunda mavi bir ışıltı görünüp kayboldu. Kehribar gözleri mavi ışığın hareketlerini görünce hafifçe parladı ve dudakları yukarıya doğru kıvrıldı.

 

Bir süre gözlerini kapattıktan sonra tekrardan açtı ve etrafında toplanan goblinlere baktı. Sayıları belli değildi ancak az olmadıkları kesindi.

 

“Ekrian Goblin Kabilesi’nin şefini buraya çağırın.”

 

Günler süren yolculuğunun sonunda Ekrian Ormanı’na varmayı başarmıştı. Normalde bir hafta da gelmesi gereken yolculuğu, sürekli at değiştirerek iki güne indirmeyi başarmıştı; ne zaman bir atı yorulsa farklı bir atla devam etmişti. Bu sayede olması gerekenden daha hızlı bir şekilde hedefine varmıştı.

 

Ekrian Ormanları ile Faerdham Kalesi’nden bir hayli uzaktı. Bu yüzden buraya gelmesi kolay olmamıştı. Neyse ki önceki hayatında uzun bir süre bu ormanı keşfetmek için zaman harcamıştı. Bundan dolayı kestirmeleri, güçlü canavarların yerlerini ve bataklıkları biliyordu. Yani, ormanın içinde bir kuş kadar özgür olmuştu.

 

Kelimelerini anlayan goblinler kendi aralarında fısıldaşmaya başladı. Ancak Carl onları umursamadan mızrağının sapını yere vurdu.

 

Güm!

 

Tok bir ses çıktı ve yerdeki çimenler dalgalandı. Onun önceden nasıl savaştığını izleyen goblinler baştan aşağı ürperdi.

 

“Şefiniz ile önemli bir mesele hakkında konuşmam gerekiyor. Sıradan goblinler olmadığınızın farkındayım. Bu yüzden hepinizi öldürmek istemiyorum.”

 

İki saat önce buraya vardığında önü bir goblin bölüğü tarafından kesilmişti. Amacını belirtse de goblinler ona saldırmıştı. O da haliyle onları nazikçe kabul etmiş ve istediklerini vermişti.

 

Etrafa saçılmış goblin cesetleri yaptıklarını doğrular cinsteydi.

 

“Burada hoş karşılanmıyorsun insan.”

 

Gri sakallı kel bir goblin kalabalığın arasından sıyrıldı. Üzerinde detaylı işlemelerle süslenmiş gümüş bir zırh vardı. Belinde yüksek kaliteli bir şövalye kılıcı bulunuyordu. Ancak Carl için bunlar önemli değildi. Carl için önemli olan zırhının göğüs bölgesinde, sağ da bulunan küçük kuru kafa armasıydı.

 

Kuru kafa hem insanlar, hem de canavarlar tarafından sıklıkla kullanılıyordu. Bu yüzden bir goblinin kuru kafa arması takması garip değildi. Fakat bu arma normal değildi. İçine işlenmiş semboller vardı. Ondan sızan mana sıradan değildi.

 

“Sen Şovalye Bleakzeg olmalısın.”

 

Carl sakince gobline baktı. Bu adamın gücü kendisini fazlasıyla aşıyordu. Ancak büyülü canavarların dikkatini çekmemek için kendisiyle savaşamazdı. Aksi takdirde kabilenin çevresi düşmanlar ile dolardı.

 

Avantaj kendisindeydi.

 

Bleakzeg gözlerini kısarak Carl’ı inceledi.

 

“Waterra’dan mısın?”

 

Kendisini nasıl tanıdığını sormakla uğraşmadı. Zeki bir insan böyle bir sorunun anlamsız olduğunu anlayabilirdi.

 

“Bu o kadar da önemli değil. General Kliobus’un sağlığı yerinde mi?”

 

Kendisini tanıması anlaşılabilirdi ancak söylediği isim kaşlarını çatmasına neden oldu. Bleakzeg elini belinde asılı duran kılıca götürdü.

 

“Bir insan olmana rağmen çok bilgilisin. Buraya geliş amacını söylemezsen kafanı almak zorundayım.”

 

Dese de karşısındaki insanın gücünü bilmiyordu. İki yüzden fazla goblini zorlanmadan öldürmüş ve ormanın derinliklerine kadar yara almadan gelebilmişti. Bu bile keskin bir zeka, karşı konulamaz bir gücün göstergesiydi.

 

Fevri davranıp işleri kötüleştirmek istemiyordu.

 

“Şef ile konuşacaklarım var.”

 

“Şefin kabile için ne kadar önemli olduğunu bilmiyor musun? Böyle bir şeyi teklif etmen bile saçma.”

 

Şef kabile için hayati öneme sahipti. Öyle ki halef hazır olmadan şef ölürse kabile yok olmanın eşiğine gelebilirdi.

 

Şef çocukları kutsar ve tanrının isteklerini iletirdi. Aynı zaman da askerlerin gücünü artırmak için semboller hazırlar, orduyu yönetirdi. Kısaca her şeyin merkezinde şef bulunuyordu.

 

Üstüne üstlük Ekrian ormanı gibi bir yerdeyse, kabile şef olmadan ertesi günü göremezdi. Çünkü canavarları uzaklaştıran ve kabilenin yerini gizleyen totemi kontrol eden kişi oydu. O olmasa kabile canavarlara yiyecek olarak sunulurdu.

 

“Kabile Şefinin önemini farkındayım. Ancak ihtiyacım olanı almadan buradan ayrılmayacağım. Anlaşarak ya da savaşarak.”

 

Carl mızrağını ortasından tuttu ve saldırmak için hazırlandı. Bleakzeg dişlerini gıcırdatarak belindeki kılıcı çekti ve ona doğru yürümeye başladı.

 

“Senin gibi bir veledi öldürmek için güç kullanmama gerek yok.”

 

Kılıcını kaldırdı ve ileriye fırladı. Öyle hızlıydı ki sıradan kabile üyeleri onun arkasında beliren görüntüye odaklandılar.

 

“Kapa çeneni.”

 

“Kruk- Argh!”

 

Bleakzeg, kılıcını düşürürken dizlerinin üzerinde düştü. Midesinin tutarken bir anda kusmaya başladı. Gözleri olması imkansız bir şeyi görmüşçesine titriyordu.

 

“N- Ne yaptın?”

 

Vücudunda dolaşan mana bir anda hareket etmeyi kesmişti. Hayır! Bir yere sıkışmıştı ve oraya hapsolmuştu! Bu hapisten kurtulmak için elinden geleni yaptı ancak başarılı olamadı. Aksine daha da fazla acı çekti.

 

“Durdur şunu!”

 

Bleakzeg gücünü kullanamadığından panikledi ve yerden kalkmaya çalıştı. Fakat bırak kalkmayı, bacakları hareket dahi etmedi. Vücudu emirlerini dinlemiyordu.

 

“Hm…”

 

Carl elini çenesine götürdü ve bir süre düşündü. Ardından soğuk bir şekilde gülümseyerek mızrağını kaldırdı ve Bleakzeg’in alnına sapladı.

 

“Hayır!”

 

“Dur!”

 

Kabile üyeleri çığlıklar eşliğinde gözlerini kapadılar.

 

Krk!

 

Mızrağın bıçağı Bleakzeg’in alnına girecekken alnında bir çember belirdi ve mızrağın hareketine karşı koydu. Mızrak çemberler çarpıştığında kırmızı yıldırım mızrağı yuttu ve Carl’ın vücuduna girdi.

 

“Hmph!”

 

Carl homurdanarak karşılık verdi. Vücuduna giren yıldırımı hükmü altına aldı ve sağ elinden dışarıya saldı. Sağ elinden çıkan kırmızı yıldırım beş metre arkasındaki kayaya indi ve kayayı parçalara ayırdı. Yıldırımın gücü bittikten sonra Carl mızrağını geri çekti ve gülümsedi.

 

“Şef Keemrats’tan bekleneceği gibi! 3. Seviye Savunma Sembolü!”

 

Konuşurken gözlerini bir ağacın üzerine çevirdi. Ağacın üzerinde herhangi bir şey yoktu.

 

“Daha ne kadar saklanmaya devam edeceksin?”

 

“Hmph! Gençler çok saygısız!”

 

O esnada boşluktan bir ses geldi. Kabile üyeleri sese dönünce kambu bir yaşlı adam gördü ve heyecanla onu karşıladılar.

 

“Şef!”

 

“Baba!”

 

Bleakzeg hareket etmeye çalıştı ancak hiçbir şey yapamadı. Onun halini gören kabile şefi yüzünü ekşitti ve Carl’a doğru yürümeye başladı.

 

“Genç dostum, onu böyle tutmaya devam edersen bu yaşlı adamın şöhreti zarar görecek. Bırakmaya ne dersin?”

 

Carl onu görünce gülümsemeye devam etti.

 

“Tabii ki.”

 

Mızrağının sapıyla Bleakzeg’in diyaframına hafifçe vurdu.

 

“Puf!”

 

Bleakzeg bir anda kan kustu.

 

“Seni!”

 

Kabile üyeleri arasındaki zırhlılar bir anda ileriye çıktı. Tehditkâr tavırlarına rağmen saldırmak konusunda tereddütlüydüler. Bu yüzden kabile şefine baktılar.

 

Kabile şefi onların halini görünce alnını ovdu.

 

“Genç dostum, merhametin ve yüceliğin için oğlum adına teşekkür ederim. Bu iyiliğini unutmayacağım.”

 

Carl omuz silkti. İleride kullanacağı taşı güçlendirmek onun için dert değildi. Bunu yatırım olarak düşünüyordu.

 

Diğerleri ikisinin arasındaki garip konuşmayı anlamadı.

 

“Şef neden yabancıya teşekkür etti?”

 

“Genç efendiye saldırdığı için mi?”

 

“Hişt! Ağzından çıkanı kulağın duysun be adam! Şefin bilgeliği bir okyanus kadar engindir. Bi bildiği vardır elbet.”

 

Kabile şefi Carl’a bir bakış attıktan sonra yürümeye başladı.

 

“Burası fazla kalabalık.” 

 

***

 

İkili metrelerce yüksekliğe erişen bambularla çevrili bir kulübeye kadar yürüdü. Yol boyunca ikisi de en ufak bir kelime etmemişti.  

 

Bir metre elli santim boylarında kambur sırtlı şefin yüzü, antik ağaçların kabuklarının andırırcasına buruşuktu. Elinde kızıl akçaağaçtan bir metrelik bir baston vardı. Kambur sırtını desteklemek için kullanıyordu.

 

Ancak aynı zaman da onun silahıydı.

 

Kulübenin kapısına vardıklarında goblin şefi kapıyı hafifçe iteleyerek açtı. Onları karşılayan odanın içinden rayihalı bir hava dışarıya vurdu. Ferah kokusuyla Carl’ın vücudunu rahatlattı.

 

“Uçurum Kardeleni mi?”

 

Goblin şefi meraklı bir şekilde ona baktıktan sonra eliyle içeriye işaret etti.

 

“Önden buyurun.”

 

“Teşekkürler.”

 

Carl ince örülmüş goblin halısına adım attı.

 

*

 






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44445 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr