İnsanlık tarihine kabaca bir bakış

avatar
1650 2

8. Ejderin kanlı hükmü - İnsanlık tarihine kabaca bir bakış



Zaman! Sıfır noktasından başlayıp sonsuzluğa doğru giden izafi olgu. İnsanoğlunun olmadığı yerde zamanın hiç bir anlamı yoktur. Çünkü zaman, insanoğlunun ömrünün üzerinden yol alır.



İnsanoğlu!   Yaratılmışların içinde en karmaşık ve en zeki olanı. Yer yüzüne egemenliğini salan insanoğlu ilk bir kaç bin yılda avcılığı ve toplayıcılığı öğrendi. Doğada gezen hayvanları avlamak ve ağaçlarda yetişen meyveleri toplamak onlar için yeterliydi.



Fakat doğa ana insanlara karşı her zaman cömert değildi. Gün geldi , kıtlık baş gösterdi. Açlık karşısında çetin bir sınav veren insanoğlunun hayatını bir kadın kurtardı.

                 


Tek bir kadın insanlık tarihine yön verdi. Bahsi geçen ancak adı bilinmeyen bu kadın mağara döneminin son yıllarında yaşamış bir insandı. Bu kadın daha önce hiç görülmemiş bir tahıl keşfetti.



Bu tahıl daha sonradan ''Buğday'' onu bulan kadın ise ''Çiftçi anamız'' olarak adlandırılacaktı. Çiftçi anamızın bulduğu buğday sayesinde artık insanların karnı daha kolay doyuyordu.



Buğday tahılı o kadar bereketliydi ki kabileler tek bir hasatta tüketebileceklerinin 50 katı mahsül elde ediyorlardı. İnsanlar fazlalık olan tahıllarını satmaya başladılar. Bu da küresel bir ticaretin önünü açtı.

           



Daha keşfinin üzerinden yüz yıl bile geçmeyen tahıl 50 000 km karelik alana yayıldı. Buğday Ticareti sayesinde ticaret yolları oluştu. Bir birini hiç tanımayan medeniyetler bu yollarla birbirlerine bağlandılar.



Ticaret zamanla dil ve kültür alış verişini başlattı. Ticaret yolları üzerinde kervan saraylar ve farklı ticaret merkezleri oluştu. Aynı zamanda ticaret yolları yeni savaşları başlattı. İnsanlık ticaret yollarına egemen olabilmek için birbiriyle kıyasıya savaştı.

           



Tüm bu savaşlar insanlığı yeni arayışlar içine çekti. Ve bir gün insanlık yeni bir elementi keşfetti. Demir



Demir elementiyle yapılan silah ve zırhlar orduları neredeyse yenilmez kılıyordu. Demire olan talep savaşları; savaşlar ise demir talebini tetikleyen kısır bir döngü içine girdi.         

           



İnsanoğlu güç ve egemenlik için savaş verirken uzak doğuda bir yerlerde bir isyan filizleniyordu. Bitmek bilmeyen hırslarını devam ettirmek isteyen bir imparator ölümsüz olabilmek için çeşitli ayinler düzenliyordu.



Hiç bir suçu olmayan insanları kurban olarak adıyordu. Ağır vergiler ve acımasız imparatorun elinde ezilen halk bir çıkış yolu arıyordu. Derken  bir karı koca imparatorun bu zalimliğine son vermeye karar verdiler.



Fikirlerini halka açıp isyan için destek topladılar. Ama bir sorun vardı. Fakir halkın elinde paslı oraklar ve kırık tırmıklar varken; imparatorun elinde tepeden tırnağa demir zırhlarla donanmış yüz binlerce askeri vardı. Ayrıca imparator aşılması son derece güç bir kalede yaşıyordu.

           



Bu müthiş güç farkını bilen karı koca şartları eşitlemek için gece gündüz çare arıyorlardı. Barutla bazı deneyler yaptılar. Metal bir borunun içine bir parça barut sıkıştırdılar. Sıkışmış barutun önüne demir bir misket yerleştirdiler.



Bu daha önce görülmemiş garip düzenek bir kez daha insanoğlunun kaderini değiştirecekti. Metal boru içindeki sıkışmış barut ateşlendiğinde basınçla patlıyordu.

           



Ortaya çıkan kuvvet demir misketi gözle görülemeyecek kadar hızlı bir şekilde ileri savuruyordu. Tarihin ilk ilkel tüfeğini icat eden karı koca artık güç dengelerini eşitlemişti. Ellerindeki tüfeklerle sarayı basan isyancılar sadece bir günde imparatoru dize getirdiler.

     



Bu haber olanca hızla  yayıldı. Bu tüfek denilen silahı duyan krallar ve imparatorlar ona sahip olabilmek için yeni savaşlar başlattılar.




Nihayet 19. yy sonlarına doğru savaşlar nispeten durulmuştu. Artık insanlık yeni bir döneme girmişti. Savaşlar yavaş yavaş yerini uluslar arası diplomasiye bırakıyordu. Artık savaşlar cephelerde değil masa başında veriliyordu. Buna rağmen insanların silahlara olan ilgisi zerre kadar azalmamıştı.

       



Tarihte yaşanmış bir hikayeye göre orta asyadan çıkan bir hükümdar her yeri fetmek istiyordu . Cihan hükümdarı olmak isteyen hükümdar ordusuyla asyadan avrupaya kadar büyük bir kıyım gerçekleştirdi. Yolu avrupaya düşen asyalılar ilk defa Kara veba adı verilen bir musibetle tanıştı.

       



Vebayı kapan asya ordusu sürekli fetihler yaparak hastalığı gezegenin dört bir yanına taşıdılar. Avrupanın içlerine kadar ilerleyen atlı ordu bir kale şehirle karşılaştı. Bu da ordunun önünü kesti.



Genç hükümdar bir türlü bu kale şehri aşamıyordu. Normal şartlarda şehri alabilmesi için ordusuyla gece gündüz ara vermeden 300 yıl savaşması gerekiyordu. Durum iç açıcı değildi.

         



Genç hükümdar babasının hayalini gerçekleştirmeyi kafasına koymuştu. Düşündü. Belki de kimsenin düşünmediği kadar düşündü. Sonunda ellerini dizlerine vurdu ve ayağa kalkıp aklına gelen korkunç planı uygulamaya karar verdi.



Askerlerine mancınıklardan taş gülleleri indirmelerini emretti. Daha sonra mancınıklara veba kapmış ve ölmek üzere olan askerleri yerleştirmelerini emretti.

         



Bir sabah kale şehre halkı ne olduğunu bile anlayamadan gökten hasta askerler yağmaya başladı. Neler olup bittiğini bilmeyen halk hasta askerlerle temasa geçtiler. Böylece 300 yılda bile alınamayacak olan şehir, hastalık yüzünden 2 haftada kırıldı.



Bu durum ise gelecekteki bilim adamlarına esin kaynağı olacaktı. Bir savaşı kazanmak için silahlara milyarlarca para yatırmanın ne gereği vardı? Pek ala basit bir virüs düşmanları çok daha etkili bir şekilde dize getirebilirdi. Ayrıca silahlardan daha ucuza maal olurdu. 

                             



Tarih savaşlar ve icatlarla sürekli olarak kendini tekrar edip duruyordu. Oysa gariptir ki yapılan bütün keşifler ve tüm icatlar insanlığa daha rahat, daha refah bir hayatı müjdeliyordu.



3000 li yıllara gelindiğinde bilim altın çağını yaşıyordu. Uçan arabalar, plazmatik evler, eğlence için kurulan similasyon parkları... Her şey ama her şey daha iyi bir hayatın geldiğini müjdeliyordu. Ama tekerrür eden tarihin senaryosu hiç değişmiyor. Bütün gelişmelere rağmen insanlar o vaat edilen refaha bir türlü kavuşamıyordu. 

     




Takvimler 3156 yılını gösterdiğinde temiz su kaynakları iyiden iyiye azalmış; yiyecek kaynakları ise tükenmenin eşiğine gelmişti. Yozlaşmış zihniyetler ve sömürge politikaları yüzünden insanlık yok olmanın eşiğine gelmişti.



Batı avrupada bir babanın evladının karnını doyurabilmek için kendi kolunu kesip pişirmesi büyük yankı uyandırdı. Haberin dijital ekranlara düşmesiyle insanlar içten içe kaynamaya başladılar.

       



Bu kabul edilemezdi! Bir insan ne kadar düşerse düşsün evladını doyurabilmek için kendi uzvunu kesecek kadar düşmemeliydi. İnsanlar zenginlerin hoyratça sergiledikleri savurgan hayatı zaten sindiremiyorlardı. Bunun üstüne evladını için kolunu kesen adamın haberi bardağı taşıran son damla oldu.

       



Basit bir protesto, rüzgarlı havadaki yangın gibi her yere sıçradı. Protestolar çatışmalara; çatışmalar ulusal isyana ve ulusal isyan küresel bir isyana dönüştü. Çok geçmeden koca koca ülkeler yıkıldı. Hükümetler domino taşı gibi bir biri ardına düştüler. 15 milyar insan sokaklara dökülmüş açız diye haykırıyordu.

       



Buna rağmen yaşanan tüm acılar bir şekilde betimlenerek anlatılabilirdi. Kaynakların hızla tükenmesi.Zenginlerin savurganlık yapması. Fakir halkın ezilmesi. Sömürmeye dayalı yozlaşmış politikalar ve sonuçları. Akabinde gelişen isyan... Hepsi bir şekilde kağıda dökülerek satır satır yazılabilirdi.         

               



Ama O gün! O gün yaşanan şeyi anlatacak çok az kelime vardı. 15 milyar insan sokaklarda birbirini öldürürken 3156 yılında insanoğlu darbenin nerden geldiğini bile göremediler.



Boyu 60 metreyi aşan devasa alev dalgaları koca kıtaları leblebi gibi yuttu. Alev dalgalarının içinde kalan insanların hali tarif edilemeyecek kadar korkunçtu. Bir anlık refleksle evlatlarının üzerine kapanan annelerin bedeni eriyerek çocuklarının bedenlerine yapıştı.

       



Milyarlarca insan dans ederecesine alevlerin içinde çırpınırken zayıf ve silik gölgeleri yavaş yavaş yok oluyordu. Ölmeden önce gırtlakları yırtılana kadar bağıran insanların çığlıkları atmosferi titretiyordu.



14 milyar insan sadece dakikalar içerisinde cehennemi deneyimlemişti. Hayatta kalan 1 milyar kadarı alev dalgasının içinde kalanları şanslı saydılar. Çünkü sonrası daha da vahim oldu.

       



Hayatta kalan çok ama çok az insan o güne kıyamet günü adını verdi.  Bu bir avuç insan yaşamak için en ilkel güdülerine sarıldılar. Böylece binlerce yıldır gelişmekte olan medeniyet sadece dakikalar içinde binlerce yıl geriye gitti. O bir avuç insan ve onlardan türeyenler yeni bir düzen kurdular.

     



Acımasız, ilkel ve katı bir düzen. Kıyamet savaşından 3000 yıl sonra medeniyet kısmen de olsa ilerlemeyi başarmıştı. İnsanlık orta çağın başlangıç seviyesi denebilecek bir düzeydeydi. Gezegenin çoğu yeri bir nebze de olsa radyasyondan arındığı için insanlık yaşam alanı bulabilmiş ve feodal bir düzen kurmuşlardı. Artık medeni ülkelerin yok olmuş kalıntılarının üstünde krallıklar ve derebeylikler vardı.

           



İnsanlar kıyamet günü üzerine destanlar ve efsaneler uydurdular. Bu efsanelerden sadece bir tanesi gerçeği yansıtıyordu. O da en az bilineniydi. Bu efsaneye göre insanoğlunun çektiği bütün acıların arkasında 7 ejder kardeşler vardı. 7 ejderler insanlığı perdeler arkasından yönetir ama insanların ruhu bile duymazdı.


       



Onlar öylesine güçlüydü ki hiç bir zaman diliminde egemenlikleri sorgulanmadı. Ancak aynı efsaneye göre 7 ejdelerin bile korktuğu 8. bir kardeş daha vardır. 7 ejderler 8. kardeşten öyle çok korkmuştur ki  hepsi bir araya gelip bütün güçlerini kullanarak zorla da olsa 8. kardeşi öldürürler.

     


Derler ki bir gün 8. kardeş küllerinden yeniden doğacak. Ve sonsuzluk tahtına oturmadan önce kardeşlerinin kanıyla yıkanacak. Umulur ki böylece insanoğlunun çektiği acılar son bulacak.






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44433 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr